“Bütün dünya Doğu Türkistan’daki gözünün yaşı dinmeyen anaları, ölen çocukları, oradaki kızları, hepsini bütün dünyanın bilmesi gerek. Doğu Türkistan’daki ‘soykırım’ı dünyaya bildirmek için çalışıyorum.” (Rabia Kadir)Doğu Türkistan 61 yıldır işgal altındadır. 61 yıldır bölgede varlığını sürdüren Komünist Çin otoritesi, Uygur Türkleri’ne olan nefretini akla hayale sığmayan uygulamalarla açığa vurmaktadır.Çin otoritesi geçen yarım asrı aşkın süre boyunca, bir yandan asimilasyon politikaları yürütürken bir yandan da soykırım olarak nitelendirilebilecek eylemlere imza atmıştır. Bir nokta net ki; Doğu Türkistanlı Uygurlar’a on yıllardır yapılan zulüm, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünya ile kurduğu siyasî ve ekonomik ilişkilerin gölgesinde kalmaktadır. Bütün dünya, Doğu Türkistan gerçeğini gerek siyasî gerekse ekonomik çıkarlar uğruna görmezden gelmektedir. Kanıt beklemektedirler, onlarca BM raporunu hiçe saymaktadırlar; asimilasyona ve soykırıma dair görmek istedikleri kesin emareler ise Çin Halk Hükümeti’nin kapalı rejiminden dolayı dünyanın geri kalanına ulaşamamaktadır.Doğu Türkistan’da yaşanan insanlık suçları dünyanın geri kalanına Çin makamlarının resmî açıklamalarıyla sınırlı bir şekilde, eksik ve yanlı olarak ulaşmaktadır. Bütün olumsuzluklara rağmen Uygur Türkleri; zulüm karşısındaki mücadelelerini sürdürmektedir. Bu mücadelenin en önemli aktörü hiç kuşkusuz Dünya Uygur Kongresi ve onun başkanı Rabia Kadir’dir. Rabia Kadir bir konuşmasında mücadelesinin; binlerce yıllık Türk yurdunda son yarım asırda yaşananları dünyaya duyurmak olduğundan bahsetmektedir. Hiç kuşkusuz, Doğu Türkistan’ın tekrar bağımsız olmasına kadar gidecek bu süreçte en önemli aşama tüm dünyada bu konuda bilinç oluşturmaktır. Bu bilinç yaşananları bütün çıplaklığıyla anlatan daha fazla yayınla, daha fazla bilgiyle mümkün olabilir. Bu yazıda, Çin Halk Cumhuriyeti otoritesi tarafından Uygur Türkleri’ne yapılan siyasî, sosyal, ekonomik ve dinî baskılar; asimilasyon politikasının bir parçası olan göç ettirme ve doğum kontrolü politikaları samimi bir şekilde ortaya koyulacak ve Doğu Türkistan’da yaşanan Çin zulmüne ışık tutulmaya çalışılacaktır.Doğu Türkistan’da her şey 1949 yılında başlamıştır. Jeostratejik konumu, zengin doğal kaynakları ve ekonomik potansiyeli nedeniyle yüzyıllardan bu yana Çin’in nüfuz kurmak istediği bölge, 1949 yılında ülkede devam etmekte olan iç savaşın tarafı Mao Zedong taraftarı Çinli komünistler ve Çin Kurtuluş Ordusu tarafından işgal edilmiştir. İşgalci komünistler 1944’ten beri bölgenin kuzeyinde varlığını sürdüren bağımsız 2. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ne de son vermiştir. Aslında bölge yaklaşık 250 yıldır işgal altındaydı ancak bugüne kadar devam edecek olan bu son işgal öncekilerden çok farklı olacaktı. Doğu Türkistan’da hiçbir işgalci güç, daha önce bölgenin tamamında mutlak hâkimiyet sağlayamamıştı. Gerek coğrafî şartlardan gerekse de nüfusun geniş topraklara yayılmasından kaynaklanan bu duruma Çinliler artık bir son vermek amacındaydı. Yeni Çin işgali, bölgenin Çin yönetimi altındaki geçmişine de atıfta bulunmak istiyordu. Böylelikle hiçbir zaman kendilerinin olmayan toprakları her zaman kendilerininmiş gibi gösterebileceklerdi. Belki de bu yüzden bölgenin idarî adını “Sincan” olarak belirlediler; Zira Çince’de “yeni toprak”, “kazanılmış toprak” anlamına gelen “Sinkiang” ya da “Sincan”, 17. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren 1912’ye kadar bölgeye hâkim olan Quing hanedanlığının verdiği isimdir.Burada dikkat çeken husus, Çin propagandasının bu işgali bütün ülkede ve dünyada nasıl işlediğidir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin resmî düşüncesi ve propagandasına göre, bağımsız 2. Doğu Türkistan Cumhuriyeti ‘Sincan’ bölgesinin kendi devrimidir ve bütün ülkedeki komünist devrimin bir parçasıdır. Uygur Türkleri bunun bir propaganda yalanı olduğunu ne yazık ki anlatamamıştır çünkü 1950’lerin dünyasına hükmeden kaotik soğuk savaş ortamı gerekli evrensel tepkinin ortaya çıkmasını engellemiştir. Çin, bölgeyi 1955 yılında “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” olarak resmen ilan etmiştir. Bundan sonra anne karnında Doğu Türkistanlı olan her Uygur bebeğine, ciğerlerini yakan ilk nefesle Sincanlı olmak dayatılmıştır.Özerk ilan edilmesine rağmen Doğu Türkistan’ın özerklik hak ve yetkileri yine Çin tarafından sürekli ihlal edilmektedir. Daha doğru bir ifadeyle, özerklik ile gelen siyasî yapı hiçbir zaman doğru işlememektedir. Çünkü ‘Sincan Özerk Bölgesi’, Çin yönetimi tarafından 31 Mayıs 1984’de Ulusal Halk Kongresi’nden geçirilerek yürürlüğe giren 67 maddelik ‘Millî Özerk Bölgeler Yasası’nın yardımıyla, ‘özerk’ bölgelere tanınan siyasî haklar uygulanmaya konmadan, Çin Komünist Partisi’nin ve merkezî hükümetin yayınladığı siyasî genelgeler ile yönetilmektedir. Dünya Uygur Kongresi’nin de belirttiğine göre, Doğu Türkistan otonom bir bölge olarak tanımlanmasına rağmen, Uygurlar için kendi kendini yönetme durumu söz konusu değildir. Çünkü bütün önemli siyasî, idarî ve ekonomik organların üyelerinin yüzde 90’ından fazlası Han Çinlileri’dir. Örneğin, ülkedeki tek siyasî parti olan Çin Komünist Partisi’nin 15 üyeli bölgesel yürütme kurulunun 10 üyesi Han Çinlisiyken, bölgede nüfusu en fazla olan Uygurlar’ın temsili sadece 3 üye ile yürütülmekte; geri kalan 2 üyelik ise bölgede yaşayan diğer etnik gruplara mensup kişilere verilmiştir. Dünya Uygur Kongresinin bu tespiti Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 28 Haziran 2006 sayılı raporuyla da doğrulanmaktadır.# Söz konusu raporun bir diğer dikkat çektiği nokta ise Doğu Türkistan’da baskıcı Çin yönetiminin Uygur halkı üzerindeki psikolojik etkisini gözler önüne sermektedir. Rapor, Uygur polislerinin, Çin yönetimince milliyetçi ya da ayrılıkçı olarak mimlenmekten korktukları için Han Çinlileri’nin Uygurlara karşı işledikleri suçlarda Han Çinlileri’ni gözaltına almaktan çekindiğini anlatmaktadır. Son olarak, özerklik hususunda bir diğer önemli konu da Pekin’in farklı özerk bölgelere uyguladığı farklı politikalardır. Örneğin; bir diğer özerk bölge olan Tibet’e karşı uygulanan politikalar ile Doğu Türkistan’a uygulanan politikalar çok büyük farklılık göstermektedir. Dünya Uygur Kongresi’nin de belirttiğine göre bu farklılıkların temel sebebi Çin’in uluslararası baskıdan korkmasıdır, zira Tibet uzun yıllar önce dünyanın ilgisini kazanmış ve bu sayede Çin’in sert politikalarına karşı bir nebze de olsa kalkan edinmiştir. Sonuç olarak, Doğu Türkistan’da komünist Çin yönetimi, Uygurlar’ı siyasî açıdan baskı altında tutmayı en başından beri adet edinmiştir. Uygurların uzun dönemde bu siyasî baskıyı biraz olsun kırmalarının belki de tek yolu, bir zamanlar Tibetlilerin yaptığı gibi, kendi Dalay Lama’larını yaratmasıdır. Hiç kuşkusuz, Uygur siyasetinde bu role bürünebilecek tek kişi Rabia Kadir’dir.Doğu Türkistan’da sistemli bir şekilde Uygur halkını ekonomik açıdan zayıflatma politikası güdülmektedir. Çin yönetiminin ekonomik baskıları, bölgeye yönelik uyguladıkları göç ettirme politikasıyla bağlantılıdır.Çin’in göç politikasının iki ayağı vardır; bir yandan ülkenin doğusundan daha fazla Çinli’nin batıya, ‘Sincan’ bölgesine göç etmesi teşvik edilirken, bir yandan da Uygurlar’a yönelik olarak şehirden taşraya göç ettirme politikası sürdürülmektedir. Her sanayi kuruluşunun Çin Komünist Partisi’ne organik olarak bağlı olduğu dikkate alındığında, bu tip bir göç dalgası yaratmanın Çin Devleti için hiç de zor olmadığı düşünülebilir. Kentsel alanlarda giderek iş bulmakta zorlanan Uygurlar, hayatlarını kazanmak için tek yol olan tarımsal faaliyete yönelmekte ve dolayısıyla kırsal alana göç etmektedir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 28 Haziran 2006 tarihli ve 41 sayılı raporu, bölgenin nüfus değişimini ortaya koymaktadır.# Buna göre, 1949’dan önce Doğu Türkistan’da sadece 300.000 Çinli yaşarken, bu sayı 2005’teki son resmi nüfus sayımına göre 7 milyonu geçmiştir. Ayrıca, hesaplara göre yıllık 250.000 yeni Çinli yerleşimci Doğu Türkistan’a göç etmektedir. Bu politika, ilerleyen yıllarda Uygurlar’ı kendi anavatanlarında azınlık durumuna düşme ve kültürel kimliklerini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze getirmektedir. Çin Devleti’nin uyguladığı demografik uygulamalar, ileride meydana gelmesi ümit edilen ‘self-determinasyon’u zayıflattığı gibi, Uygurlar’ın siyasî, ekonomik ve kültürel haklarını da sekteye uğratacak gelişmelere yol açmaktadır. Bu politikayla bölgeye göçen Han Çinlileri zenginleştirilmekte, Uygur nüfus ise yardıma muhtaç hale getirilmektedir. Bölgenin doğal kaynaklarının zenginliğine rağmen, Uygurların %80’i yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. ‘Sincan’ Bölgesel Hükümeti’nin 2004 Ekimi’nde yayınladığı rapora göre, Doğu Türkistan’da yaşayan Çin yerleşimcilerinin ortalama geliri, Uygur halkının ortalama gelirinden dört kat fazladır. Yukarıda belirtilenle paralel olarak söz konusu rapor, Uygur nüfusunun %85 kadarı tarımsal faaliyetler ile uğraşmaktadır. Çin yönetimi uyguladığı bütün ekonomik baskıları eksik görüyor olmalı ki, tarımsal faaliyette bulunan Han Çinlileri’ne Uygurlar’ı açlığa itmek pahasına kolaylıklar sağlamaktadır. 41 sayılı Birleşmiş Milletler Raporu, Resmi Çin kaynaklarına dayandırarak; bir Uygur çiftçisinin yıllık ortalama geliri 820 yuan (ortalama 100 Amerikan doları) iken Han Çinlisi bir çiftçinin yıllık ortalama gelirinin 3000 yuan civarında olduğunun altını çizmektedir. Bütün bu ekonomik baskılar göz önünde bulundurulursa, Çin merkezî yönetiminin Rabia Kadir’e olan nefreti biraz daha kolay anlaşılabilir. Çin Otoritesi’nin Uygur halkına dayattığı yoksulluğu ticari zekâsıyla aşan ve ülkenin en zenginleri arasında yer alan Rabia Kadir; Uygur halkı için bir rol modeldir.Çin’in uyguladığı zulüm politikasının bir diğer önemli kalemi bölgede uygulanan dinî baskıdır. Komünist bir devlet rejimine sahip olan bir ülke olarak Çin, hiç kuşkusuz dinlere karşı bir tutum içerisindedir zira manevi duygularla birbirine bağlanmış bir halkı materyalistik kaygılar ile yönetmek imkânsızdır.Son on yılda dinî özgürlüklerde reformlar yapılmasına rağmen bu reformlar sadece Çin’in geleneksel dinlerine (din yerine düşünce sistemi ya da kültür sistemi olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.) yöneliktir. Çin, açıkça İslam’dan korkmaktadır. BBC’nin Çin’de İslam Dini üzerine yaptığı bir belgesel belki de bu korkunun sebebini doğru tespit etmiştir; Çin Halk Cumhuriyeti’nde resmî olarak tanınmış 55 etnik topluluğunun 10’unun dini büyük çoğunlukla İslam’dır.# Bu nedenle, bazı bölgelerde Çin hükümeti dinî özgürlükleri kısıtlamaktadır. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 11 Nisan 2005 tarihli raporu, Çin Hükümetinin 11 Eylül saldırılarını ve Amerika’nın “Teröre Karşı Savaş” doktrinini nasıl içselleştirdiğini ve Doğu Türkistan’daki Müslüman Uygur halkına yönelik ‘Terörist Aktiviteler ve Ayrılıkçılık’ suçlamasıyla nasıl dinî baskı uyguladığını anlatmaktadır.# Son yıllarda yapılan bazı dinî kısıtlamalara örnek olarak; 18 yaşından küçüklerin camiye girmesinin yasaklanması, camilerde ibadete katılanların düzenli olarak kaydının tutulması zorunluluğu; devlet memurları, parti üyeleri ve resmî görevlilerin camilere gitmesinin yasaklanması vb. uygulamalar gösterilebilinir. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Çin sorumlusu Sharon Dum’a göre; Müslüman Uygur halkına yönelik bu denli ağır baskılara neden olan şey, Çin hükümetinin İslam’ı, Uygur etnik kimliğinin temeli olarak görmesidir.# Pekin yönetimi, İslam’ı Uygur halkını bir arada tutan temel değer olarak gördüğü için, Uygurların milliyetçi hislerini zayıflatma amacıyla İslam’a yönelik saldırgan ve katı adımlar atmaktadır. Çin hükümeti, kimin din adamı olabileceği, dinî toplantıların ne zaman yapılacağı ve bu toplantılarda neler konuşulacağına dair çok sıkı bir kontrol mekanizması oluşturmuştur. Sonuç olarak, Çin Hükümeti son on yılda İslam’a karşı sistemli bir savaş başlatmıştır. Son on yılda Uygur halkı üzerindeki dinî baskıyı arttırmasının sebebi ise, dünyada 11 Eylül sonrası eğilim olan ‘Aşırı İslam’a Karşı Savaş’ retoriğini kullanarak bölgedeki uygulamaları masum gösterme çabasıdır. Doğu Türkistan’daki Uygur halkına yapılan Çin zulmünün daha birçok farklı boyutu vardır. Bunlardan belki de en acımasızca olanı, doğum kontrolü uygulamaları ve toplu kürtaj olaylarıdır. Örneğin, bir çok farklı metin, 1991 yılında Hoten vilayetinin Karakaş ilçesinde, bir yılda kürtaja tabi tutulan Uygur kadınlarının sayısını 18.765 olarak belirtir ve bu rakamın ilçede yaşayan kadın sayısının %49’una tekabül ettiğinden bahsetmektedir. Bunun gibi onlarca örnek, Pekin hükümetinin Uygur halkı üzerinde çok sıkı doğum kontrol politikaları uyguladığını göstermektedir. Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde, herhangi bir etnik gruba yönelik olarak uygulanan doğum kontrolü uygulamaları soykırım olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla, Çin Halk Cumhuriyeti, Uygur Türkleri üzerinde soykırım uygulamaktadır.Doğu Türkistan’da tarafsız bir araştırmayı gerektiren bir diğer önemli konu nükleer denemelerdir. Çin nükleer denemelerini Doğu Türkistan’ın yoğun Uygur nüfuslu güney kesiminde yapmaktadır. Lop Gölü’ndeki nükleer test alanı 1964’teki ilk nükleer testten bu yana 45 ayrı nükleer denemede kullanılmıştır. Son nükleer deneme 1996 yılında yapılmıştır. Dünya Uygur Kongresi’nin de belirttiği üzere, bölgedeki nükleer denemelerin insanlar üzerindeki etkileri araştırılmalıdır.# Dünya Uygur Kongresi, nükleer denemelerin su kaynaklarında kirliliğe neden olduğunu düşünmektedir. Söz konusu raporun dikkat çektiği bir diğer önemli nokta ise, bölgede yeni doğan bazı bebeklerde fiziksel bozukluklar olduğuna yönelik söylentilerdir. Doğu Türkistan’da bu ve buna benzer konular hala gizemini korumaktadır ve ancak uluslararası düzeyde bir araştırmayla doğruluğundan emin olunacaktır.Sonuç olarak baktığımızda, Çin Merkezî Hükümeti’nin, Uygur halkına karşı her alanda bir zulüm politikası güttüğü görülmektedir. Doğu Türkistan’da Müslüman bir Uygur Türkü olmanın anlamı, günlük yaşamın her anında Çin baskısıyla yaşamaktır. Yukarıda bahsedilenler dışında hayatın daha birçok alanında Uygur Türkleri’ne karşı acımasız bir yaklaşım olduğu bilinmektedir. Çin’deki komünist rejimin uyguladığı zulüm politikası, net olarak hesaplanması mümkün olmasa da, 1949’dan bu yana tahmini 35 milyon Uygur Türkü’nün hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Sadece 1961-1965 yılları arasında, 13 milyon 300 bin kişinin ya Çin ordusu tarafından öldürüldüğü ya da rejimin ekonomik politikaları sonucunda oluşan kıtlık sonucu hayatlarını kaybettiği düşünülmektedir. Her şeye rağmen Uygur halkının direnci kırılmamıştır. Her türlü zulme karşı tek vücut olup eyleme geçebilme cesaretine sahip olduklarını defalarca göstermişlerdir. 2009 yılının yaz aylarında yaşanan Urumçi olaylarında Uygurlar bu duruşu sergilemiş, bedelini de kanlarıyla ödemişlerdir. Ancak bugün bakıldığında, bu olaydan sonra dünyanın bölgeye bakışının farklı bir boyut kazandığı gerçeği yadsınamaz. Belki destek halen istenilen seviyede değil ancak artık bütün dünya Çin topraklarında Tibet gibi bir yer daha olduğunu bilmektedir. Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabia Kadir’e olan ilgi de Doğu Türkistan davasının giderek daha fazla insana ulaştığını göstermektedir. Rabia Kadir bu süreçte hiç kuşkusuz en önemli aktördür. O, belki de barışçıl yollarla bölgenin kaderini değiştirebilecek tek aktördür. Bölgenin kaderini hiçbir zaman değiştiremeyecek bile olsa bu çok önemli değildir çünkü Rabia Kadir zulme karşı Uygur halkı için ‘umudun bayraktarı’ olmuştur. Uygur halkı Doğu Türkistan için yeni bayraktarlar elbette çıkaracaktır.
Altan Dündar
Altan Dündar