1990'lardan itibaren hızlanan bu dinamiğin zihin haritasını anlamaya çalışırken pek çok faktörü masaya yatırmamız lazım. Bunlar arasında, Türkiye'nin tek kutuplu dünya sistemine eklemlenişine paralel şekilde akademi üzerinden yayılan fikirler, örneğin güvenlik kuramları da yer alıyor.
İlk bakışta, çok az kişiyi ilgilendiren soyut teorik meseleler ile somut siyasi tartışmaları bağlantılandırmakta zorlanabiliriz. Bu güçlüğü aşmak ve iki alanın birbirleriyle irtibatını zihnimizde canlandırabilmek için uluslarası ilişkiler ve güvenlik yaklaşımlarının medya ve siyaset gibi mecralar üzerinden daha geniş kitlelerle buluşan adı konulmamış popüler versiyonlarını da dikkate almalıyız.
Siyasetçilerin sloganlaştırdıkları kimi cümleler, gazetecilerin günlük meseleleri izah için başvurdukları basitleştirilmiş şablonlar vb., soyut akademik kurguları halkın idrak dünyasına tercüme ediyorlar.
Söz konusu dönemde yurt içinde ve dışında Türk akademisyenlerin doktora tezleriyle diğer bilimsel nitelikli çalışmalarına bakıldığında konstrüktivizm/inşacılık ve türevlerinin hayli yaygın bir teorik çerçeve olarak kullanıldığını görüyoruz.
İnşacılık, diğer özelliklerinin yanı sıra, uluslarası ilişkilerin şekillenişinde vurguyu yapıdan faile doğru kaydırmakta; fikirlerin, kimliğin ve kültürün etkisine alan açmaktaydı.
ABD ve Avrupa'da Soğuk Savaş'ın maddi kapasitelere dayalı dengeleri içerisinde güç hiyerarşisine tabi sınırlı seçeneklere odaklanmaya alışmış eski stratejik göz; maddi olmayan faktörleri seferber ederek kazanımların elde edilebileceğini, sorunların çözülebileceğini vadeden genç kuramlar karşısında cazibesini hızla yitirmekteydi.
Kopenhag Okulu gibi yeni güvenlik ve çatışma çözümü yaklaşımları, pek çok tehdidin aslında somut gerçekler olmadığını anlatıyorlardı. Meseleleri “biz”, kimlikle bağlantılı çıkarlarımız vb yüzünden ürettiğimiz söylemler aracılığıyla güvenlikleştiriyorduk/güvenlik sorunu haline getiriyorduk. Tehditlerden kurtulmanın/çatışmaları çözmenin yolu da kendi kimliğimizi dönüştürerek eskiden tehdit kabul ettiğimiz meseleleri güvenliksizleştirmek/tehdit saymaktan vazgeçmekti.
Bizim değişimimiz, karşı tarafın da tehdit algılarını değiştirmekte, böylelikle de çözülmez zannedilen sorunlar kolaylıkla bertaraf edilebilmekteydi. Söylemin dönüştürücü gücü, kaba kuvvetin yok edemediği husumetleri bitirebilirdi. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası dönemde inşacı yaklaşım, “doğduğu muhitteki” pek çok sorunun çözülmesinde hayli işlevsel roller üstlendi.
Doç. Dr. Mehmet Akif OKUR
İlk bakışta, çok az kişiyi ilgilendiren soyut teorik meseleler ile somut siyasi tartışmaları bağlantılandırmakta zorlanabiliriz. Bu güçlüğü aşmak ve iki alanın birbirleriyle irtibatını zihnimizde canlandırabilmek için uluslarası ilişkiler ve güvenlik yaklaşımlarının medya ve siyaset gibi mecralar üzerinden daha geniş kitlelerle buluşan adı konulmamış popüler versiyonlarını da dikkate almalıyız.
Siyasetçilerin sloganlaştırdıkları kimi cümleler, gazetecilerin günlük meseleleri izah için başvurdukları basitleştirilmiş şablonlar vb., soyut akademik kurguları halkın idrak dünyasına tercüme ediyorlar.
Söz konusu dönemde yurt içinde ve dışında Türk akademisyenlerin doktora tezleriyle diğer bilimsel nitelikli çalışmalarına bakıldığında konstrüktivizm/inşacılık ve türevlerinin hayli yaygın bir teorik çerçeve olarak kullanıldığını görüyoruz.
İnşacılık, diğer özelliklerinin yanı sıra, uluslarası ilişkilerin şekillenişinde vurguyu yapıdan faile doğru kaydırmakta; fikirlerin, kimliğin ve kültürün etkisine alan açmaktaydı.
ABD ve Avrupa'da Soğuk Savaş'ın maddi kapasitelere dayalı dengeleri içerisinde güç hiyerarşisine tabi sınırlı seçeneklere odaklanmaya alışmış eski stratejik göz; maddi olmayan faktörleri seferber ederek kazanımların elde edilebileceğini, sorunların çözülebileceğini vadeden genç kuramlar karşısında cazibesini hızla yitirmekteydi.
Kopenhag Okulu gibi yeni güvenlik ve çatışma çözümü yaklaşımları, pek çok tehdidin aslında somut gerçekler olmadığını anlatıyorlardı. Meseleleri “biz”, kimlikle bağlantılı çıkarlarımız vb yüzünden ürettiğimiz söylemler aracılığıyla güvenlikleştiriyorduk/güvenlik sorunu haline getiriyorduk. Tehditlerden kurtulmanın/çatışmaları çözmenin yolu da kendi kimliğimizi dönüştürerek eskiden tehdit kabul ettiğimiz meseleleri güvenliksizleştirmek/tehdit saymaktan vazgeçmekti.
Bizim değişimimiz, karşı tarafın da tehdit algılarını değiştirmekte, böylelikle de çözülmez zannedilen sorunlar kolaylıkla bertaraf edilebilmekteydi. Söylemin dönüştürücü gücü, kaba kuvvetin yok edemediği husumetleri bitirebilirdi. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası dönemde inşacı yaklaşım, “doğduğu muhitteki” pek çok sorunun çözülmesinde hayli işlevsel roller üstlendi.
Doç. Dr. Mehmet Akif OKUR