Senelerdir, Türkçe üzerinde çalışmalar yapan ve Türkçe'nin, hem uydurukça ve hem de yabancı diller vasıtasıyla bozulması karşısında mücâdele vermekten zerre geri durmayan OMÜ Em. Öğretim Görevlisi ve Şâir-Yazar M. Halistin Kukul ile, dil-kültür münâsebeti ve Türkçe'mizin dünyâ dilleri arasındaki üstün mevkiini ele almaya çalıştık. "Türkçe, ne kadar zengin, haşmetli ve kudretli olursa, Türk birliği de o derece sağlam olur. Türkçe, nerede varsa, orada Türk milleti vardır, Türk milletinden bir iz vardır." diyen Kukul Hoca'yla sohbetimizi sizlerle paylaşıyoruz:
KAYIKÇI - Dilin/lisânın, milletleşmede birinci unsur olduğu sıkça söylenir. Dilden kültüre ulaşmada hangi merhaleler olabilir veya hangi kaynaştırıcı unsurlar vasıtadır?KUKUL- Her dilin bir kimyâsı vardır. Kimyâ, burada, nâdir'dir. Ulaşılması en uç mertebedir. Netîce îtibâriyle/ileriye doğru değil, başlangıç îtibâriyle ilk... Yâni: Öz... Yâni; göze...Böyle bir kimyâ bu!..
Bu göze'nin, bu öz'ün, nasıl doğduğunu tespit, zannımca mümkün değildir. Tahminlerle yaklaşım ayrı... Ancak; mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîmde, bize bildirilen apaçık bilgiler bulunmaktadır. Biliyoruz...Meselâ: "(Her şeyi ) yaratan Rabbinin adiyle oku" diye başlayan Alak Sûresi'nin bu ve müteakip âyetinde şöyle buyurulur: "Oku, O keremine nihâyet olmayan Rabbindir. Ki kalemle yazı yazmayı öğreten O'dur. İnsana bilmediği şeyleri O öğretti."
Bakara Sûresi'nin 31. âyetinde ise: "Âdem'i yarattıktan sonra bütün eşyânın isimlerini ona öğretti" buyurulmaktadır.
Ve yine, Rûm Sûresi'nin 22. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin/lisânlarınızın çeşit çeşit, renklerinizin türlü türlü (yâni farklı) oluşu da yine o delilerdendir. Şüphesiz bunda, bilgisi olanlar için,elbette âyetler vardır."
"Dillerin/lisânların ve renklerin/benizlerin çeşit çeşit,türlü türlü, ayrı ayrı veya farklı oluş"undaki sırrın çözülmesi nasıl olabilir, elbette düşünmekle, tefekkürle... Kimyâ'yı da, öz'ü de, göze'yi de, bu ilk'in içinde, bu sır'da dilde aramak gerekir.
Nasıl olmuş da, bu böyle olmuş? Meselâ; Hucurât sûresi'nin 13. âyetinde Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! biz, sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve sizi, milletler/kavimler ve kabîleler kıldık ki (soyunuzu, babanızı tanıyasınız)..."
Bu ve benzer âyetlerde, ana yapı içersinde, kavim/kabîle/millet/ırk/soy'a ait anlaşma vasıtası olarak belirleyici /ayırıcı/farklılaştırıcı/çeşitleyici/türlüleştirici 'kültür unsuru ' nun ne olduğunu da, düşünmek gerekir.
KAYIKÇI -Demek ki, mes'elenin aslında ilâhî bir hareket noktası/ bir çıkış var? Öyleyse, bu durum; milletlere/ kabîlelere/kavimlere ayrılış'ın , ayrı lisânlarla anlaşma'nın tezâhürü oluyor ve insanlık bir nev'i kültür dâireleri vasıtasıyla, birbiriyle irtibat kurmuş oluyorlar, buna ne dersiniz?
KUKUL - Dillerin farklı oluşu, tamamen yeni telâkkîlerin/anlayışların/ görüşlerin/inanışların/varlık ifadelerinin ve hâliyle kültürlerin doğuşudur. Bu durum, fitrî bir hâl'dir. Burada, daha başlangıçta dil, toplumlaşmaya/toplumun malı olmaya, sosyalleşmeye, içtimaîleşmeye başlarken; toplum da, müşterekleşmeye, kabîleşmeye, kavimleşmeye, milletleşmeye başlar. Zaman içinde, bu, bir an'ane, bir kültür meydana getirir.
Dil gelişirken, toplum olgunlaşır; millet, bir mâzîye sahip olarak târihleşir ve kendine hedef ve ülkü seçer. İnançlarındaki saflar belirleşir ve sıklaşır. Dînî tavırlar bu birleşmede yeni bir irtibat noktası teşkil eder.
Dîn; dilin/lisânın/kelimenin hem içini doldurur muhtevâsı olur, hem de onu, ihâta eder; ona zırh olur,
KAYIKÇI - O hâlde, burada şunu sorabilir miyim? Millîleşmede/millet olmada ana ve tâlî unsurlar nelerdir?
KUKUL - Her harfin, her hecenin ve safha safha her kelimenin ve cümlenin bir estetiği vardır. Bu da, harften başlar. Harf, sözün maddesidir ve her harfin bir geometrisi vardır. Elbette ki, olması gereken bir de ses'i ... İkisinin de lisânda, yeri, mûteberdir. Ses; zarâfeti temsil eder. İşte bu noktada, her dilin estetiğiyle muhatap oluruz. Bu ses'te, muhakkak ki, geometrinin yâni dilin maddesi'nin önemi olduğu kadar, konuşanın/milletin ağız yapısının, dilin yüklendiği mânânın ve hattâ iklîmin ve yaşayış tarzının da tesiri vardır.
Dünya kurulalı beri, nice diller gelip geçmiş, nice diller de irili ufaklı hayatını sürdürmektedir. Ancak, şu var ki, dünyâdaki 'büyük dil âileleri', târih boyunca, ilmin her sahasında olduğu gibi, sosyal faaliyetlerin de her safhasında müessir olmuşlardır.
KAYIKÇI - 'Büyük dil âilesi' ifadesini biraz daha açar mısınız? Türkçe hangi dil âilesindendir?
KUKUL - Sorunuzun ikinci kısmından başlayayım: Türkçe; büyük dil âilesi'nin önde gelenlerindendir. Hem târihîlik bakımından, hem muhteva zenginliği , hem estetik cazibe veya zarâfet ve hem de konuşurluluk yaygınlığı bakımından böyledir...
Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları adlı kitabında "Lâtince, Arapça, İngilizce ve Türkçe'nin imparatorluk dilleri" olduğunu söyler. Bu dört dili dünyânın en ileri dili sayar. Lâtince, ölü bir dil olmasına rağmen, bâzı dillere kaynaklık yapması ve hâlâ ilmî lisanda bulunması bakımından önemlidir. Ancak; bunlara, bugün için, İspanyolca'yı, Çince'yi, Rusça'yı, Hintçe'yi ilâve etmemiz gerekmez mi , diye de düşünürüm. Çünkü, bunlar da çok uzun zamandan beri yaşamakta, çok sayıda insan için anlaşma vasıtası olmakta ve edebiyatı eski olan dillerdir.
KAYIKÇI- An'ane/ kültür/ töre irtibatıyla düşünüldüğünde, 'büyük dil âilesi' nden olmanın cihânşümûle tesiri ne olabilir?
KUKUL -Bir defa, mâzî, onda yâni dilde/kelimede saklıdır. Târih boyunca insanlığın geçirdiği iktisâdî, kütürel, ilmî ve aklımıza ne geliyorsa, her türlü san'at faaliyeti ve her hâdisedeki yaşayış tarzlarının muhtevâsı kelimelerin içinde bulunmaktadır.
Resimlerin, rakamların, heykellerin ve çizgilerin 'çözüm merkezi' , nihâî olarak yine 'kelime/lisan/dil'dir.
Her hâdise; bugün, varlığını onunla ifadede, ifşâda ve icrâdadır. Yarın, onunla şen, esen ve payidar olacak hedeflere yürümekle mes'uldür...Dil, önce, görünürde çok basit fakat çok'tan da öte en mühim anlaşma vasıtasıdır. Çünkü dil; ilmin icrâ vasıtasıdır.
Dil, söz san'atlarına ufuk açan, onu, san'at, ilim ve kültür sahalarında cihâşümûle taşımada birinci unsurdur. Dînin öğrenilmesi için, dilin, insan hayatında hem dünyevî ve hem de uhrevî tesiri büyüktür.
O; izi asla silinemez bir taşıyıcıdır. Bilhassa, büyük dil âilelerindeki cihânşümûllük, en ileri safhadadır ve başka kültürlere tesir etmede ve medeniyet inşâsında ve ihyâsında en büyük yol gösterici ve yol açıcıdır. Geçmiş tecrübeler, dil ile kayıt altına alınır. Bunda da, büyük dil âilesi'nde olmak, elbette ki, kazançtır. Dolayısiyle, Türkçe, ne kadar zengin, haşmetli ve kudretli olursa, Türk birliği de o derece sağlam olur. Türkçe, nerede varsa, orada Türk milleti vardır, Türk milletinden bir iz vardır.
KAYIKÇI - O hâlde; Türk dili ve buna bağlı olarak da Türk kültürü, cihânşümûllüğün neresindedir?
KUKUL - Cihânşümûllük, bir yerlerde aranmaz. Bu, uzun süreli çalışmaların sonunda, her türlü emperyalizmin üstesinden gelerek/gelinerek fakat insanlığın müştereği olan her türlü medenî, ilmî ve teknolojik faaliyetlerle irtibatlı olarak ulaşılan medeniyet seviyesidir.
Türk kültürü, bu mânâda, Türkçe'nin zenginliğinden, mîmârîsine, mûsıkîsine, hat san'atına, şiirine kadar pek çok sahada , askerî ve siyâsî sahada kendini ispat etmiştir. Yemek/damak zevkinden folklörüne, güreş ve cirit gibi bâzı s(ı)por dallarına kadar bu medeniyetin içindedir.
Şüphesiz ki, bunda, Oğuzhan'dan akıp gelen kültürünle Yûsuf Has Hacibler'in, Kâşgarlı Mahmudlar'ın, Mevlânalar'ın, Yûnus Emreler'in, Mimar Sinanlar'ın, Molla Fenarîler'in, Fuzulîler'in, Uluğ Beğler'in, Ali Kuşçular'ın... ve daha nicelerinin bunda hisseleri vardır. Bu kişilerin yaptıklarına bakanlar, onların varlıklarını hissetmekte kalmazlar, onları, bir şuûr alarak idrak da etmeye başlarlar. Kültürün cihânşümûlleşmesi budur.
Zaman zaman onunla hemhâl olurlar, zaman zaman onu bizzat yaşarlar. Düşünüldüğü veya yaşanıldığı zaman anlaşılır ki, o kültür/Türk kültürü, kültürlararası çatışma/çekişme veya uyuşma/mutabakat /uzlaşma çerçevesinde, hâkim bir vaziyette kendini gösterir ve onun mevkii burasıdır denilir.
KAYIKÇI - Peki, bu noktada, "medeniyetler ittifakı" nı nasıl değerlendireceğiz? Biraz tuhaf bir durumla karşılaşmıyor muyuz?
KUKUL - Tabiî ki, çelişkiler yaşıyoruz. ..Bugün, bu ifade siyâsî ve zaman zaman da ne olduğu belli olmayan bir tâbir olarak karşımıza çıkıyor. Bu tâbir, ilkönce, 2005 yılında, İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero tarafından ortaya atıldı ve bu teklifi üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan mutabık kaldı. Daha sonra Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğince de kabûl gördü. Mes'ele şu: Müslüman devletler/milletler ile, Batılılar -tabiî ki, Batılı'dan kimler kastediliyorsa- arasında görülen "şüphe, korku, kutuplaşma, hakaret" ortamının istismar edilmemesi ve önlenmesidir.
Görünüşte, tabiî ki, siyâsî olarak çok güzel bir temennidir. Halbuki, bizim, sözünü ettiğimiz "mutabakat" veya "emperyal" tavır ile, bunun hiçbir irtibattı yoktur. Çünkü; bu yâni "ittifak" ta zorakîlik, sun'îlik vardır. Tabiî seyir yoktur.
Nitekim; bunu söyleyenlerin hiçbirinin gerçek niyetinin de ne olduğu âşikâr değildir. Mâdemki bu "ittifak", BM tarafından da benimsenmiştir, peki öyleyse, dünyânın bu hâli nedir, dememeli miyiz?
Ortaya atılan bu "ittifak"ın içini neyin veya nelerin doldurduğu örtülüdür. Şahsen ben, bunda neler vardı(r) hâlâ bilmiyorum. Bu mevzûda, kültürün belli sınırları, târîfleri maddî ve mânevî değerleri vardır.
KAYIKÇI -Bu hususta, Garplılık/Batılılık veya Şarklılık/Doğululuk gibi tâbirler müessir midir?
KUKUL - Eski devirlerde bile müessirdi. Elbette ki, haberleşmenin en hızlı olduğu bu çağda, bu müessiriyet çok daha fazladır, hatta anlık'tır. Bir anda, her şey değişiverir, allak-bullak olur. Bu, son zamanın tâbiriyle, bir "şok" tur. Ne var ki, kültürün bu derece hızlı değişmesi, allak-bullak olması kısa süreli tesirlerle mümkün değildir. Bundaki değişmeler önce pek görünmez fakat zaman içindeki birikimler patlamalara bile sebep olabilir. Bunda, şüphesiz ki, iki unsur önem taşır: Biri, dilin kalıcılığı; dîğeri ise, dînî değerlerin ihâta ediciliğidir.
Fakat, unutulmamalıdır ki, bunlar da tahrip edilemez, unutturulamaz ve yok edilemez değildirler. Târihte, ismini okuduğumuz nice kavimlerin bugün isimleri bile ortada yoktur. Niçin?
Diller de böyledir!..
Batılılık veya Şarklılık birer zihniyetin ifadesi ise, 'evet'; fakat birer cihet iseler tamamen coğrafî îzah gerekir. Bizim mevzûmuz zihniyetle alâkalı olanıdır. Kaldı ki, biz Türkler, Batı hattâ dünyanın büyük bir ekseriyeti karanlık dönemini yaşarken, altın dönemimizi yaşıyorduk. Ve Türkler, coğrafî olarak zâten hep Batıya gitmişlerdir. Ancak; Türk zihniyeti, hep Türk kalmıştır.
KAYIKÇI - Sorumu şöyle tekrar edeyim: Şaklılığın Garplılığa değil de, tersinden, Garplılığın Şarklılığa tesiri, niçin dâimâ gündemdedir?
KUKUL-Bu, Batılı'nın değil, Batılılaşmak isteyenin kusurudur. Millîlleşmelerini tamamlayamamışlar veya millîleşmelerinden uzaklaşmış olanlar, bundan çok etkilenirler. Bu durum, her millet için geçerlidir. Zîra; Allahü teâlâ, Rad Sûresi'nin 11. âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez."
Zâten, Peygamber Efendimiz de bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadırlar. "Kim bir kavme/millete benzerse ondandır/ondan olur."
Biz; Garp'ı/Batı'yı veya Şark'ı/Doğu'yu bir cihet/yön/maddî bir istikamet olarak değil de, bir zihniyet mes'elesi olarak idrâk etmeliyiz ve öyle düşünmeliyiz. Bir topluluk/bir cemiyet/bir millet/bir kavim, kendi hâlini tahlil etmeden önce, başka sosyo-kültürel dâirelere yönelirse, orada karmaşa başlar, orada tehlike çanları çalar.
Ne yazık ki, Batılılar, Şarklılaşmayı değil de; Şarklılar, Batılılaşmayı özlüyorlar...Bunda, şüphesiz ki, son birkaç asrın geri kalmışlığının izleri bulunmaktadır. Hâlâ da öyle...Batılı, okumuş, araştırmış, keşfetmiş, biz maalesef seyretmişiz... Sâdece teknolojide değil, târihteki değerlerimizi yâni hazır olarak bize intikal edenleri bile onlara tanıtmakta geç kalmışız. Bırakınız onlara tanıtmayı, biz bile çoğunu bilemiyoruz. Şu var ki; bir zamanlar da Batılılar, bizden aldıklarıyla temellerini döşemişlerdir. Bunu, bâzı aklı selim sahipleri hâriç, asla söylemezler.
KAYIKÇI- Bu noktada, senelerdir tartışılan bir hususu dile getirmek istiyorum: Garplılaşmanın neresindeyiz?
KUKUL -Bana kalırsa, hiçbir yerinde değiliz, olamayız ve olmayacağız. Münferit tavırlar bu hususta gayrettedirler. Ancak, çıkılan yolun ve varılmak istenilen hedefin ne olduğu da hâlen îzah edilmiş değildir.
Hiçbir zaman "Avrupa Birliği"ne girmemizi tasvip etmedim. İşbirliği hâriç!..İşbirliği, herkesle yapılır...Elbette ki, o da, belli siyâsî veya ticârî irtibatlı olarak...Ammâ birlik, başka bir şeydir. Her hususta mutabık olacağınız kişi veya topluluk ile birlik yaparsınız...Ve yine, niçin Avrupalılaşmak veya Batılılaşmak? Bizim, Türkleşmek, İslâmlaşmak gibi hedefimiz niçin yok? Türk Birliği veya İslâm Birliği'ni niçin arzulamıyor ve hedeflemiyoruz?
Bizim hedefimiz Batılılaşmaksa, önce Batılı ve Batılılaşmanın felsefî temelleri îzah edilmelidir. Batı ne, Batılı kimdir? Şu anda, Birliği'nden çıkmak üzere olan Avrupa ülkesi İngiltere mi? İnsan haklarını hiçe sayan F(ı)ransa, Almanya, Lüksemburg mu? Yunanistan mı? Sırbistan mı? Kim? Hangisi Batılı?
Ve bu "Kim veya hangi'nin", hangi ölçüsü, benim dînî ve millî k(ı)riterlerime uygundur? Mes'eleye zihniyet olarak baktığımızda, ABD bile Batılıdır. Zenciler'e ve Kızılderiler'e zulüm yapmanın ötesinde hayat hakkı tanımayanların hangi ahlâkî değerlerini ölçü alabiliriz? Fakat...Ve fakat...
Bütün mes'ele, kendi insanımıza lâyık sistemimizi kuramamamızdadır. Kendi hüviyetimizi, kendimize mahsus bir şekilde teşekkül ettiremeyişimizdedir. Böyle bir lisânın var, İslâmiyet gibi cihânşümûl bir dîne sâhipsin, muhteşem bir târihin var ve dünyânın en değerli coğrafyalarında hüküm sürüyorsun...Bu dîn, sana, "Oku!" diyor; okumuyorsun.."Tefekkür et, düşün!" diyor; tefekkür edip düşünmüyorsun. Çalış, diyor; çalışmıyorsun..Peki, ne istiyorsun?..Elini kim tutuyor? Tutanın elini sen kır, kolunu sen bük!..Senin okumanı, çalışmanı kim engelliyor? Onun sus payını ver ve sustur!..
KAYIKÇI- Bunun için mi Garplılaşmanın hiçbir yerinde değiliz diyorsunuz?
KUKUL - Elbette...Çünkü, nerede olduğumuzun hâlâ farkında değiliz... Kendimizi, onun bunun kucağına atmaktan vazgeçmeliyiz!..Sen, beni kucağına almazsan, ben de başkasının kucağına giderim/girerim düşüncesi yanlıştır...Kendimizi avutuyoruz; kendimizi harcıyoruz...
Çalışmıyoruz, iddialı olamıyoruz, bilgi üretemiyoruz...Her şey ithâl...Dîğer taraftan; düşününüz, Avrupalı/Batılı, dışa karşı Avrupa milliyetçiliği/ırkçılığı taşır. Aynı Avrupalı, kendi içinde, İngiliz, Alman, F(ı)ransız...ırkçısıdır. Milliyetçiliği, bizdekiyle mukayese etmeyiniz. Bizdeki milliyetçilik, hiçbir zaman ve hiçbir devirde ırkçı olmamıştır. Temelinde İslâmiyet olan bir milliyetçilik nasıl ırkçı olabilir?Kaldı ki, umûmî kültür değerleri hıristiyânî olmakla birlikte, kapitalist, ateist fakat demokrat görünümlü bir yapıya sâhip Avrupa devletlerinde hâlâ "k(ı)rallık"la hüküm süren devletler mevcuttur. Çünkü, dışa karşı acımasız olan Batılı zihniyette, kendilerine karşı totaliterlik yoktur. Veya öyle görülmektedirler.
Böyle bir Garplılaşma, bizim hayat tarzımıza münâsib değildir.
Tabiî ki, teknolojinin ve ilmî ilerlemelerin getirdiği nimetler bakımından düşünülürse, elbette ki, hedef bu olmalıdır. İrtibat/işbirliği burada lâzımdır. Körükörüne değil, akıllı ve şuûrlu olarak. Hüviyetimizi, kararımızı, ölçümüzü ve haddimizi bilerek yürümek şartiyle...
KAYIKÇI - Peki, hedef ne olmalı ve bu hedefe ulaşmak için ne yapılmalıdır?
KUKUL - En önemli mes'ele p(i)lânlamadır. Bunda da, hedef tespiti esastır ki, hedef, Türk Dünyâsı olmalıdır. Yâni, ilk hamle ve en geniş mânâsıyla en geniş coğrafya hedeflenmeli. En geniş coğrafyanın, kültür değerleri kaynaştırılmalı: Müşterek dil olan Türkçe'den başlamak üzere, dînî değerlerimiz, müşterek târih, müşterek edebiyat, müşterek mûsıkî, mîmârî ve sâir san'at dalları masaya yatırılmalı.
Türk Dünyâsı'nı meydana getiren her mânevî ve maddî nokta ile temasa geçilmeli. Bunda, Devlet'in yapması gerekeni Devlet; sivil kuruluşların yapması gerekenleri de bunlar yapmalıdır. Ammâ, mutlaka yakın temas sağlanmalıdır.
İktisâdî işbirliği, -konu Türk Dünyâsı olunca, elbette birlik- işin en önemli ikinci cephesini teşkil eder. Fakat, sempozyumlarla, panellerle, konferanslarla, şiir şölenleriyle, mûsıkî konserleriyle, kitap tanıtım sergileriyle, s(ı)por müsabakalarıyla..irtibat sıklaştırılmalıdır. Bunun çok zor olduğunu elbette biliyorum. Fakat, bütün bu zorlukları aşacak insan gücümüz de mevcuttur. Türk gençliğini büyük hedeflere göstererek yetiştirmek mecbûriyetimiz vardır. Bu noktada sıkıntımız büyüktür!..İnşâ-Allah, niyetlendiğimiz her hedefe ulaşmamız nasib olur!..
KAYIKÇI- Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı Hocam?
KUKUL - Yakın zaman önce yazdığım "Uyanmamız Gerekir" başlıklı bir şiirim var. İsterseniz, sözü, onunla bağlayalım:
"Önce, hâlis îmânla inanmamız gerekir;
Müşterek mâzîmizi hep anmamız gerekir!
Arınıp hoyratlıktan, sıyrılıp gammazlıktan,
Gökkuşağı hâliyle boyanmamız gerekir!
Başkasının peşinden yürümeyip, kendince,
Yepyeni bir ruh ile, donanmamız gerekir!
Kimseden beklemeden, çalışıp didinerek..
Bir aşk ile yanmamız yıkanmamız gerekir!
İçimizde ne varsa, merhamet, sevgi gibi,
Dört mevsim zemzem ile sulanmamız gerekir!
Sanılmasın, bu âlem, hep böyle devam eder;
Her sabaha kükrerce şahlanmamız gerekir!
Kıskançlık gündüzlere, gözaydın gecelere...
Kim varsa zulüm eden dayanmamız gerekir!
Kırıp hırsları - kini, ezip şer arzuları,
Nefsin tahribatından arınmamız gerekir!
Sanılmasın ki, her şey, sükûnette gidecek;
Uyanmamız gerekir, uyanmamız gerekir!.."
KAYIKÇI- Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim, Hocam !..
KUKUL - Ben de teşekkür ederim Azîz Kardeşim!..