Mübârek dinimizden aldığımız feyz, üzerimizde ne kadar müessir olabiliyorsa, hakka, adâlete, irfâna ve edebe de o derecede yakınlaşmış bulunuyoruz.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruyor ki:
"Ey îmân edenler! Allah'tan korkun ve sözün doğrusunu söyleyin" (Ahzâb, 70)
Yine, buyuruyor ki: (Yâ muhammed! Biz, seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 107)
Ve yine buyuruyor ki: "Resûlullah'da sizin için pek güzel bir örnek vardır."(Ahzâb, 21)
Peki; Kâinatın Efendisi , bize hangi nasihatı yapıyor:
"Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."
Ve: "Sizin, bana en sevimliniz ve kıyamet gününde bana en yakınınız ahlâkı en güzel olanınızdır."
Bütün içtimâîyatçılar, bütün ilâhiyatçılar, pedagoglar ve tıpçılar, sâdece doğumdan îtibâren değil, ana rahminde teşekkülünden îtibâren, çocukların yetişmesi / yetiştirilmesi hususunda çalışmalar yapmışlar ve yapmaktadırlar.
İlerleyen dönemlerde, bizzat devlet eliyle kurulan "maarif teşkilâtı"nın da temel maksadı, ilk önce, sağlıklı ve ahlâklı nesillerin birbirini tâkip etmesidir. Peki, bu, böyle mi tahakkuk etmiştir ve etmektedir? Kesinlikle hayır!
Gerek ülkemizde ve gerekse diğer memleketlerde, ahlâkî zaaf, bu çağdaki kadar yozlaşmamıştır. Hele son zamanların Türkiye'si, bir Müslüman diyârı olmasına rağmen, içki ve uyuşturucu kullanımında, fuhuşta, cinnette, cinâyette (bilhassa kadınlara karşı işlenen tecâvüz ve katliamlarda), hırsızlıkta, irtikapta, yalancılıkta...bir zamanlar tenkit ettiğimiz milletleri geçme yolunda hızla ilerlemektedir.
Zîrâ; "zînâ", devlet eliyle serbest bırakılmıştır. Okullardaki kılık kıyafet serbestliğiyle başlayan lâçkalık, öğretmenlerin elindeki 'disiplin' murakabesini tamamen yok etmiştir. Bütün bunlar, ilmî seviyeyi de düşürmüştür.
Zîrâ; 2013 yılındaki PİSA raporları meydandadır.
PİSA (Programme for İnternational Student Assessment) Milletlerarası Öğrenci Değerlendirme P(u)rogramı yetkililerince hazırlanan rapor sonucunda, Türkiye, onbeş yaş g(u)rubu çocuklarımız, matematik, fen ve okuma sahalarında, akademik başarıda, dünyâdaki emsâlleri arasında 64 ülke arasında 43 üncü olmuşlardır.
Yanlış okumadınız: 64 ülke arasında 43'üncü!..
Hani; "Akıllı tahta"lar ve "tablet bilgisayar"lar, çocuklarımızı uçuracaktı!..
Yazık, günah değil mi bu milletin parasına, emeğine!..
Bu ilmî seviyesizlik / düşüklük / gerilik, Türkiye'nin diğer sahalarındaki tavrıyla da örtüşmektedir. OECD (Ekonomik ve Kalkınma İşbirliği Teşkilâtı) 2014 raporuna göre, Türkiye'de, 2002'de kişi başına tüketilen içki miktarı 1.4 litre iken, 2010'da 1.5 litreye çıkmış ve Müslüman ülkeler arasında da içki kullanımında Lübnan'dan sonra ikinci sıraya yükselmiştir.
Bunlar, bize, bir takım işâretler vermektedir / vermelidir. Bilinmelidir ki, çocuklarımız âileden îtibâren, okul ve çevreden aldıkları "söz ve tavırlar"la olgunlaşabilirler. Bugün, kontrolden çıkan "yazılı, görülü ve sesli" neşriyat ile, Devlet'in, kendisine anayasada verilen yetkileri kullan(a)maması / kullandırmaması bunda en mühim unsurdur.
Tabiî ki, en önemli ve belki de başta geleni, meşhûr : "Üzüm üzüme baka baka kararır" atasözümüzdür.
Fizik kanunudur : "Suyu, hangi kabın içine koyarsanız, onun rengini ve şeklini alır." değil mi?
Kap, bu olunca; su, nasıl olsun istersiniz?
Kim ne derse desin, bütün mes'ele "Devlet" ile başlıyor. Âile içinde 'fert'; okulda "fert", câmide "fert" , kışlada"fert", sokakta "fert" veya hastahânede 'fert', yâni; "cemiyet içinde fert". "Devlet"in tanzim ettiği kaidelerle / kanunlarla / yönetmeliklerle yürümektedir / yürütülmektedir/ yürümesi gerekir.
Devlet; çıkardığı kanunları uygulamaya koyamadığı sürece, "sağlıklı, ahlâklı ve bilgili insan" yetiştiremez. Bu, mümkün değildir!
Buğday ekip, arpa biçemezsiniz!
Ammâ, bizde, buğday ekip, arpa biçilmek isteniyor!
O hâlde; kâğıt üzerinde yazılanlarla, meydanlarda haykırılanlar birbirini tutmaz, birbirine uymaz ise, siz, kâğıda ne yazarsanız yazınız , onu tahakkuk ettiremezsiniz. Kaldı ki; kâğıtta yazılanların pek çoğu da - yukarıda ifade ettiğimiz gibi- ya sakattır yahut da uygulanmamaktadır.
Meselâ, Başbakan, (2011 yılında),Türkiye Cumhuriyeti'ne hem Başbakanlık ve hem de Cumhurbaşkanlığı yapmış bir "Türk büyüğü" için: "Otur oturduğun yerde, ne işin var böyle gazete gazete dolaşıyorsun? Otur. Otur da bey zannetsinler yahu. Hâlâ rahat durmuyorsun, 87 yaşında hâlâ ortalığı karıştırıyorsun."
Derse;
O Devlet'i idâre edenlere ve yaşlılara itimat ve hürmet duyulur mu? Çocuklardan ve gençlerden, sevgi, saygı, muhabbet ve güven verici tavır beklenebilir mi?
Hani, Devlet'e güven ve büyüklere /ihtiyarlara / yaşlılara saygı?
Tenkit başka şeydir, hakaret başka!..
Hani; Ahmed Yesevî Hazretleri'nin: "Sünnet imiş, kâfir de olsa, incitme sen!" hitabı?
Nerede?..
Yaşlı olmak ve yaşlı olunca da çalışmak bir kusur mudur, yoksa, takdiri gerektirecek bir husus mudur? Lütfen düşününüz!
Peki, "yahu" nasıl bir hitap şeklidir; onu da, yine takdirlere sunmak lâzımdır, değil mi?
Cumhurbaşkanı (30 Ocak 2015'te);"Kılavuzu karga olanın...Biliyorsunuz, ben söylememe gerek yok! " diye meydanlarda hitapta bulunursa, kim, kimden, ne kadar , ne alacak / alabilecektir?
Dersiniz ki; işte, birinci ağızdan bir Türkiye tasviri!..
Yine; yaşını başını almış bir devlet salâhiyetlisi ve mes'ulü: (Çok affedersiniz, yazmak zorundayım) alenen: "Şeyini, şey ettiğimin şeyi " derse; bunun, bırakınız sokaklardaki yankılanmasını, bu sözün (!) bilhassa, lise ve üniversite sınıflarında ve koridorlarında dalgalanmasındaki fecaati düşünebiliyor musunuz?
Vakit geçti ammâ, bence, yine de düşünün! Hem de çok ciddî bir şekilde, vakit geçirmeden düşünün!...Düşünün!..Bence, düşünmeye değer!
Tabiî ki, böyle bir lisânın olup olmadığını da düşünün!..
Aynı kişi, 8 Şubat 2015'te, gazetelerde yer alan beyanatında ise şöyle diyor; "Biz yüzde 50 oy alıyoruz. Fakat geriye kalan yüzde 50'de bir nefret söylemine dönüşüyor. Biz eskiden sokağa çıkardık, etrafımız bizi çok severdi. Karşımızdaki muhalifler de saygı duyardı. Şimdi bir nefretle bakış seziyorum. Kemikleşme, kamplaşma var.
Siyasette yumuşak dil çok önemlidir. Bağırarak, çağırarak, küçülterek onu güçsüz kılarak bir noktaya getirdiğiniz zaman misal doğru mudur bilmiyorum ama kediyi çok sıkıştırırsan sonunda yüzünü cırmalar."
Sevgi değil de, niçin "nefret söylemi" acaba? "Yumuşak dil" ile, "bağır"mak, "çağır"mak ve "küçülterek..güçsüz kılmak"...kelimelerinin hatırlanması bile bir itirafın tescilidir.
Yazık değil mi bu çocuklara, bu gençlere, bu insanlara?..Bu cemiyete?..Hepimize?..
Bu misâller oldukça çok: "Ananı da al git'ten, şehitlere "kelle", bebek kaatiline "sayın", "haşhaşîler"den "inler"e kadar bir sürü garabet! "Harun olmaya geldiler Karun oldular" dan "firavunlaşmaya", "şerefsizlik"e ve "hâinlik"e kadar uzanan bir sıra ve bir sürü lâf ebeliği!..
Peki; bu zatlar böyle konuşurlarken, gençler ne yapsınlar? Evet, siz söyleyin, ne yapsınlar? ..
Bilinmelidir ki, kavramlar, sosyal işâret ve ayârlardır. Onlara yüklenen mânâlar çarpıtılır veya bozulursa, zihnî ve kalbî fitne zuhur eder; millî ve mânevî kargaşa yaşanır, tahrip başlar.
Hoşgörüsüz, sevgisiz, saygısız bir cemiyet nereye varabilir?
Hâliyle; ahlâkî zaafa zemin aralanmış, fırsat hazırlanmış olur!
Hiç şüpheniz olmasın ki, olan, budur! Gelinen nokta burasıdır!..
Meselâ; "şehîdlik" gibi, dinimize göre yüksek bir mertebede bulunanlara "kelle" diye hitap edilirse, bu kişiler, kelimenin tam anlamıyla 'aşağılanmış / küçültülmüş' duruma düşürülmez mi? Ayrıca; âile yakınlarından millete doğru , millî kültür ve dayanışma zeminde kayma yaşanmaz mı?
Zîrâ; mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de, Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah yolunda öldürülenler için ölüler demeyiniz. Onlar ölü değil diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bknz: Bakara, 154)
Diğer taraftan, hukukî ve içtimâî cihetten, suçu sabitlenmiş bir kişiye, toplum nezdinde îtibâr verecek bir ifadeyle "sayın" derseniz, hem "adâleti ve hem de içtimâî vicdânı" paramparça edersiniz.
Bunu, herhangi bir kişi belki yapabilir; o, ferdî bir harekettir; kişiyi bağlar. Ammâ, mes'ul ve salâhiyetli bir devlet adamı yaparsa, bu, fecaattir.
Elbette ki, bu örneklerden başka, daha niceleri var. Ammâ; maksadımız, bunların hepsini yazmak değildir. Zâten bu, benim edeb ve mizacıma da aykırıdır. Fakat, hakîkatlerin, millî hâfıza ve millî vicdânı tatmin bakımından belli bir îzâhla kayda alınması da zarûrî ve şarttır.
Öyleyse, bir hulâsa yapalım: zînâ / fuhuş kanunen serbestse; içki - uyuşturucu önlenemez yükselişteyse; kırıcı, tahrikçi, yalan ve müstehcen söz / yazı ve resim en son safhadaysa; ayıp - utanma diye bir şey kalmamışsa; edep / hayâ alay edilen bir mefhûm hâline gelmiş / getirilmişse; cinnet, cinâyet, hırsızlık, iltimas, dolandırıcılık...alıp başını gitmişse...Hangi mekânda / neredeyiz?
O hâlde; ahlâkî vaziyet(imiz)in ölçüsünü tâyin için hangi teraziyi arıyoruz / arıyorsunuz?
"Rüzgâr eken fırtına biçer!" değil mi? Bana kalırsa, o mevsimdeyiz!..
Alvarlı Muhammed Lütfü Efendi (1868-1956) bakınız ne muhteşem bir nasihatte bulunuyor:
"Âşık der incitenden
İncinme incitenden
Kemâlde noksan imiş
İncinen incitenden."
Bizde, ikisinden de bolca bulunmaktadır. Rabbim, sonumuzu hayır eylesin!