Azmak; "Baştan çıkmak, doğru yoldan sapmak, sapıklığa, dalâlete düşmek" tir.(Bknz:Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati, İstanbul 2011, Sf. 99)
Başlıktaki ifade, Yûnus Emre'nin şu beytinde geçer:
"Beğler azdı yolından bilmez yoksul hâlinden
Çıkdı rahmet gölinden nefs göline talmışdur"
(Bknz: Yûnus Emre Dîvânı, Hazırlayan: Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2006, Sf. 63)
Bu tasvir içinde bulunan bir memleketin hâline, elbette ki, acımak gerekir. "Beğler", devlet kademelerindeki idâreciler ve hâkim unsurlardır.
Şâyet bunlar, "dalâlet'e düşerler ve "yoksulun hâlinden bilmez"lerse milletin / ahâlinin perîşânlığı tasavvur edilemez.
Bunlar; "rahmet gölünde", deryâsında / ummânında değil, "nefs gölünde" çukurundadırlar.
İnsanların arasına nifak sokan, onlara tepeden bakan, yalanı meşrû gören, kibirli devlet idârecileri, târih nezdinde de hiçbir zaman hayırla anılmamışlardır / anılmazlar.
Vatandaşını, şucu-bucu diye yaftalayarak belli mertebeler elde etmenin vebâlinin de telâfi edilmesi mümkün değildir. Zîrâ; mukaddes kitâbımız Kur'ân-ı Kerîm'de, Allahü teâlâ birçok âyetinde bu hususu emir buyurduğu gibi:
Nahl sûresinin 90. âyet-i kerîmeside de - meâlen- şöyle buyurur: " Muhakkak ki, Allahü Teâlâ, adâleti, iyiliği / ihsânı ve yakınlara bakmayı emreder; ahlâksızlığı / hayâsızlığı, fenâlığı, zulmü / azgınlığı yasaklar."
Yûnus Emre'nin ifade ettiği "Beğler", şâyet "azmışlar" ise, zâten, "yoksulların hâlinden" anlamaları da mümkün değildir.
Toplumun huzurunu sağlayan en önemli insânî unsurların başında, "merhamet" duygusu gelir. Merhametli olmayan her kim olursa olsun, sevgiden mahrûmdur yâni sevemez, âşık olamaz, hürmet gösteremez.
Merhametli olmayanın, mertlikten ve cömertlikten nasibi yoktur ve asla, fedâkârca davranamaz.
Maide sûresinin 8. âyeti kerîmesinde de, Allahü Teâlâ: " Ey îmân edenler! Allah için adâleti ayakta tutan (hâkimler), adâlet timsâli şâhitler olun." buyurmaktadır.
Yâni; "hâkim"ler de "şâhit"ler de, "adâlet"i sağlamada çok mühim bir mevkide bulunmaktadır / bulunmalıdır.
Bunların yanında; idâre edenler kadar, edilenlere de ağır mes'uliyetler yüklenmektedir. Nisa Sûresinin 58. âyetinde de Yüce Rabb'imiz: " Allah, emâneti ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor" buyurmaktadır.
Demek ki, önce, "emâneti ehline verme"yi bilmemiz ve güç elimize geçtiği zaman ise "adâletle hükmetmemiz" şarttır.
Şanlı Peygamberimizin ise, bu hususta birçok hadîs-i şerîfi vardır:
Bunlardan birinde şöyle buyurur: "Kıyâmet gününde, insanların, Allahü Teâlâya en sevgili olanı ve O'na en yakın bulunanı âdil devlet başkanıdır"
Demek ki; " Kıyâmet gününde, insanların, Allahü Teâlâya en sevgili olanı ve O'na en yakın bulunanı" kimmiş?
"- Âdil devlet başkanı"!
Bu sebeple; tarihteki ve günümüzdeki dünyâ siyâsî faaliyetlerine çok iyi nüfûz etmemiz ve onları, çok iyi tahlile tâbî tutmamız gerekir!
Peygamber Efendimiz, bir diğer hadîs-i şerîflerinde de, adâlet ile hükmeninin önemine işâret ederek şöyle buyurur: "Bir saat (veya bir gün) adâletle hükmetmek, bir sene (veya altmış sene) nâfile ibâdetten daha hayırlıdır."
Demek ki; "adâletle hükmetmek", "nâfile ibâdetten" bile hayırlı çok büyük bir fiildir / ameldir!
O zaman iyi düşünmemiz ve sormamız lâzım: Yaşadığımız zamanın dünyâsında, insanlık, niçin bu kadar 'adâlet' arıyor? Niçin, herkes birbirlerine "adâlet" üzerinden hücûm ediyor? Niçin, hakkını arayanların sayısı milyonları ve milyonları buluyor?
Ve herkes; çâre için, adâletin, vicdân ile el ele olmasını arzu ediyor. Sathî lâflarla geçiştirilmesini, hiçbir akl-ı selîm sâhibi düşünmüyor, arzu ve tavsiye etmiyor.
Başta, yalan konuşmak olmak üzere, hırsızlığın, iltimasın, cinâyetin, gaspın, zulmün, fuhşun, gıybetin... kısacası, hiç kimse, hiçbir 'kötülüğün' ört-bas edilmesinden yana değil!..
Büyük şâirimiz Bâkî, sanki, atası Yûnus Emre'ye cevap verir gibi, mevki-makam, mal-mülk hangi mertebede ve ne kadar miktarda olursa olsun, hepsinin gelip geçiciliğini şu beytinde muhteşem bir üslûpla bir ibret numûnesi olarak sunuyor. Diyor ki:
"Saltanat tâcın giyen âlemde mağrûr olmasın
Niçe sultan börkün almıştır beğim bâd-ı hazan"
Demek ki; "beğler", gerçekten beğ olabilmeli, değil mi!..
Bilge Kağan da, "beyleri"ne ve "milleti"ne aynı yol üzre sesleniyor: "Türk, Oğuz beyleri, milleti işit: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti?"
(Bknz: Orhun Âbideleri, Prof. Dr. Muharrem Ergin, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1980, Sf. 38)
Bu da şu demektir ki; ilkönce, "Beğler", hem adâletli hem uyanık olmalı ve hem de akıllarını başlarına almalıdırlar!..
Yoksa; il'de kalmaz, töre'de!..
Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig'de şu nasihatı veriyor ve öncelikle 'kanun'a / adâlet'e işâret ediyor:
"Kitabın adını Kutadgu bilig koydum; okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin.
Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım; bu kitap-uzanıp, her iki dünyayı tutan bir eldir.
İnsan her iki dünyayı devletle elinde tutarsa, mesût olur; bu sözüm doğru ve dürüsttür.
Önce Kün-Toğdı hukümdardan bahsettim; ey iyi insan, bunu izah edeyim.
Sonra Ay-Toldı'dan söz açtım; mübârek saâdet güneşi onunla parlar.
Bu Kün-Toğdı dediğim doğrudan-doğruya kanundur; Ay-Toldı ise, saâdettir.
Bundan sonra Öğdülmiş'i anlattım; o aklın adıdır ve insanı yükseltir.
Ondan sonrakisi Odgurmış'tır; onu ben âkıbet olarak aldım.
Ben sözü bu dört şey üzerine söyledim; okursan, anlaşılır; iyice dikkat et."
(Bkz:Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilg, Hazırlayan: Prof. Dr. Reşit rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1974 Sf. 36)