Darbe girişiminden şunu iyice öğrendik: Asker kışlada ülke savunması için canla başla çalışmalı, seferberlik koşulları oluştuğunda ordu-millet el ele, gönül gönüle şehadet şerbetini içmeye hazır olmalıdır.
Peki İslam dünyasında ulama denen dini önderlere ne diyeceğiz?
İşte esas bu darbeden öğrenmemiz gereken ikinci önemli ders de budur: İslâm bilginleri ülkesi, milleti, bayrağı olan bir İslâm zihniyetine hizmet etmelidir. Yani vatandaşa; cemaattaşa değil. Yani Türk Bayrağı’na; hizip filamasına değil. Yani Türkiye’ye; cemaat arazisine değil. Yani akla; hurafeye ve boşinana değil. “Namazını kılan insanlar” ile “namazını kılmayan hayvanlar” ayrımını yapan zihniyetin bunu öğrenmesi ve benimsemesi gerekmektedir.
2010 HALK OYLAMASI ASKERİ KIŞLAYA SOKACAK GİRİŞİMİ BAŞLAMIŞTIR
2010 referandumu ile imzalanan asker (seyfiye) sınıfının siyasi iradenin emrine verilmesini onaylayan süreç; tarihimizin üç egemen gücünden birisi olan askerin egemenliğine son veren çok önemli bir olaydı. Ulama (ilmiye, kalemiye) ordu ve devlet adamı (ulul emr) egemenliğinden ve hükmetmeden yönetenlerden bir kalem yani asker; halkın iradesinin emrine geçmişti. En azından yasal olarak onaylanmış halk iradesi üstündeki askeri erkin tabir caizse omurgası kırılmıştı. Böylece 1622 Genç Osman, 1808 Üçüncü Selim, 1876 Sultan Abdülaziz, 1961 Adnan Menderes, 1993 Turgut Özal katliamları sürecine son veriliyordu.
Ülkemizde “siyaseten katl” tarihi geleneğimizde mevcuttur.
Yedikule Zindanlarında “siyaset yeri” adlı giriş katındaki idam yerinin bu işin ne kadar yerleşmiş ve benimsenmiş olduğunu gösterir. İşte 2010 referandumu “siyaset yerinde siyaset gömleği” giydirip idam etme geleneğine ciddi bir darbe idi. Bunun somut anlamı beyaz gömlekle insanları yani siyasetçileri idam etmek geleneğine son vermek idi.
15 TEMMUZ 2016 DARBE GİRİŞİMİ ASKERİN KIŞLAYA DÖNÜŞÜNÜ PERÇİNLEMİŞTİR
Ama bu uzlaşı sürecinin kanlı bir şekilde pekiştirilip mühürlenmesi için ise 15 Temmuz 2016 günü beklendi.
2010 referandumu ile imzalanan mutabakat (Jan Cak Ruso’nun ifadesiyle halk mukavelesi) 2016 Temmuz ayında tarihe gömülmek üzere mühürlendi. Kan döküldü. Türkiye ve Türk Demokrasisi kazandı. Millet demokrasiyi zulme karşı tercih edecek maşeri vicdan sahibi olduğunu kanıtladı. Mürtedlerin (dinden çıkan) üssünden yönetilen hainlerin işine artık son verildi.
Ancak 2010 referandumu sadece asker ile hesaplaşma sürecinin ciddi bir kırılma noktası olduğu kadar; 2016 Temmuz asker isyanının iki önemli hususu kapsadığını görüyoruz. Birincisi askerin artık “darbe” yapma arzu ve hevesinin tamamen halk iradesiyle tarihe gömüldüğünü söyleyebiliriz. Ancak bir ikinci husus daha vardırki kanımızca üzerinde ısrarla durulması ve iyice irdelenmesi gereken ülkece hayati ehemmiyete haiz bir konudur: Amerika’daki vatandaşın “beni sevenler darbe yaptıysa ihanet ettiler” şeklinde ortalıkta dolaşan ifadesinin arka yüzünde yatan; dini zihniyetinin iflası ve sakat din zihniyetinin ne kadar millet ürettiği hususudur. Açıkça burada söylüyoruzki 1923 Cumhuriyet geleneği ile kazandığımız lâik ülke yapılanması ile de ciddi bir ilişkisi olan olgudur.
İSLÂM İNANCIMIZ MİLLET ÜRETMELİ VE BİRBİRİMİZE OLAN GÜVENİ ARTIRMALIDIR
Kısaca konuyu dallandırıp budaklandırmadan üçlü takımerkten askerin ardından ikincisi olan İslam bilgini denen “ulama” sınıfının veya cemaat, tarikat ve benzeri yapılanmaların ne kadar ülkeleri, ne kadar milletleri, ne kadar dinleri, ne kadar bayrakları, ne kadar vatanları olduğu hususudur. “Beni sevenler” bir enaniyet ve hırsın ifadesi olup “benim temsil ettiğim dini görüşü sevenler” ile eş anlamlıdır. Bu insanın ülkesi olsaydı, temsil ettiği dini görüş ülkenin emrinde olurdu. Ama onun aradığı “dini görüşünün emrinde olan ülke veya devlet” idi. Şöyle düşünelim; bu vatandaşın yönettiği gazetelerde, televizyonlarda kaç tane kendi cemaatine üye olmayan din adamlarının görüşlerine yer verilmiştir? Sadece şu sorunun cevabı dahi bunların din zihniyetinin ardındaki vahşeti ve hoşgörüsüzlüğü, insafsızlığı ve merhametsizliği, insana saygısızlığı gösterecek buzun altındaki aysbergi kanıtlayacaktır.
Kısaca Pensilvanyalı’nın örgütü; eğer ülke idaresi ile din idaresinin birbiriyle ilişkisini çözmüş olsaydı sorun ortaya çıkmayacaktı. Ama okudukları dini kitaplarda böyle bir şey yazmaz. Bu sadece Pensilvanyalı’nın sorunu değil aynı şekilde din davası güden tüm İslam örgütlerinin de sorunudur.
Kısacası bizim savunduğumuz şudur: İslam dini davası güden tüm yapılanmalar şu soruyu kendilerine sormalıdırlar: Türkiye pasaportu ile yaşıyorsak en başta Türküz ve ülkemiz ve milletimiz vardır. Var mıdır? Soruyorum. Cemaat iştahıyla hareket edenlerin ülkesi bile yoktur. Liderleri jet sikiler üstünde sarı hatunlarla Malta’larda tatil yapar. Ardından abdestsiz zikir programları düzenler. Ondan sonra da ben er değilim. Zaten günah işleyemem diye utanmadan doktor raporu alırlar. Önce ahlak, insan gibi kavramları öğrenmeleri sonra da bizim okuduğumuz Kur’anı Kerim’i okumaları gerekir. Hepsi budur vesselam. Önce vatana iman edeceksiniz sonra cemaatiniz olacak. Önce cemaat imanı olursa ortada otorite, ülke, millet diye bir kavram kalmıyor. Bunu görmek zorundayız. Önce ülke düzenine itaat edeceksiniz; cemaat, tarikat şeyhi taslaklara kölelik ve kulluk değil. Önce yurttaş olacağız, sonra cemaatdaş. Önce vatandaş olalım; satırların sahibi sizinle beraber son nefesine kadar cemaatdaş olmaya hazırdır.
15 TEMMUZ 2016 GECESİ MİLLİ İRADE MEYDANLARDAYDI
Askerin egemenliğine artık hem hukuken hem de fiilen son veren 15 Temmuz 2016 Cuma gecesi milletin sokağa çıkmasıyla başlayan olaylara şöylece bireysel deneyimimizle bir bakalım: Milletin demokrasiyi yok edeceğini ve darbenin felaketi çağıracağını bildiği bu hain girişime karşı bilinci tam ve yerinde idi.
16 Temmuz 2016 günü sabaha karşı evden çıkıp yaklaşık 2,5 km. uzaktaki Samsun Cumhuriyet Meydanı’na doğru yürürken saat 01.30 sıralarıydı. Halk genci, yaşlısı yollardaydı.
MHP li gençler ve AKP li vatandaşlar ortak bir hedefe doğru yürüyorlardı. MHP li gençleri parmak işaretleri ve sıloganlarından tanımak mümkündü. CHP li vatandaşlar da bulunduğunu düşünüyorum. İşte bu “millet” olmak için önemli bir engeli “parti enaniyetini” aşabileceğimizi gösteriyordu. Çok duygulandım ve gelecekten ümitlendim. Millet vardı her yerde. Sokaklarda ne bir polis, ne bir asker ne de bir tank gördüm.
Ülke iç savaşa mı gidiyordu? Sorusunu sorarak evden çıkmıştım. Artık 60 yaşındaydım.
Endonez hanım endişeliydi yaşı 45 idi. Ülkesinde böylesi olaylar da insanlar adeta kılıç kalkan ile boğazlarından kesilerek vahşi bir şekilde katlediliyordu. 1998 olaylarına Cakarta’da bizzat şahit olmuş idi. Geri geldiğimde rahatsızlanmıştı ve yatıyordu. Meydanda ise halk toplanmıştı. Halk demokrasiye sahip çıkmak için haykırıyordu. Halkın iradesi susturulamaz yazısı panoda parlıyordu. Her ikisine de siyaseten muhalif olmamıza rağmen bunun hiçbir önemi yoktu. Bu mesele Türkiye meselesiydi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bey ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli beyin sıcağı sıcağına harekete destek vermeyıp açıkça karşı çıkması ve ardından CHP Genel Başkanı’nın son dakika da olsa doğru trene binip darbeye karşı çıkan beyanatları mazimizde bu husustaki “kara sicili” kapatıp bir temiz sayfa açtı. Kanımızca bu da çok önemlidir. Bu tutumun sürdürülmesi temennisi içindeyiz.
Demokrasinin bir “ödün kültürü” olduğunu artık iyice benimsemek zorundayız. Türkler millet mi olacak yarı halk mı olacak, buna karar verme zamanı geldi diye yazan Japon araştırmacıların ihtiyatlı ifadelerini önümüze koyduğumuzda eğer millet olacaksak seyfiye sınıfının ardından ulama sınıfını da “aklın” ve “milletin” emrine vermenin zamanı geldi diyoruz. Yoksa mezkur darbe girişiminin arkasında olduğu artık milletin maşeri vicdanında belgelenmiş Pensilvanyalı vatandaş ve ardıllarını da üretmeye devam edeceğiz. Sadece Pensilvanyalıya hasredilecek bir ulama sultası ülkemizin geleceği için hala mevcut karamsar düşünceleri gideremeyecektir.
ASKER SİYASİ İRADENİN ULAMA DA AKLIN EMRİNDE OLMAK ZORUNDADIR
Eğer askeriyenin siyasi iradenin emrine verilmesi demokrasi beklentimizi karşılayacaksa bir o kadar da önemli olan ulama sınıfının da aklın emrine verilmesi ülke bütünlüğü açısından beklentimizi karşılayacaktır. Bu husus birbirini tamamlayan ve hayati önem arzeden bir konudur. Ülke bütünlüğünü koruyacak yegâne ilke; lâik ilkelerdir. Bu konu gündeme getirildiğinde çok tepki çekmekteyiz. Ama biz inadımızı sürdüreceğiz. Bu ülkede lâiklik adına halka çok eziyet edildiği için tepki çekmekte olduğunu kabul etmemize rağmen İslâm ülkelerindeki şeriat adına yapılan uygulamaların gerçekten ne akıl ne de vicdan çerçevesi içinde ele alamadığımız için işin bu yönüne vurgu yapmak ısrarımızı vurguluyoruz.
BU ÜLKEDE PENSİVANYALI ZİHNİYETİ YOK EDİLMELİDİR
Pensilvanyalı olmak isteyen ve o yolda ilerleyenler vardır bu ülkede. Bunların darbeci asker zalimlerden bir farkı yoktur. Bu yolda bir dairesi ve 50 bin dolara yakın parasını “İslam’a hizmet ediyorlar” diye hiç düşünmeden yok eden bir kalemin itirafıdır. 2009 yılı Endonezya seyahati satırların sahibinin İslâm düşüncesinde bir inkılaptır.
Allah göstermesin Pensilvanya güçleri iktidar gelseydi. esasında ne gibi bir güç iktidar olacaktı? Biraz düşününüz. Bir sünni İslam düşüncesini savunan kişinin; mezhebi, milleti, ülkesi, vatanı olmayan bir din düşüncesi iktidara geleceketi. Sadece böylesi bir felaket dahi lâik ülke yapılanmasını muhafaza etmenin ne kadar öneme haiz olduğunu göstermektedir, diy mi? Bu nasıl bir İslâm davası güdücüleridirki satırların sahibine “Allah rızası mı o ne demek o? Ben anlayamadım?” diyebiliyordu.
Burası Pasiad Cakarta idare yeri ve 2013 yılı idi. Bunların ne İslâmı var. Ne de dini var. Ne de vatanı var. Bu açıdan şu anda ülkemizde yasal çerçeve içinde din davası güdücülere samimi bir uyarımız vardır: Eğer sizin ülkeniz, milletiniz, bayrağınız var ise Türkiye adlı bir ülkenin emrinde olmanız gerekir. Hangi dini cemaat olursanız olunuz, ülkemizin ve milletimizin emrinde nasıl çalışacağınızı düşününüz.