Bu başlık da nereden çıktı demeyiniz!..Çünkü; hoparlör, hiç farketmeden hayatımızın her safhasında müessirdir. Farketmeden, çünkü, bu âlet, bizimle o kadar yüz-göz olmuştur ki, okula başlamadan bile, o, bize 'hükmetmeye' başlamaktadır.
F(ı)ransızca'dan dilimize giren bu kelime, (haut)/ yüksek ve (parleur)/ konuşan kelimelerinin birleşmesiyle meydana gelmiştir . Bu 'yüksek konuşan'ın sözlüklerdeki karşılığı şöyledir:
1. "Haut-parleur: elektrik enerjisini sese çevirmeye ve bu sesi istenen yüksekliğe çıkarmaya yarayan alet" (Bknz: Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı, İstanbul 2011, Sf. 513)
2. "Haut-parleur ('oparlör) n.m. Hoparlör" (Bknz: Nijat Özön, Telaffuzlu Fransızca Türkçe Sözlük, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972, Sf. 191)
Hulâsa olarak, demek ki, bu âlet, "elektrik enerjisini sese çeviriyor" ve "bu sesi" de "istenen yüksekliğe çıkarıyor".
Acaba; hoparlör /bu yüksek konuşan olmasaydı ne yapardık?
Belediye ilân bürolarından bangır bangır, ticârî ilânlar, ölüm ve mevlîd ilânları verilemezdi.
Tellâllar ortalıkta gezerdi!..
Bilhassa, siyasetçiler, emellerini gerçekleştirebilmek için miting meydanlarını dolduran taraftarlarını galeyana getiremezdi.
S(ı)tadlar inim inim inleyemezdi.
Konferans salonlarında, anfilerde, tiyatro sahnelerinde -büyük kalabalıklara- bilgi nakledilemez, gösteri yapılamazdı.
Ve "ezân", hâlâ minârelerde okunurdu.
"Okunmuyor mu?" diyenler olabilir... Olsun!..Birazdan söyleyeceğim!..
Bir minârenin şerefesindeki dört hoparlör, bir müezzininvazifesi yaparsa, "Evet!"
Bakınız, TDK Sözlüğünde, bu kelimenin mânâsı şöyle : "Şerefe is. Ar. Minarenin eskiden ezan okunan yeri." (TDK Okul Sözlüğü, Ankara 1994, Sf. 707)
Demek ki, orada, "ezân", "eskiden okunurmuş"; şimdilerde değil!..Türk Dil Kurumu'nun sözlüğü de böyle söylüyor!!!
Her âlet, kullanıcısının elinde değer kazanır. Bu âlet de öyle!..Usûlünce kullanılıp, güzel hizmetler vermeli!..
Gerçek şu ki; bugün, artık, minârelerimizden ezân okunmamaktadır. Hem mîmârîsi ve hem de ezân okunma mekânı olarak mînâreler elbette ki, Müslüman Türk'ün vazgeçilmezlerinden biridir.
Fakat, minâreler, bugün sâdece bir şekilden ibâret bir semboldür, bir süsten ibârettir.
Türkiye'nin bir çok yerine gittiğim zaman müşahede etmişimdir ki, bir câminin içinde veya avlusunda beş tane, on tane hoparlör bulunmaktadır. Hattâ, bu durumda olan târihî câmilere bile rastladım.
Bunun yanında, 'ses', o kadar açılıyor ki, yakınındakiler bir yana, uzaktakiler bile bu 'ses'ten rahatsız oluyorlar. Yapılan/yaptığımız şifâhi îkazlar maalesef hiçbir işe yaramıyor. Hattâ, "Sen, ezâna karşı mısın?" gibi, dilim varmıyor ammâ "alçakça" bakışlarla veya sözlerle bile karşılaşmışımdır.
Hayır!..En az, evet en az, bu zatlar kadar ezânla berâberim. Ancak, bunlar, 'ezân'ın nasıl okunacağını hâlâ -aldıkları maaşa rağmen- kavramış olmamakla birlikte, bu hoparlör denilen âletin de müptelâsı olup mikrofonsuz neredeyse tek kelâm etmemektedirler.
O hâlde; konuya, "ezân" hakkındaki birkaç ilmihâl bilgisiyle başlayayım:
"Dürr-ül- muhtâr) kitâbından ve bunun açıklaması olan (Redd-ül -muhtâr)dan ezân bâbı terceme edilerek ve kısaltılarak aşağıda yazıldı:
"Ezân, herkese bildirmek demektir. Belli olan arabca kelimeleri sırası ile okumakdır. Tercemesini okumak, ezân olmaz. Ma'nâsı anlasılsa da, fârisî ve başka dillerle okunmaz. Ezân okumak, hicretden önce Mekkede, Mi'râc gecesi başladı. Hicretin birinci senesinde, nemâz vaktlerini bildirmek için emr olundu. Mahalle mescidinde, yüksek bir yerde okunması sünnetdir. Sesini yükseltmesi lâzımdır. Fekat, çok bağırmak için, kendini zorlamamalıdır. (Görülüyor ki, ezânı kendi mahallesine işittirecek kadar, bağırmak lâzımdır. Sesi dahâ yükseltmek câiz değildir. Ho-parlör kullanmağa lüzûm yoktur. Ho-parlör ile ve hele radyo ile ezân ve ikâmet okumak bid'atdir. Bid'at ile yapılan ibâdet kabûl olmaz. Günâh olur. )
(...) Ezân, başkalarına vakti bildirmek için , yüksekde okunur. Hâzır olan cemâ'at için veya kendi için olan ezân ve ikâmet yerde okunur. " (Bknz: Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, Hüseyn Hilmi Işık, Hakîkât Kitâbevi, İstanbul 2010, Sf. 204)
"Ezânın kelimeleri yedidir. (Tekrâr ederek onbeş oluyor. Ezân, bu onbeş kelimeyi okumak ve işitmekdir. Ho-parlör ile, tegannî yaparak okunan ezânda, bu kelimeler işitilmiyor. Bir uğultu, ne olduğu anlaşılmayan ses işitiliyor. Ho-parlör, ezân okumağa değil, ezânı yok etmeğe sebeb oluyor.)
(...) Nemâzın şerefinin büyüklüğünü, onu herkese haber vermek için seçilmiş olan ezânın büyüklüğünden anlamalıdır." (Bknz. a., g.,e., Sf. 209)
Hangi şehrimize veya ilçemize giderseniz gidin, buna şâhit olursunuz. 'Ses', çok yüksek okunduğu gibi, cezbedici/albenici bir hâlde huşu ile de okunmuyor. Hattâ, öyle seslerle muhatap olunuyor ki, sevdirmek değil âdeta nefret ettiriyorlar.
Halbuki, çocuklarımıza, gençlerimiz yâni kendi insanımıza olduğu kadar, bu şerefli sözleri başkalarına - hıristiyanlara, yahudilere hattâ ateistlere- bile sevdirmemiz lâzım değil mi?
Dâvet, yukarda sözü edilen "bağırma"yla, "tegannî"yle ve "uğultu"yla değil, nezâketle, yumuşaklıkla olur.
Bu dâvet; namâza, Rabb'in huzuruna dâvettir. Ulvî bir vazîfenin ifasına çağrıdır. "Şerefi büyük" bir icraat/amel için uyarıdır.
Bununla berâber; hiçbir müezzin, dört-beş kilometrelik mesâfeye 'ses' duyurmakla mükellef değildir.
"Ezanın dili, sözleri, okunması ve edebi, bizzat Şanlı Peygamberimiz ve aziz ashabı tarafından tesbit ve tertib edilmiştir ve bundan Allah razı olmuştur. Her zaman ve her yerde ezan, ancak, Allah ve Resûlü'nün istediği şekilde, biçimde, dil ve edepte okunur." (Bknz: İlm-i Hâl, Seyyid Ahmet Arvasî, Burak Yayınevi, İstanbul 1997, Sf. 220)
"Bu bakımdan hiç bir saat yoktur ki, İslâm mâbedlerinin yüksek minarelerinden bütün insanlığa Yüce Allah'ın varlığı, birliği, büyüklüğü, Peygamberimizin Risaleti, namazın kurtuluşa ve mutluluğa sebeb olduğu, yüksek bir sesle ilan edilmiş olmasın. Ne şerefli bir hakka davet görevi!.." (Büyük İslâm İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1992, Sf. 142)
Biz, ezânsız semtlerin ezânla şereflenmelerini arzuladığımız kadar, okunan ezânın "SES'inin de, hiç kimseyi rahatsız etmemesini isteriz.
Bilhassa, -sessizlik ortamında- sabah ve yatsı ezânlarındaki "SES"in çok rahatsız edici olduğunu, Diyânet yetkililerinin bilmesi gerekir. Elbette ki, kendileri de mükellef olan, nöbetten gelen veya nöbete gidecek olan "doktor, hemşire, hastabakıcı, polis , subay veya öğrenciler..." ile, hasta yatağında kıvrananlar, hattâ, Müslüman olmayan kişiler de düşünülmelidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in: "Müslüman olmayan komşunun bir hakkı, Müslüman komşunun iki hakkı, akraba olan komşunun üç hakkı vardır" mübârek sözleri akıldan çıkarılmamalıdır.
İlmî kayıtlarda herkesin bildiği bir husus vardır ki, buna göre, 65 desibel (dB)üzeri ses, yüksek ses sayılmaktadır. Bu ses, 85 desibeli geçince tehlike başlamaktadır. Bu tehlike, insan p(i)sikolojisini bozmakla başlar. Zâten, gürültü kirliliğinden oldukça rahatsız olan insanımız, hoparlör'den gelen bu sesten de oldukça rahatsızdır.
Fakat, sırf, sanki ezâna karşı oluyormuş intibaından dolayı da herhangi bir şikâyette bulunulmamaktadır. Kaldı ki, rahatsızlık duyulan şey, tekrar ediyorum, (SES)tir.
Sâdece bu değildir. Tabiî ki, bu (SES YÜKSEKLİĞİ)yle birlikte (SES BOZUKLUĞU/ÇİRKİNLİĞİ) ve bir de (SESLERİN BİRBİRİNE KARIŞMASI)dır.
Yine tekrâren söylüyorum: Türkiye'nin hangi mıntıkasında olursanız olunuz - ki, bunu, çok yerde müşahede ettim- okunan ezânların hemen hemen hepsi anlaşılmazdır. Bir ezânı, bir yerde oturup, şöyle huşu içersinde dinlemek hemen hemen çok nâdirdir ki, dinleyebilen bu insanlar da gerçekten bahtiyardırlar.
Peki, "ekolu" denilen mikrofonların da, câmi içindeki kulak tahribatına ne demeli?
Söyleyeyim mi? Gösteriş ve özenti!..
Bir dîğer husus, ezân okunup bittikten sonraki "dı dı dı dı dıd/ dı dı dı dı dıd/dı dı dı dı dıd" sesleridir. Nasıl iştir ki, salâhiyet sâhiplerinin, meselâ; vâlilerin, kaymakamların, müftülerin, imamların hiçbiri bu sesi duymazlar?
Merkezden okunan ezân seslerinin hoparlörden dolayı birbirine karışması bir yana, ayrı ayrı/münferit olarak, her câmiden okunan ezânların da bilhassa sabahları aynı yüksek ses ile, fakat birbirinden farklı zaman aralıklarıyla okunması da başka bir çıkmazdır.
Evinizdesiniz. Sabah ezânı okunmuş, namaza durmuş hattâ namâzınızı edâ etmişsiniz. Bir de bakıyorsunuz ki, şu, şu, şu câminin hoparlöründen bangır bangır bir ezân sesi!..Nerelere, kimlere 'SES' ulaştırmakla mükellefsiniz acaba?..Bitişiğimizdeki câmide, zâten aynı ses yüksekliğinde ezân okunmuş hattâ vakit namazı bile kılınmıştır...Peki, siz, ne yapmak istiyorsunuz?
Câmi içinde üç -beş kişi, bilemedin, onbeş kişi cemaatle namâzdayız veya bir mevtânın etrafında onbeş-yirmi kişi yer almış, imam, hemen mikrofonu yakasına iliştiriyor ve başlıyor.
Câmide, mırıldanma yok fakat, mevtânın etrafındaki cemaat başlıyor mırıldanmaya!.. Aslında, normal ses'le bile, bu kadar kişiye ulaşmak mümkündür. Bu da, mikrofon merakı olsa gerek !..
Peki, bundan bilmem kaç yüz sene önce, şu 'mikrofon ve hoparlör' denilen âlet icat edilmeden evvel, şu târihî câmilerimizde, namâz nasıl kılınır ve kıldırılırdı, aklım almıyor?
Tabiî ki, mevzûm "SES" olduğu için, câmi içindeki 'sıraların, sandalyelerin, oturakların", o güzelim mekânları ne hâlde getirdiğini de sâdece hatırlatmak istiyorum.
Bir de; üst kat ile, hiçbir irtibatı olmayan bir alt katta, cemaatle nasıl namâz kılınıyor, onu da hatırlatıp, sâdece bir not düşeyim. Üst kattan alta bir kablo uzatılıyor ve cemaatle namaz -bilhassa cuma namazı- kılınıyor. Olur mu? Ben, nereden bileyim!..
"Oldu" diyorlar!..Hiç kimseden bir şikâyet yok!..Hiçbir salâhiyetliden de, bunun 'olmaz'ına dâir bir işâret yok!..
Öyleyse; ya bu hoparlörler kaldırılsın yâhût da hiç değilse doğru kullanılsın!..Bu iş; bu hoparlör ve bu mikrofon sevdâsıyla yürümüyor.!..
İLİNTİ-1: 2016 yaz mevsimini, memleketim T(ı)rabzon'un 'yeşillikler okyanusu' adını verdiğim Beşikdüzü ilçesinde geçirdim. 12 Eylül 2016 Pazartesi akşam ezânı okunduktan kısa bir süre sonra elektrikler kesildi. Bulunduğum mekân, Vakfıkebir'e de çok yakın mesâfede olup, hoparlörle okunan ezânı , neredeyse, oranın da her câmiinden dinlemem mümkün... Tabiî ki, elektrik kesintisinden bahsediyorum: Yatsı ezânını bekledim. Her nedense, mevcut minârelerden hiç birine çıkıp da bir ezân okuyan olmadı. Daha doğrusu, yatsı ezânı namına hiçbir ezân sesi duymadım/duymadık.
Bu durumun aynını, aynı yerde, 15 Ağustos 2014 cuma gecesi de yaşadım. Tıpatıp aynı!..O zamanki vaziyeti, "Elektrikler Kesildi: Ekmek Çöktü- Ezân Sustu" başlığı ile, Samsun'da yayınlanan Olay Gazetesi'nin 11-12 Ekim 2014 târihli nüshasının 8. sayfasında ve Ankara'da yayınlanan Çağrı Dergisi'nin Kasım 2014 târihli sayısının 7. ve 8. sayfalarında belki bir duyan olur da çâre bulur diye yayınlamıştım. Demek ki, duyan olmamış!..
Şâyet, ' elektrikler kesilince' minâreler bir işe yaramıyorsa, ilgililer/salâhiyetliler ve mes'uller bunun da çâresine bakmalıdırlar.
İLİNTİ-2: 12 Eylül 2016 Pazartesi günü ise, Kurban Bayramı'nın birinci gününü idrâk ettik. Bayram namazından sonra atılan mermiler ile, belki bir ordu donatılırdı...Peki, bu bayramın, bu mermilerle ne alâkası bulunduğunu, hem Diyânet İşleri Başkanlığı'ndan ve hem de İçişleri Bakanlığı'nın emniyet salâhiyetlilerinden öğrenmek istiyorum. Bu silâh seslerini de, hiçbir muhtar, hiçbir kaymakam, hiçbir emniyet müdürü, hiçbir vâli, hiçbir müftü duymamış mıdır? Bu hususta hangi telkin yapılmış ve hangi idârî tedbire müracaat edilmiştir, bilmek hakkımızdır.
Câmi önlerinde/avlularında patlayan bu silâhların saçtığı tehlike niçin ve ne adına görmezden gelinir?
İLİNTİ-3: Aşağı yukarı-ortalama olarak- her câmi girişinde- içinde bir miktar mâdenî para bulunan bir naylon leğene rastlıyorum. Bu leğenin hangi mânâya geldiğini de merak ediyorum. Açıklayan bulunursa, sevinirim!..
İLİNTİ-4: Yerli ve yabancı, ekserisi, son birkaç senedir memleketimize gelen/getirilen Suriyeli mazlumlar câmi önlerinde perîşândır. Hattâ, cuma namazı sonrasında, câmi içlerine kadar varan bir keşmekeş mevcuttur. Her boyda çocuk ve genç kadınlar kucaklarında bebekleriyle...Tam bir rezâlet!..Aklım almıyor!..