Türkiye-İsrail gerginliği hakkında Beyaz Saray’ın ne düşündüğü sorusu, Obama-Erdoğan görüşmesinin en çok merak edilenleri arasındaydı. Zirve sonrasındaki açıklamalar ve basına sızan diğer bilgileri üst üste koyduğumuzda, toplantıda ABD tarafının iki ülke arasındaki ilişkilerin onarılması yönündeki temennilerini tekrarlamakla yetindiği anlaşılıyor. Buna, Başbakan Erdoğan’ın beyanlarına yansıyan, Türkiye’nin Mavi Marmara hadisesindeki mağdur pozisyonunun inkar edilmediği bilgisini de ekleyelim.
Yüzyüze ilişkilerdeki bu “nötr görünümlü” tavrın arkasında, dünya sistemindeki değişimlerden halihazırdaki Ortadoğu denklemine kadar bir dizi değişkene dayanan hesaplamalar yatıyor. Terazinin İsrail kefesini, temelde Amerikan sistemi içindeki siyasi gücünün ağırlığı dolduruyor. Bir müttefik sıfatıyla ABD’ye doğrudan sağladığı fayda ise, geçmişe göre aşınmakla birlikte Washington’da hâlâ önemseniyor. 2006’daki Lübnan saldırısı, İsrail’e atfedilen askeri değeri azaltmış durumda. Ortadoğu’da ayakta kalmaya çalışan bir demokrasi olma iddiası ise, Arap Baharı’nın rüzgarı ile sarsılıyor. “Dökme Kurşun Operasyonu” ve Gazze Ablukası gibi insani dramlar yaratan eylemleri, Batı sisteminin İsrail karşısında hissettiği ezikliğin vicdani temellerini tahrip ediyor. Bölgedeki yalnızlaşması derinleştikçe, yaşayabilmek için okyanus ötesinden aktarılacak desteğe sürekli muhtaç bir getto devlete dönüşme riski artıyor.
İsrail’in Amerikan terazisindeki ağırlığını azaltan faktörlere ilişkin listeyi daha da uzatmak mümkün. Ancak tüm bunlara rağmen ABD, üstelik tarihinin Tel Aviv’e en mesafeli yönetimi iş başındayken Türkiye-İsrail denkleminde ancak görünüşte “nötr” bir tavır takınabildi. Öte yandan aldığı fiilî diplomatik pozisyonla ise Türkiye’nin İsrail üzerinde baskı kurma araçlarını etkisizleştirmeye girişti. Filistin’in BM’ye başvurusu hususunda İsrail’e destek verdiği, Netenyahu’nun ifadesiyle “onur madalyasını hak eden” konuşma bu durumun en açık örneği.
Kongre’nin özellikle Cumhuriyetçi kanadında büyüyen tepkiye baktığımızda, Amerikan Başkanı’nın geçen sene durduğu yere göre bile daha geri bir noktaya niçin çekildiğini anlamak zor değil. 2012’de Obama’nın Başkanlık için yarışacağı muhtemel rakipler arasında gösterilen Rick Perry ve Mitt Romney’in beyanları, tartışmanın seçimlere taşınacağının en açık işareti. Türkiye’de uzun yıllar aklı başında bölge uzmanı sıfatıyla görüşlerine başvurulan emekli bir büyükelçinin, Amerikan 6. Filo’sunun Doğu Akdeniz’e gönderilmesi için çağrı yaptığını söylemek karşımızdaki manzaranın tasviri için yeterli olmalı.
Bununla birlikte, terazinin diğer kefesindeki, Amerikan yönetimini gerilime açıkça müdahil olmaktan caydıran ağırlığı da açıklamamız gerekiyor. Türkiye’yi ABD’yle ittifakı boyunca değerli kılan geleneksel parametrelere “modellik” tartışmaları gerçekten yeni bir şeyler ekliyor mu? Bu sorunun cevabı için önce, dünya düzenindeki Türkiye’yi “eksenini” değiştirmeden sistem içindeki ağırlığını arttırmaya teşvik eden dönüşüm dinamiğini hatırlamalıyız. Küresel ekonominin sıklet merkezi, büyük bir hızla Asya ya doğru kayarken Batı nın tartışmasız üstünlüğü altında geçen insanlık tarihinin en uzun yüzyılının sonuna yaklaşıyoruz. Dünya, çok merkezli hale gelerek genişliyor. Bu büyük alt-üst oluşun yarattığı jeopolitik depremlerin en önemli sahnelerinde biri ise Ortadoğu.
Tek kutuplu ân geride kaldı. ABD, yükselen rakipleri bu hayati bölgenin kapılarını zorlamadan önce arkasında istikrarlı bir düzen bırakarak geri çekilişini örgütlemek zorunda. Kalıcı bir düzen için ise bölgede Batı’ya yönelik öfkenin biriktirdiği şiddet potansiyelinin yeni bir meşruiyet dairesi etrafında sisteme kanalize edilmesi lazım. Batı’yla işbirliği yapan diktatörlükler, kendi toplumları üzerinde kurdukları baskıyla bu öfkeyi perçinliyorlar. Üstelik Çin gibi demokrasi olmaksızın zenginleşilebileceğini gösteren güçler, çok uzak olmayan bir gelecekte Ortadoğu’da daha ciddi jeopolitik ortaklıklar kurmaya başlayacaklar. O zaman söz konusu otoriter yapılar, reform çağrılarına kulaklarını tıkayacak bir dayanak bulacaklar. Dünyanın genişleyişi, ABD’nin zamanını daraltıyor.
Türkiye’nin Ortadoğu’daki modelliği meselesi bu denklemin önemli bir parçası. Türkiye, diktatörlüklerin ezdiği kitlelere, demokrasi aracılığıyla hem içerde hem de dışarda özgürleşebilecekleri vaadinin somut örneği olarak takdim ediliyor. Demokratik meşruiyete sahip yönetimlere kavuştuklarında Batı sisteminin parametrelerinin kendilerine uluslararası ilişkilerde hak arayabilecekleri işe yarar bir alan açacağına inanabilmeleri ise İsrail karşısında takınılacak tavra bağlı. Bu yüzden, “model ülke” Türkiye’nin uluslararası hukuk aracılığıyla meşru adalet taleplerine karşılık bulamayışı, “post-İslamcı” evreye geçilmesi karşılığında vadedilen demokrasinin Arap Baharı’nın sokağa davet ettiği kitleler nezdindeki itibarını zedeliyor. Bu ilişkiye dikkat çeken Türkiye, “post-Siyonist” bir İsrail olmadan demokrasilerin serpildiği bir Ortadoğu kurulamayacağını anlatmaya çalışıyor.
Bu sırada da, “eksen kayması” tartışmalarıyla bütünleştirilen anti-semitizm ve İslamofaşizm gibi beylik ithamların tesirini azaltmak için ABD’yle ittifakını teyid edecek somut adımları daha hızlı atma ihtiyacını hissediyor. Malatya’ya kurulacak radar ve Suriye meselesi bu durumun örnekleri. İsrail’le sistemin dışına çıkmadan mücadeleyi riskli hale getiren bir dinamiğe de kapı aralıyor bu gelişmeler. Ya ABD’yi bilek güreşi boyunca “nötr” tutabilmenin bedeli, terazinin kefesinin gittikçe daha fazla ve arzu edilmeyen şeyle doldurulması olursa? Gelişmeleri izlerken not edilmesi gereken bu soru, “model ortaklığın” dayandığı dengelerin kırılgan cephesini de gösteriyor.