İstiklâl Marşı şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy, "Kıssadan Hisse" başlıklı şiirinde şöyle der:
"Geçmişten adam hisse kaparmış...Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
"Tarih" i "tekerrür" diye ta'rîf ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"
Hangi 'zaman'ın insanı olursak olalım, "ibret" alınmayan tarih, 'tıpatıp' olmasa bile, 'tekerrür' etmekten kurtulamıyor. Necip Fâzıl, "Destan" adlı şiirinin bir yerinde şöyle diyor:
"Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emâneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka,bir eldiven, bir maymun ve inkılap."
Millî kültürün temeli olan 'lisan' ve 'millî târih şuûru' altüst edilir ve "arslan hakikat", "ispinoz kafesine" sığdırılırsa, elbette ki, "vatan", "dalkavuk kefesinde tartı"lır ve "babamın iskeleti, mezarda kan ter"lemeye başlar ve devam eder.
Söz "mezar"dan açılmışken, Necip Fâzıl'ın "Çırpınır" başlıklı şiirindeki "mezar", "evlât / nesil", "iman" ve "bayrak"la ilgili endîşelerini de günümüze taşıyalım:
"Dinle, kulağını ver de mezara!
Ölüler evlâttan yana çırpınır.
Nesiller arası korkunç manzara;
Domuz yavrulayan ana çırpınır.
Kalbten kazıdılar iman sırrını;
Her günün bugünden beter yarını.
Acı rüzgârlara vermiş bağrını
Türk Bayrağı yana yana çırpınır."
"Kulağını mezara" vermez isen; "evlât"lığı bilmez isen; "nesiller" i, nesillere yabancılaştırır isen; "kalb(ler)den iman sırrını kazır" isen; "Her günün bugünden beter (olur) yarını" ve "Acı rüzgârlara bağrını veren Türk Bayrağı yana yana çırpınır"!
Fazla söze gerek var mı? Elbette ki, yok!..Zîrâ...
Hazret-i Mevlâna der ki: "Söz, anlaması için söze muhtaç olan kişiye söylenir. Söz söylemeden de anlayan kişiye söz söylemenin ne lüzûmu var? Gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür."
Mehmet Âkif; ta 1912'lerden işâret veriyor. Hem de öyle bir işâret ki, "medeniyetler ittifakçıları"na ve "dinlerarası dialogcuları"na ibret olacak bir işâret:
"Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum Garb'ın elinden yarın,
Kalmıyacak çekmediğin mel'anet."
"koca Şark" ile, mâlûm "Garp"!.."İttifakçılar" ve "diyalogçular", şu ânda, hangi merhaledeyiz söyler misiniz? Bana sorarsanız, hâfızaların yoklanması gereken zamandayız! .. Şâyet, bunu önemli görüyorsak! ..
Mehmet Âkif'in, "yarın" dediği, acaba hangi zaman'dır dersiniz? Ve yine, bana sorarsanız, o "yarın", 'bugün'dür ve karşımızda, tıpkı söylendiği gibi 'dimdik' durmaktadır. Bunu, 'bugün, hâlâ 'yarın' bekleyenlerin idrâkine zımbalamaktan gayri bir hedefimiz de olamaz!..
Necip Fâzıl'ın "yarını" ile, Mehmet Âkif'in "yarın"ı arasında en ufacık bir fark görebiliyor musunuz? Asla!..Zîrâ, ne diyordu Necip Fâzıl: "Her günün bugünden beter yarını."
Ümitsizliğe mi sevkediyor, diyorsunuz? Yine'asla'! Diyeceğim. Bilinmelidir ki, Necip Fâzıl, bir yaraya 'neşter vuruyor, neşter!"
Âkif, Hakkın Sesleri'nde:
"Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya; milliyet nedir öğretmişiz!"
Dedikten sonra şunları söyler:
"Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez, görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!.."
Lütfen, târihi, sosyolojik bir p(i)lânlama ile tahlil ediniz: Yalnız; 'zaman'a, lütfen fazla dokunmayınız... Mekân aynı mekân ve hâdiseler aynı hâdise değil mi?
Necip Fâzıl, "Ve Gelir" isimli şiirine:
"Bu yurda her belâ içinden gelir;
"Hep"leri, hep, hiçin hiçinden gelir."
Mısralarıyla başlayarak, şiirini şu mısralarla bitirir:
(...) Bir gün bu gidişle çatlarsa yürek,
Dile vurdukları perçinden gelir."
Dil; millet olmanın en mühim unsuru olduğu gibi, ona "perçin vur"ulması da, hürriyetin gaspı mânâsını da taşır. "Dil"e, "perçin vuru"lursa, hangi "yürek çat"lamaz?
"Hâtıra" başlıklı beytinde Necip Fâzıl, Türkçe'mizin nasıl ihmâl edildiğini, horlandığını ve sâhipsiz bırakıldığını da şöyle ifade eder:
"Renk renk hâtıralarım oda oda silindi;
Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi."
Bir insan / millet ki, "hâtıralarını" bile okuyamayacak derecede lisanı bozulmuş / tahrip edilmişse, onun, feverân etmekten başka ne çâresi olabilir?
Lisânda bozulma, kültürde bozulmanın başlangıcıdır. Kelimelerin tahrip edilmesi, onlara yüklenen mânâların değiştirilmesi hiç farkında varılmadan yeni bir kültürle muhatap olunmasının kapısını aralamaktır. Bu da, "nesiller arası korkunç manzara"yla, "belâ"nın "içten geliş"inin habercisi olur.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruluyor: "Bir kavim kendini değiştirip bozuncaya kadar, Allah, şüphesiz, onun (hâlini) değiştirip bozmaz." (Er-Râd, 11)
Peygamber Efendimiz de:"Kim, bir kavme benzerse o toplumdan olur." diyerek, millî benliğin zedelenmemesi hususuna dikkat çeker.
Mehmet Âkif, 1919 yılında yazdığı "Azimden Sonra Tevekkül" şiirinde, çalışmamanın, gafletin âdeta ihânete eş olduğunu ifadeyle şunları söylüyor:
"Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt'ada, yer yer, kanayan izleri şâhit.
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhit.
(...) "Dünya koşuyor!" Söz mü? Beraber koşacaktın;
Heyhat ki, bütün azmi sen arkanda bıraktın!
Mâdem ki uyandın o medîd uykularından,
Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan!
(...)Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;
Mâzîyi, fakat yıkmaya kalkışma bu yolda.
Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücumu:
Mâzîsi yıkık milletin âtîsi olur mu?
Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha:
Bir kupkuru çöl var, ne ışık var, ne vâha!"
(medîd=Çok uzun; ahlâf=halef, sonradan gelen, yerine geçen; eslâf= selefler, halef mukabili)
Milletin karmaşaya sürüklendiği ve vatanın tehditler altında bulunduğu zamanlarda, Mehmet Âkif de Necip Fâzıl da endîşelerini ap-açık ortaya koyarlar. İçten ve dıştan gelen bütün gayrı millî unsurlar karşısında mes'ul makamda bulunanları îkaz etmeyi bir vazîfe sayarlar.
Mehmet Âkif'in, bu millî şuûrla, geleceğe büyük bir nasihat olarak ulaştırdığı:
"Yurdu baştanbaşa vîrâneye dönmüş Türk'ün;
Dünkü şen, şâtır ocaklar yatıyor yerde bugün."
Dediği mekân için, Necip Fâzıl, 1980 yılında yazdığı oldukça uzun bir mazûme olan "Manzara" başlıklı şiirinde kaygılarını şu mısralarıyla dile getirir:
"Demokrasi bu halka, / Burunlarda bir halka.
Hürriyet mi diyorlar; / Balık ağzında zoka.
Bilmezler ki hürriyet, / Teslim olmaktır Hakk'a.
(...) Son moda bölücülük, / Türk'ü bastırmak faka.
Türkiye'de Türk'e yok, / Köşe, bucak, mıntıka.
Her yandan kuşatılış, / Her taraftan abluka.
Bu hâle akıl çatlar / Ve tutulur nâtıka.
Memnun olan bu hâlden, / Rusya ve Amerika.
(...) Ya sen ey din lüpçüsü / Yeter bunca sâbıka!
İslâm dâvası dedik; / Sen çıktın çıka çıka!
(...) Gidiyor koca devlet; / Gidiyor şaka-maka!"
Târih boyunca şâhit olunmuştur ki, devrinin / zamanının 'dünyâ güçlüsü', silâh olup, mazlûma yağmur gibi zulüm yağdırmıştır. Ne zaman ki, içte, 'didişme - çekişme- sürtüşme- vuruşma' yaşanmış, etrafımızda kan emici sülükler belirmeye başlamıştır.
Bu durumda; şâyet, Türk vatanının etrafı ateş çemberi, içi ise nifaktan fıkır fıkır kaynıyorsa, bu seslere, 'zaman, mekân ve kişi' ayırt etmeksizin kulak vermek, tedbirinde müşterek tavırda bulunmak her kişinin boynunun borcudur. Türk yurtlarının talan edilmesindeki vahametin ciddiyetinin herkes tarafından bilinmesi şarttır.
Mehmet Âkif, millî birliğimizin esaslarını ortaya koyduğu "Ordunun Duası" başlıklı şiirinde ise, bu müşterekliği şöyle hulâsa eder:
"Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk'a tapan Müslüman."
"İbret" alınmayan târihi kim yok sayabilir, değil mi? Fakat bu târih, ondan ibret alınmamış ise ne işe yarar? Sâdece, rakamlar ve boş sözler olarak 'zamanın içinde' dolanır durur!.. Târihi değerli kılan, "ibret" olması ve ibret alınmasıdır!
Ve son söz, yine Âkif'ten:
"Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de muhîtindeki zulmetleri yak, yık!
Bir baksan a: gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır! " (1913)