Düşünce, insan olmanın en temel göstergesidir. Düşünmeden insan olmanın erdemine varılamaz. Düşüncelerimiz, yaşanmışlıklarımız, bilgilerimiz, ilgilerimiz ve hayallerimizin yoğurduğu bir karışımdır.
İnsan düşüncelerini, sözle, yazıyla, seslerle (müzik), hareketlerle (halk oyunları, çeşitli danslar), çizgiyle veya sahnede, sinemada canlandırarak sanat yoluyla anlatır.
Bir düşüncenin kime ait olduğu değil, anlamlı olup olmadığı, bizi, toplumu ne kadar ilgilendirip ilgilendirmediği, açıklandığında bundan kimlerin çıkar sağlayacağı ya da zarar göreceği önemlidir.
Yıllar önce başka yerlerde bir kini körüklemek, birikmiş bir intikamı alabilmek için atılan tohumları besleyip sulamak için özenle seçilmiş yamuk akıl sahipleri özenle beslenip büyütülür.
Basın ve yayın organları, sanat ve sinema bu işler için çok önemli vitrindir.
Çeşitli ödüller, tanıtım organizasyonları, magazin haberleriyle önce bir tip yaratılır, topluma o dayatılır… ve esas söylenmek istenen onlara söyletilir.
Her dizide onlar oynar, her programın konuğu onlardır… Kameralar hep onların üzerindedir. Giydikleri, kullandığı eşyalar, gittikleri mekânlar bir anda toplumun vazgeçilmezi olur.
Kimse kimseye “falan mekânda eğlenmezsen seni asarız, en iyisi burasıdır, en kaliteli marka budur, bunu içersen daha akıllı olursun, buradan geçersen hacı olursun…” diye dayatmaz. Ustalıkla bağımlısı yapılır insanlar bazı markaların…
Söz gelimi ben, bu parlatılmaya çalışılan zorlama tipleri hiç sevmedim. Arkasında bir hinoğlu hinlik olduğunu düşündüm yıllar yılı…
Dizisini, TV Programlarını, şarkıların dinlemedim, kasetini almadım, onları sevenlere, kasetini alanlara yakın durmadım. Bu yüzden hayal kırıklıklarım az oldu.
Adı parlatılan nice naylon kahramanlar hep arıza verdiler sonradan. Bir kısmı başka ülkelerin saygın vatandaşı oluverdiler birden bire…
Kimi dinimizi, kimi milliyetimizi, kimi Atatürk’ü sorguladı, sorgulattı yaptığı işlerle…
Bir “Mustafa” filmi çekildi, oradaki Mustafa, Atatürk olamazdı ama sanat adına yapılmış gibi algılayan algısı kıtlar, düşünce özgürlüğü adına sabır gösterdi düşüncesizler.
Bir Çanakkale filmi yaptırıldı birisine “Gelibolu” adında, ANZAK’lar kutsandı, Mehmetler yok sayıldı. Üstelik ödenek bile ayrıldı filim için.
Bir dönemi anlatan dizilerde eli silahlı militanlar halk kahramanları, hak arayıcısı yiğitler olarak yansıtıldı acımasızca…
Ne yaptın sen, sanat.
İnsan olabildiğince hür müdür?
Her düşünce açıklanmalı mı?
Nasıl açıklanmalı?
Toplumun hukuku nerede başlar, nerede biter?
Bir toplumun değerleriyle oynanmasından kimler kazançlı çıkar?
İnsan sorgular, yargılar ve yorumlar.
Niçin, nasıl, şimdi zamanı mı, bu adam bunu niçin dedi, bu konuda daha önceki söyledikleriyle çelişki var mı, şimdi niye anlatıyor, bundan kim, nasıl kârlı çıkar… gibi sorularla akıl teknesinde yoğurmadan, sorgulamadan bir yargıya varmak ve yorum yapmak mümkün değildir.
Bir sözü, bir eseri algılama, anlama ve yorumlama gücümüz, bilgi ve görgü seviyemizle çok ilgilidir.
Herkes her sözü, bilgiyi aynı derecede algılayıp yorumlayamaz.
“İstanbul Boğazı” desem kimisi tarih ve coğrafya bilgisiyle, kimisi bir şiir, türkü veya şarkıyla yapışır konuya…
Bir başkası boğazda balık-rakıyı hatırlar, Emirgân’da içtiği çayı, kol kola gezdiği sevgiliyi…
Balıkçılık yapan biri fırtınalı ayazlarda azgın dalgalarla boğuştuğunu hatırlar.
Her düşünceye saldırmak veya sarılmak akıllı adamın işi değildir.
Şap diye atılanı hap diye kapan akıl düşünce üretemez. Onlar akılcı değil nakilci olurlar.
Kalıplaşmış düşünceleri yayanlar kulaktan sokmazlar fikirlerini, damardan dolaylı olarak sokarlar. Sanat yoluyla girerler damardan.
Her üretilen düşünceyi, her haberi ilim sahipleri başka anlar irfan sahipleri başka
Ömer Seyfettin Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kabataş Lisesin'de öğretmendir, tutturmuş bir ara günde onlarca defa ''İlim başka, irfan başka, âlim başka ârif başka ''demektedir.
Arkadaşları sıkılmış, zaten fazla da anlamlı bulmamışlardır.
Ömer Seyfettin bir gün heyecanla öğretmenler odasına girip;
-Müjde, gizli bir haberim var, Almanya'dan bir vagon şeker geliyormuş, der,
Ogünlerde ekmek ve şeker karneyle dağıtılmaktadır. Öğretmenler bu habere sevinır.
Az sonra hademe girer odaya, Ömer Seyfettin ona da müjdeyi verir. Ancak hademe sevinmez, yüzünü buruşturup der ki:
-İnanma beyim, şu harp günlerinde Almanlar şekeri nereden bulacaklar, bulsalar kendileri yerler, bize göndermezler…
Bunun üzerine Ömer Seyfettin zıplamaya, ellerini çırpmaya başlar:
-Arkadaşlar, ben sizi kandırdım, şeker filan gelmiyor. Sizleri kandırdım ama hademeyi kandıramadım; çünkü sizler ilim sahibisiniz, âlimsiniz, o ise okumamış fakat irfan sahibi, arif bir insan. İşte ilim başka, irfan başka, âlim başka, arif başka bu anlama geliyor, der.
İrfanı çizik okumuşlar elinden çok çektik.
Global dünyanın okumuş köleleri karşısında irfanı yüksek hademeleri sevmemek akılsızlıktır, düşüncesizliktir.