Bu başlık, bana âit değil; büyük mütefekkir S. Ahmet Arvasî’ye âittir. O; bu yazısına şöyle başlıyor:
“ İslâm Terbiye Sistemi’nde, “ ilk” ve “ en güzel örnek”, bizzat Şanlı ve Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’dir. (O’na binlerce selât ve selâm olsun). Diğer insanlar, ilim ve fikir adamları, ahlâk kahramanları, O’na benzedikleri ve yaklaştıkları nisbette “ nümûne-i imtisâl” olabilirler. Yâni, Sevgili Peygamberimiz, tâlim ve terbiyemizin “ mihver şahsiyeti” dir.” ( Bknz: S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-2, Model Yayınları, İstanbul, Haziran 1989, sy.209)
Yaşadığımız dünyâda , insanoğlunu rahatsız eden hâdiseler ne kadar çok olsa da, fert ve cemiyet olarak, onları idrâk etmekteki isteksizliğimiz, bize, vahâmetin derecesini maalesef göstermiyor.
Teknolojinin sür’atli ilerlemesi, insanları mes’ut etmiyor. Huzurdaki tekâmül, iç bünyeyle alâkalı olduğu için, dıştan gelen göstermelik tavırlara aldanıyor ve saâdeti başka mecrâlarda arıyoruz. Halbuki, saâdet denilen şey, tamâmen bizim içimizdedir. Tabiî ki, onu istiyorsak!
Bu da demektir ki; teknolojinin getirdiği nimetler ayrı bir şey, saâdet ve huzur ayrı şeylerdir. Yoksa; telefonun, televizyonun, bilgisayarın ve her türlü hizmet vasıtasının geliştiği ve gelişmeye devam ettiği bu dünyâda, huzur ve sükûn, birdenbire olmasa bile, tedrîcen hedefine ulaşır, bugünkü hâliylehiçbir kavgaya da muhatap olmazdık.
Halbuki, durum hiç de böyle değil hattâ tamâmen tersidir. Burada durup, hep berâber : “ Niçin?” diye sormamız gerekmez mi? Bunun sebeplerini araştırmak için ilmî teşhis, tesbit ve tahliller yapmaya niçin ihtiyaç duyulmaz? “ İctimâiyyât ” ilmi ile, onu destekleyen diğer ilimler ne için vardırlar? Demek , gerekmiyor ki, hiç kimse böyle bir soru sormuyor!
Tâbiri câizse, günümüzde,ortalık toz-dumandır. Ne sözde / kelâmda, ne de tavırda/ amelde, nezâket, letâfet ve zarâfet vardır. Nezâketin, letâfetin ve zarâfetin olmadığı yerde, fazîlet, edeb ve âhengin bulunması mümkün müdür?
O hâlde, çâre nedir ve nerededir? Yüce Allah, Kurân-ı Kerîm’de, Kâinatın Efendisi’ne şöyle buyuruyor: “ ( Ya Muhammed) Rabb’inin yoluna; hikmetle, güzel söz (nasihat) ile dâvet et.” ( Nahl, 125 ). Ve bir başka âyette de, Peygamber Efendimiz nezdinde, insanoğluna şöyle buyurulmaktadır: “ Sana emredildiği gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 112)
İnsan, hem “ eşref-i mahlûkat” ve hem de “ en güzel biçimde yaratılan” ( Et-Tîn, 4)dır. O; dâimâ sözde ve tavırda güzelliklere lâyıktır. Ancak; başta kendisi, “ doğruluk ve güzellik” üzerinde bulunmalı ve yürümelidir. Bu hususta, örnek alacağı tek “numûne”, Hadîs-i Kutsî’de de ifade edilen: “ Sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım.” buyurulan, Sevgili Peygamberimiz’in mübârek sözleri ve hareket tarzlarıdır. Ve elbette ki, bu cümleden hareketle, O’na tâbi olmaktır.
Çünkü, Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “ Resûlullah’da sizin için pek güzel bir örnek vardır.” ( Ahzâb,21).
Reçete hazırdır. Kılavuz bellidir. Yol, âşikâr ve apaçıktır. Yangını söndürmek için biraz emek lâzımdır o kadar!
Fakat, görünen odur ki,” iftfaiyecilerin ekserisi” pek de oralı değildir. Peki, ne beklenmektedir? Bu da, belli değildir. Türkiyemiz ve bütün dünyâ, hızla, bir yere doğru yol almaktadır. Hani bir sözümüz vardır: “ Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyâmete” diye, o tarz bir hâlde bulunmaktadır dünyamız.
Halbuki; elbirliği ve işbirliği yapılacak tek husus, insanlık adına budur. Dünyânın geleceği için, elbirliği ve işbirliği yapılacak tek müşterek husus, insanı, fert fert ve âile âile kurtarmaktır. Suçsuz yere öldürülen, katledilen çoluk çocuk, kadın ve ihtiyarların veballeri, tek tek hepimizin üzerinedir. Herkes, doğruluk ve güzelliği önce kendinde yaşamalı ve uyarıcılık vazîfesini de yapmalıdır.
Çâre: “ Emr-i mâruf nehy-i anil münker yapmak” ( Tevbe ,71 ; Âl-i İmrân, 110) yâni, insanlara “ iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak” için gayret sarfetmektir. Bu da, ancak: “ güzel örnek” le, “ güzel örnek ” e tâbi olmakla mümkün olabilir.
Neden kaçıldığını, neden korkulduğunu, nelerden uzak durulduğunu kimse bilmiyor? Zayıflıklardan medet umuluyor. Vehimlerle, korkularla, endîşelerle vakit kaybediliyor. Etrafımızı çepeçevre kuşatan; iltimas, rüşvet, soygun,cehâlet, riyâkârlık, cinâyet, her türlü akıl almaz tecâvüz, cinnet, gasp, hırsızlık, zulüm, ihânet, işkence, iftira, yalan, fuhuş, korku, uyuşturucu belâsı, aldatma, yolsuzluk..ve müstehcenle haşir-neşir bir cemiyetin ortasında kıvranan mâsûm çocuklarımızı ve “ iğreti” bir hâl almaya başlayan âile düzenimizi sağlamlaştırmanın çârelerini yeniden gözden geçirmemizin lüzûmundan kimse söz etmiyor.
Bu saydıklarımızla, bütün dünyayı saran ve sarsan kepâzeliklerin, sâdece maddî p(i)lânda, sâdece tabiatı/çevreyi kirleten bir hareket olarak değil; bunların da tesiriyle, insan p(i)sikolojisini de felç eden bir tahribatı da meydana getirdiğini söylemek istiyoruz.
Dış cilâlarla ve süslü cümlelerle yapılan “ kandırmaca” sözlerin insanlığı taşıdığı noktada, sanılıyor ki, bugünün görünen vaziyeti, târih boyunca yaşanan “ vahşet”lerden azdır. Hayır !..Bunu söylemek, aslâ ve aslâ akıl kârı değildir!
Bebeklerin, çocukların, hâmile kadınların, takatsiz ihtiyarların hâince kesilip doğrandığı, acımasızca kurşunlanıp delik deşik edildiği bu bataklıkla, geçmişin mukayesesini yapmak bile istemiyorum. Hani “ medeniyet” çağındaydık? O, sözü edilen “ üstün medeniyet” bu mudur?
Bilinmelidir ki, o üstün medeniyet, “ En Güzel Örnek”tedir ve “ En Güzel Örnek” ledir..
Yazar Ergun Göze’nin ne kadar güzel bir tespiti var. Diyor ki: “ İlk defa Muzafferiddin Gök Börü isimli bir Türk, O’nun (Peygamber Efendimiz’in) doğum gününü haftalar süren ilmî sohbetler, toplantılar ve ziyâfetlerle, hayır eserleriyle kutlama âdetini getirdi. İlk defa bir Türk, Süleyman Çelebi, O’nun fazîletlerini bütün dünyaya yankılandıran Mevlid’i yazdı ve içine o kadar yoğun bir sevgi koydu ki, Rum ve Arap illerinde de Türkçe mevlit okundu. Ve Türk Milleti, O’na olan bağlılığını, îmânının kefili olan askerine O’nun ismini Mehmetçik şekline sokarak vermekle bir daha gösterdi. Hem de nezâketin en üst perdesinden:
“ Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl?”
( Bknz: Ergun Göze, En Büyük İnsan, Halk’a Ve Olaylara Tercüman Gazetesi, 13 Mayıs 2003, sy.3 )
Öyleyse; insanlık, neyi aramaktadır veya beklemektedir?
Öyleyse, insanım, diyen biri; bir diğer insana, hattâ bir canlıya misket bombası yağdırır mı? İnsan vasfındaki biri, belli menfaatler uğruna, bir diğerini, mâsûm istekler imiş gibi göstererek haksız yere-hattâ haklı yere- kimyevî veya biyolojik silâhlarla eritip, çökertir mi?
Maalesef, bâzı devlet adamlarının, parti başkanlarının, üniversite hocalarının, kısacası ağzı lâf eden pek çok zevâtın “ argo” lisanda(!) ittifak etmişcesine ve ısrarla küfürlü/argo/müstehcen sözleri, zihinleri allak-bullak ettiğinin şâhidi olmaktayız. “ Utanma hissi”nin bu derece zayıfladığı bir başka zaman dönemi var mıdır, diye düşünüyorum ve dehşete kapılıyorum. Bu tarz “ galîz” kelimeler hangi kültürün ve hangi medenî anlayışın mahsulüdür, bilmek isterim.
Bu, nasıl bir siyâset, ilim, kültür ve san’at üslûbudur? Cemiyetin önündeki siyâset adamları, ilim erbabları, kültür ve medeniyet inşâcıları, güzelliği inşâ, ihyâ ve ikrâmdan başka hiçbir hedefleri olmayan san’atkârlar, nasıl bu tarzda konuşabilirler, başkalarına hitapta bulunabilirler?
Bugünün insanı, maddeye gömülmüş, “ ben” merkezli bir kıskacın pençesinde acı çekerken, salâhiyetli ve mes’ullerin umursamaz tavırlı sözlerle kükremeleri, aslâ tasvip görmeyeceği gibi, gelecek nesillere de birer kötü örnek olarak intikal edecektir.
Televizyon ekranlarındaki “ söz ve tavır müstehcenliğinin” , aynîlik’le, stadyumları inleten çılgınlıklardan ne kadar farkı vardır, düşünülmeğe değerdir. Ağızları, bu kadar “ galîz sözlerin” doldurduğu mekânlarda, “ millî maârifin ve millî kültürün kazanımlarından” nasıl söz edebiliriz?
Ahlâkîliğin, bilhassâ salâhiyetliler tarafından murakabe altına alınamayışındaki garipliği ve bundan hâsıl olan “ zihin ve gönül tahribatının” dehşetini de düşünmek dahi istemiyorum.
Demek ki; bunca zamandır, “ En Güzel Örnek”i yeterince tanıyamadık ve tanıtamadık. O’ndan ilhâm alan, Ahmed Yesevîleri, Mevlânaları, Yûnus Emreleri, Hacı Bektaş-ı Velîleri, Mîmâr Sinanları, Süleyman Çelebileri, İmam-ı Azamları, İmam-ı Matûridîleri, İmam-ı Gazalîleri, İmam-ı Rabbanîleri, Abdülhakîm Arvasîleri, Necip Fâzılları…gönüllere nakşedemedik. Yazık!..
Son sözümü – O’na, milyonlarca selât ve selâm ile- “ Sevgili Peygamberim” başlıklı beyitimle söylüyorum:
“ Duymasa kulaklarım, görmese de gözlerim;
Senin ümmetindenim, Sevgili Peygamberim!”