Şaşırdığınızı biliyorum. Anlatayım, hak verirsiniz.
Tam bir FB’liydi babam…
Televizyon evimize yeni girmiş. Siyah-beyaz TRT dönemi…
GS-FB maçını seyrediyoruz hani o 3-4 biten maçı…
İlk yarı GS üç atınca babam sigarasından derin bir nefes aldı:
-Seyredin maçınızı… Ben tepeye (evden en uzaktaki tarlaya) doğru gidiyorum, diyerek küskün, kırgın kalkıp gitti…
İkinci yarı biz dört attık ya babamı da unutmuyoruz bu arada…
-Uşaklar, kimse maç kazanmış havasında olmasın. Babamızın sorusuna göre verelim neticeyi. Aman renk vermeyin, dedim. Anlaştık.
Babam geldi, morali bozuk ama belli etmiyor. Biz de belli etmiyoruz.
Sabredemedi, şöyle sordu:
-N’oldu maçııız?... (Maçınız, bizim, onun değil… Yenik bıraktı ya, Türk ya…)
-4-3, dedim.
-İyi bari, üç gol atmışız, dedi dilinin ucuyla… Sakince dedim ki:
-Yooo, dört gol attık… Anlayamadı önce, sonra:
-Biz mi yendük, diye heyecanla sormaz mı?... (Biz oldu galibiyeti duyunca hemen)
-Her zamanki gibi, demeye kalmadı:
-Tüfh!... diye bir hayıflanışı vardı, anlatılmaz.
Başladık gülmeye ki görmeyin gitsin…
***
Güreş hocalığı yaparken ne çok kişi bana:
-Oğlum sen ne ters adamsın… Bir bakıyoruz, sporcun maç kazanmış ama sen sevinmiyor, fırça atıyorsun, teri kurumadan maç kritiği yapıyorsun. Maçı kaybedenleri kucaklayıp soyunma odasına kadar götürüyorsun…
Haklılardı. Ben, her maçın yaşanmış bir ömür olduğunu düşünürdüm hep…
Acısı, tatlısıyla, başarısı, başarısızlığıyla tam bir hayat dersidir her maç.
Kazanınca azgınlaşanlar hayatları boyunca o kazanma zevkini çok az yaşayabilirler. Yenilince kahrolanlar başarıya giden yolu ilk adımda terk ederler. Özellikle çok iyi bir sporcuya yenilirken kazanacakmış gibi başa baş mücadele eden sporcunuzu alnından öpmüyorsanız yanlıştasınız demektir…
O çocuklar, sporcularınız sizin tek kullanımlık kâğıt mendilleriniz değildir. İşi bitince kaldırılıp atılamazlar.
Bir eğitimci olarak spora ve sporcuya bakışım buydu antrenörlük yaparken. Onlar, yarına hazırlamaya çalıştığım evlatlarımdı.
***
Gelelim esas konuya…
Günümüzde spor deyince akla futbol gelir.
Futbol, futbol seyirciliği kişiliklerimizi, seviyemizi yansıtan bir ayna oldu…
Dün omuzlarda gezdirdiğiniz bir futbolcuyu yaptığı hatalar dolayısıyla “YUH”alıyorsanız eziklik sizdedir.
Eğer bu sporcu geçmişte size kendini alkışlatmayı başarmışsa; bunu yine yapabilir. Seyirciye düşen o alkış tutan elleri her zaman yağlı tutmaktır.
Genç bir sporcuyu gelecek maçlarda “dinamit gibi” görmek istiyorsanız hatalarını insanca tepkiyle karşılayın.
İngiltere’deki takımdaşlık, renktaşlık duygusuna bayılıyorum.
Seyircisi olduğu takım yenilince de alkışlamayı biliyorlar.
Kişiliklerinin yanında başka hünerleri olmayan, gelişmemiş kişilik taşıyanların durumu budur.
Yenilince üzülürsünüz, normal, kazanınca sevinirsiniz normal. Bazı kazanır bazı kaybedersiniz, normal… Aksi durum sizin anormalliğinizdir.
Biz maçı sövmeden seyredemiyoruz. Evde, tribünlerde yanımızdakilerin de bizim gibi azgın, sövücü olmasını istiyoruz…
***
Orduspor’un bir maçına gittim Samsun’da. İstanbul’dan gelenlerle aynı yerde oturuyoruz…
Tribünden rakip takımın hocasına sandalye atıldı.
-Bu olmadı, çok ayıp, dedim, bir Ordulu olarak üzüldüğümü söyledim. Yanıbaşımdaki yoz:
-Amca sen Mevlid dinlemeye git, demesin mi?. Öfkem tepeme sıçradı:
-Sen Mevlid dinlemeyi bile beceremezsin… Şimdi kaç maç ceza gelecek takıma, görürsün. Bayram edersin o zaman… Benim altıma araba çekip maça getirmediler oğlum senin gibi… Otur, adam gibi maç seyret…
Bu akşam FB-Alanyaspor maçı var… Tek başıma canlı seyretmeyi umuyorum.
Yense de, yenilse de maçı seyredeceğim İngiliz gibi…