Fransa’daki tartışma, Anayasa Konseyi’nin devreye girmesiyle yeni bir aşamaya geçti. Bu önemli başarının altında tüm Türkiye’nin imzası var. Eğer yasa kısmen veya bütünüyle iptal edilirse, Türk diplomasisinin Fransız siyasetindeki çatlakları kullanma becerisi ilgili herkes tarafından dikkatle not edilecek. Peki ya düşünmek bile istemediğimiz ihtimal gerçekleşirse? İç hukuk yollarının büyük bir hızla tüketilmesi, Avrupa’da Sarkozy’nin adımlarını izlemeye hevesli kesimleri teşvik edecektir. O zaman da, özellikle Fransız başbakanının partisinden gelip kanunu Anayasa Konseyi’ne götürecek yolu açan imzaları mercek altına yatırmamız gerekecek. 29 Şubat bu bakımdan kritik bir tarih.
Biz olumlu senaryo üzerinden konuşmaya devam edelim. Diyelim ki, yüksek mahkeme söz konusu kanunu Anayasa’ya aykırı buldu, benzer mahiyette yeni bir teklif için de kimse girişimde bulunmadı. Meselemiz halledilmiş mi olacak? Elbette hayır. Ancak, medyanın konuyu ele alış biçimine bakılırsa, her şeyi hemen unutmaya ve yeni bir kriz kapımızı çalana kadar da hiçbir şey olmamış gibi davranmaya hazırız. Çünkü yüz yüze olduğumuz sorunun gerçek derinlik ve boyutlarını hâlâ kavrayabilmiş değiliz. Şu kadarını söyleyelim; Türkiye, Ermeni diyasporasının 1915 olayları hakkında ileri sürdüğü tüm tezleri tazminat talepleri de dahil olmak üzere kabul etse bile kendisini hedef alan benzer saldırıların menzilinden çıkamaz. Peki niçin?
Bu sorumuza, Türkiye’nin insanlığın anlam haritasındaki yerini, tarihini ve artan gücünü buluşturan bir üçgene bakarak cevap aramalıyız. İşe ilk köşeden, “anlam haritası” mecazından başlayalım. Yeryüzünün fizikî, siyasî vb. kriterler esas alınarak kağıt üzerinde temsil edilişine âşinâyız. Sahip olduğumuz, ancak bu düzeyde somutlaştırmadığımız anlam haritalarını ise yürek ve zihinlerimizde çizeriz. Belirli ülkeler, başkentler, bölgeler, yahut bazı mekan adları telaffuz edilir edilmez ruhumuza dolan çağrışımlar, aslında adı anılan yerlerin haritamızın neresine düştüğünü gösterir. Bu düzeydeki sınıflandırma esnasında coğrafî özellikler belirleyiciliklerini yitirirler. Bir gül bahçesini çöl olarak işaretleyebilir, çorak toprakları ise zümrüt yeşiline boyayabilirsiniz. Lakin seçimleriniz keyfi değildir. Fırçanız anlam coğrafyanızı renklendirirken öncelikle tarih tasavvurunuza başvurur. Yani üçgenimizin ikinci köşesi devreye girer.
İyi hatıralar, anlam haritasında köşe başı bir mevkiye kurulmak için altın değerindedir. Ancak bunlar sadece geçmişe hapsedilmiş güzel anılarından ibaretseler dünya politikasının aktüel akışını etkilemezler. Bu yüzden de fazla kimseyi rahatsız etmeden, zamanın kendilerini unutkanlık ırmağının kollarına bırakmasını beklerler. Arada sırada, mevcut gidişatın olumsuzluklarına işaret etmek amacıyla yâd edildiklerinde, “hamaset” eleştirisiyle karşılanırlar. Tarihten gelecek için umut devşirmeye çalışanlar, çoğu kez paşa dedelerinin yiten konağına ağıt yakarak avunan biçare evsizlere benzetilirler. Ciddiye alınmamalarının temel sebebi, anılan mazinin ihtişamı ile hâlihazırdaki vaziyetleri arasındaki uçurumdur. Zayıf omuzlara, geçmişe bile ait olsa hiçbir büyüklük yakıştırılmaz.
Fakat bazen bu kader çemberi kırılır. Anlam haritaları, bugünü şekillendiren jeopolitik denklemlerle örtüşerek güncellenir. Güzel anılarla özdeş coğrafyalardaki kıpırdanışlar, hafızalardaki kilitleri açarak dün ve bugün arasındaki nisyan duvarını yıkarlar. Önceki kuşaklardan miras kalan mevkideki inşâ faaliyeti, kadim dostların yüzlerini güldürür, eski düşmanlara ise karalar giydirir. İkbal devirlerinizde iyi işler yaptığınızı düşünenler, maddi gücünüzdeki yükseliş ivmesini desteklerler. Çok daha kuvvetli, ancak insanlığın anlam haritasında çorak bir yere sahip aktörler, olayların akışına sizin kadar etki edemediklerini görerek şaşırırlar. Uluslararası rekabetin dinamikleri, devreye girişinizle değişir. Artık üçüncü köşeye geçtiğimizin farkındasınız değil mi? Lütfen tam bu noktada, Türkiye’nin küresel sistem içindeki çapını genişletme çabasıyla paralel ilerleyen tartışmaları hatırlayın.
Şimdi köşeleri birleştirelim. Türkiye, insanlığın anlam haritasında çok özel bir mevkiye sahip. Bunu borçlu olduğu faktörler arasında tarihin önemli bir ağırlığı var. Zamanın ruhuna uygun biçimde attığı adımlar, maddi yeteneklerindeki gelişme ivmesi ve jeopolitik çevredeki değişimler, anlam coğrafyasındaki konumunu yukarıda bahsettiğimiz gibi güncelliyor. Tamamlanan bu zincir, maddi güç artışını daha da hızlandıran yeni bir çevrim başlatıyor. Türkiye’nin rakibi olsaydınız, çizdiğimiz manzara karşısında ne yapardınız? Diğer şeyler yanında, üçgenin köşelerini birbirinden ayırmak için tarihin algılanış şeklini hedef seçmeniz akıllıca değil mi?
Öyleyse karşımızdaki sorunun yalnızca bizim iyi niyetimizle çözülemeyecek yapısal bir karaktere sahip olduğu gerçeğini görmeliyiz. Türkiye önümüzdeki dönemde kendisini, 1915 olaylarıyla da sınırlı kalmayan tarih ve değerler eksenli uluslararası kampanyalarla yüz yüze bulacak. Makul tartışmalar ve insanî eleştirilerden bahsetmiyorum. Fransa’daki gibi, “çılgın” muhatapların eseri olacak gerilim ve yıpratma senaryolarını kastediyorum. Fiziki coğrafyamızı korumak için nasıl hazırlıklar yapıyor, alt yapılar oluşturuyorsak, insanlığın anlam haritasındaki yerimizi savunmak için de “uygun” strateji ve araçlara ihtiyacımız var.
Anlattıklarımızı çok soyut buluyor, basit de olsa örneklememizi mi istiyorsunuz? O zaman, önce “uygunluk” kriterine bakalım. Fransa, kabul ettiği yasa ile Türkiye’yi değerler düzeyinde taciz etti. Bu hükme, kanunun hem içeriğinden, hem de oylama süreci devam ederken dünya kamuoyu önünde yürütülen tartışmalardan yola çıkarak kolayca varabiliriz. Türkiye ise Fransa’yı neredeyse tamamı, ekonomik, siyasi ve askeri nitelikteki başlıklardan oluşan yaptırımlar listesini uygulamaya koymakla tehdit etti. Bir sıkıntı hissetmiyor musunuz? Sizi soykırımla suçlayanların ekonomik ve jeopolitik çıkarlarına darbe vuracağınızı ilan etmek nasıl bir görüntü oluşturuyor? Söz konusu olan sadece sürdürülebilirlik sorunu değil. Aynı düzeyde cevaplar üretilemeyişinin kabartacağı kibri, yaratacağı yalancı haklılık duygusunu da hesaba katmalıyız.
Bu tespitin ardından “uygun” bir strateji için ilk adımımızı atabiliriz. Hedefimiz, Fransa’yı ve muhtemel takipçilerini değerler düzeyinde sanık sandalyesine oturtabilmek olmalı. 1915 olaylarına karşı, Cezayir soykırımını gündeme getirmek gibi çıkışlardan söz etmiyorum. İhtiyaç duyduğumuz şey; aramızda sıcak gerilimler olmasa da, Batılı muhataplarımızı ahlaken meşru biçimde göz altında tutabileceğimiz sürekliliğe sahip zeminler. Bunu da bize ancak proaktif bir insan hakları diplomasisi sağlayabilir.
İslamofobi tartışmalarına bir de bu açıdan yaklaşmaya ne dersiniz? İslamofobik ırkçılık, Batı’nın tedavisi zor en önemli ahlaki kusuru. Önümüzdeki süreçte daha da büyüyecek bu problem, yalnızca Türkler ve diğer müslüman göçmenlerle Avrupa sağı arasındaki bir sorun değil. Bakın Sarkozy’nin İçişleri Bakanı Claude Gueant ne diyor; “Sol’un görecelikçi ideolojisinin söylediklerinin aksine, bizim için bütün medeniyetler eşit değerde değildir.” Avrupa’da görülen en büyük İslamofobik saldırının faili olan Norveçli terörist bu yüzden Müslüman göçmenlerin yaşadığı bir gettoyu değil, İşçi Partisi’nin kampını basmıştı. Avrupa sağı, İslamofobik duygular üzerinden solla hesabını görmek istiyor. Göçmenlere yönelik politikalar bu noktada dar bağlamından çıkıp gelecekte nasıl bir Avrupa olacak sorusunun kalbine yerleşiyor. Karşımızdaki denklem, İslamofobiyle mücadeleye soyunacakların Avrupa’nın içinden müttefikler bulabileceğini de gösteriyor.
İsterseniz örneğimizi, bir projeyle daha da somutlaştıralım. Malum yasanın geçişini engellemek için Fransa’ya akın eden Türk sivil toplumunun, arkasına devletin teşvik ve desteğini de alarak Fransa’da bir “İslamofobiyle Mücadele Vakfı” kurduğunu düşünün. İslamofobinin hedefindeki göçmen grupların temsilcilerinden başka Avrupalı insan hakları aktivistleri de bu vakfın paydaşları arasında yer alsın. Vakıf düzenli biçimde Avrupa ülkeleri hakkında İslamofobi raporları yayınlasın. Hem devlet yetkililerinin hem de ırkçı grupların adlarının karıştığı İslamofobik saldırı ve tacizleri esas alarak ülkelerin risk haritalarını çıkartsın. Ayrımcı uygulamalarla anılan cezaevi vb. mekanlar, raporlama faaliyetleri çerçevesinde ziyaret edilerek denetlensin. İslamofobi mağdurlarının hukuki destek için başvurabilecekleri telefon ve diğer iletişim mekanizmaları metro vb. halka açık yerlerde değişik dillerde duyurulsun. Liste o kadar çok uzatılabilir ki… Avrupa polisinin İslamofobik suçlara karşı eğitime ihtiyacı yok mu? Vakfın açılışının da, “İslamofobiyle Mücadele ve İslamofobi Kurbanlarını Anma Günü”ne denk getirilmesini teklif ediyorum. Böyle bir anma günü için Norveç saldırısının yıldönümünden daha uygun bir tarih düşünebiliyor musunuz?
Bu kulvarda birikecek ahlaki kredi ve enerji, tamamını bugünden kestiremeyeceğimiz imkanlar vadediyor. En azından meşru hedeflere koşarken, haksız iftira ve aşağılamalar karşısında sesimizi daha çok kulağa ulaştırabiliriz. Her krizde öfke patlamaları halinde açığa çıkan, ancak hemen sonrasında neredeyse hiç bir fayda sağlamadan buharlaşan toplumsal enerjimizi, anlam ve değerler stratejimizin yeni araçlarla zenginleştirilmesine kanalize etmenin yollarını bulmalıyız. Örneklemeye çalıştığımız “ön alıcı değerler diplomasisi” teklifi de bu arayışın ürünü. Bünyesinde barındırdığı potansiyeller üzerinde düşünmeye değmez mi?