'Teessür' kelimesini başlığıma aldığım için ben de üzgünüm. Esas mes'ele, onu, bana söyleten sebeplerin hızla devam edişidir. Bir de, mânâ bakımından, bana, diğer emsallerinden daha şümûllü ve daha tesirli geldi.
Ne demeliydim ki, bundan daha çarpıcı olsun!
Şu anda gece yarısı, sahur öncesindeyim. Gece yarısı bile değil; birazdan sabah ezanı okunacak.
Târih: 23 Haziran 2015 ve saat: tam 01.51'i gösteriyor. Zihnimde, birikmiş onca hâdiseler yekûnu var: Türkiye'nin etrafı sarılmış ve kan gölü hâlinde...İçersi ise, maalesef günlük güneşlik değil!..
Kimsenin umurunda mı bunu da bilmek istiyorum. Bugün, 25. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanacak ve yeni üyeler yâni 'milletvekilleri' yemin' edecekler.
Yemin metni, Anayasa'da yazılı. Fakat, bir tedirginlik var ki, sormayın! Acaba, bâzıları çıkıp da, bunu 'Anayasa dili' hâricinde okumaya kalkışacak mı? 'Kalkışma' , zâten çoktan başladı da, ne duyan var, ne gören!...
Ben, bu kelimeyi kullandım ya, birileri çıkar da: "Sen, bu kelimeyi nasıl kullanmaya kalkışırsın?" deyiverirse hiç şaşırmam! Benimkisi "kalkışma" olur da, eli silâhlıları bilen, gören, duyan hiçbir merci bulunmaz!
Bundan, ne eski-yeni Cumhurbaşkanları'nın, ne eski-yeni Başvekiller'in, ne Bakanlar'ın, ne Genelkurmay Başkanı'nın, Kuvvet Komutanları'nın ve hattâ ne de Diyânet İşleri Başkanı'nın haberi vardır!
Aslâ yoktur...Yoktur...Yoktur!...Yoktur!..
Memlekette, elinde silâhla dolaş(a)bilen hangi babayiğit var, söyleyebilir misiniz?..Mümkün mü???
Hükûmet kurma görüşmeleri, çalışmaları devam ediyor...Gergin ve asabî çehreler insanı huzursuz, p(i)sikolojileri tahrip ediyor! İnsanımız ne yapsın? Gençliğimiz ne yapsın? Çocuklarımız ne yapsın?
Öylesine bir çıkmaza girmişiz ki, normal düşünemiyor ve normal bir şiir için değil, bir çift söz için bile kafamı toplayamıyorum!..Aslında, şiire o kadar muhtacım ki, bilemezsiniz!..
Fakat, lütfen söyleyin, hangi güzellikleri yazayım? Hangi şahlanışları, sevdâları, muhabbetleri dile getireyim?
Bu hırçınlık niye? Bu tahammülsüzlük niçin? Bu menfaat avcılığı ne uğruna?
Sınırboylarımız kevgire dönmüş, girip çıkanın hesabı yok!..Suriye'den kaçıp gelenler murakabe altına alınamamış, yurdun her köşesinde, bir uçtan diğer uca mülteciler sokakları işgal etmişler, çoluk-çocuk perîşan hâlde dilencilikle, hırsızlıkla ve her türlü ahlâksızlıkla sosyal dengeyi alt-üst etmişler!..
Etmektedirler!..
Ya yere tükürenlerden, ya k(ı)laksona sonuna kadar basıp rahatlayanlardan, ya nefeslerini tüketircesine ağızlarını mikrofona dayayıp, ezânı, güzelliğinden ve ihtişamından uzaklaştırarak okuyanlardan, ya gecenin bir saatinde, koltuklarını-sandalyelerini gıcırtatarak evini düzene koymaya çalışanlardan, ya halısını-kilimini-çarşafını alt kat komşusunun başına silkeleyenlerden...Söz etmeyelim mi?
Comte de Bonneval, 1740 yılında basılan eserinde şöyle diyor: "İstanbul şehri, civarında takriben iki milyon nüfus olmak itibariyle Avrupa'nın en büyük şehirlerinden sayılması lâzım gelir. İşte bu fevkalâde nüfus kesafetine rağmen tek bir dilenciye bile tesadüf edilmez."
Aynı zamanda azılı bir Türk ve İslâm düşmanı olan, İngiltere'nin İstanbul sefâretinde çalışan Sir James Porter adlı şahıs, 1769'da yayınladığı kitabında şöyle der:
"Türkiye'de yol kesme vakalarıyla ev soygunculukları ve hatta dolandırıcılık ve yankesicilik vakaları adeta meçhul gibidir. Harp hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun yollar da evler kadar emindir.
(...) Türkler ister hırsızlığı insanlığa yakışmayacak menfur bir hareket sayarak alçak ve şerefsizlik addetsinler, ister kanunun pek kahir olmayan şiddetinden hakikaten yılmış olsunlar, herhalde şurası muhakkaktır ki, İstanbul'da Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vakaları son derece nadirdir."
O hâlde, şimdi: "Ne oldu bize?" diye sormayacak mıyız!
Memleketin altı oyulurken, bu vurdumduymazlık, bu bananecilik ve bu şahsî hırs ve kaprisler niçin?
Devlet'in salâhiyetlileri ve mes'ulleri de, hiçbir mes'eleyi üzerlerine alır gibi görünmüyorlar...Ne âlâ memleket!.. Meselâ, bil-umûm, hepsi, Suriye'den gelen üç milyona yakın mülteciyi gayet mâsûmâne ve milletimizin mânevî hislerini de bir nevi 'istismar' ile, "ensar-muhâcir" münâsebetine bağlayıp kenara çekilmiş vaziyetteler!..
Dile kolay, üç milyon sahipsiz çocuk, kadın ve işsiz genç adam, sokaklarınızı dolduruyor, umurumuzda değil!..Şanlıurfa'dan Samsun'a, Gaziantep'ten Kilis'ten Bursa'ya, Afyon'a, İzmir'e, Kahramanmaraş'tan Bodrum'a İstanbul'a kadar çok hazin bir durumla karşı karşıyayız!..
Soma'da Ermenek'te öksüz yetim kalan çocuklarımız yürekler acısı!...
Kerkük, Musul, Telafer...birer yangın yeri...Irak ve Suriye Türkleri, alevler içersinde kıvranıyor!..Kimsesiz ve sahipsiz bir vaziyette, Amerika-İsrail destekli uşakların bombaları altında imdat bekliyorlar, can çekişiyorlar!..
Karabağ'ın dumanı hâlâ üzerinde tüterken, Akdamar'ın, Sümela'nın cezbedici(!) lütuflarıyla oyalanmanın tam da zamanı öyle mi?
TBMM'ne kaç tane Türk olmayan milletvekili girmiş'in hesabı yapılırken, Türk milletine bunca katliamı kim yapmış, zulme kimler sebebiyet vermiş, soykırımları kim teşvik etmiş ve kimleri maşa olarak kullanmışlar bunun hesabını yapan ve soran yok!..
Daha yepyeni / sımsıcacık, Doğu Türkistan'da 28 Müslüman soydaşımız oruç tuttukları, Türkçe konuştukları için şehit edildiler.
Bu hususta, herhangi bir salâhiyetlimizin bir çift - tesirli - sözünü duymuşsanız, lütfen bana da haber veriniz!
Memleket çatlıyor...Türkiye çatırdıyor!..Gaflet boy boy! İhânet başını kaldırmış şahlanmada!..
Kendilerine "aydın" sıfatını yakıştıran bir takım zevat, Türk'ü, âdeta 'azlık' gösterme gayreti içersine girmiş!..Bunların bâzılarına sorarsanız kendileri de Türk!..
Yine, kendilerini 'fetva' makamında gören bir takım zevat, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir"in mütevâzı yer sofralarında değil de, ihtişamlı israf masalarındaki ikrâmlarla arz-ı endam ederek lezzet tadımındadırlar.
Acaba, "muhacir" denilen mültecilere, "ensar" olmak böyle bir şey midir? Bilemiyorum!..
Demek ki, 'birlik ve kardeşlik içersinde yaşamak' böyle olurmuş!!!
Bir takım zevat da, Türk kelimesini, işine geldiği zaman, işine geldiği gibi kullanıyor. Yâni; keyfi!..
Sanki bu Türk, târihte, 16 imparatorluk, 38 devlet, 32 beylik, 4 atabeylik, 17 hanlık, 10 cumhuriyet kurmamış bir millet!..
Sanki bu Türk, târihte, en büyük cihân devletlerini kurmamış bir millet!...
Sanki bu millet, Oğuz'un Kayı boyundan gelmemiş ve 1299 yılında yurt edindiği Söğüt'ten, 1585'lere gelindiğinde Üçüncü Murat Han zamanında 23 milyon 337 bin 600 kilometre karelik cihânşümûl bir lider olmamış bir devletin mensupları!..
Sanki bu millet, dünya târihinde 322 yıl lider ve önder devlet olarak hüküm sürmemiş olan şanlı Osmanlı Devleti'nin hüküm sürücülerinin torunları-mirasçıları değil!..
Ne yazık ki, bu millet, sâdece kabuk değiştirilmekle kalmamış, maalesef öz'de de bârîz zedelenmelere uğramış!..Kimyâsı alt-üst olmaya başlamış, dili bozulmuş, nezâketi ve edebi tartışılır- düşünülür hâle gelmiştir!..
Ne yazık ki, derin bir uyuşuklulukla, millî şuûr-altı boşaltılmış ve boşaltılmaya devam edilmektedir.
Yine, ne yazık ki; okulların ve câmilerin siyâsetle birebir faaliyet hâlinde bulunduğu son yıllar, ülkemizde yalan söyleyenlerin sayısı artmış ve buna bağlı olarak da, hırsızlık, adam kayırma, fuhuş, cinâyet, dilencilikle her türlü kanunsuzluk son haddine ulaşmıştır.
Düşününüz ki, onbinlerce millî eğitim mensubu müdürü sorgusuz-sualsiz görevden alan ve fakat haklılıkları ortaya çıkınca onları göreve iade etmek zorunda kalan bir Millî Eğitim Bakanı hâlâ iş başında bulunabilmektedir.
Çocuklarımız ve gençlerimiz kimi / kimleri numûne olarak alacaklardır?
Anayasa'yı tanımıyorum diyenlerin baş tacı edildiği yâni 'adâlet'in 'kör' edilmek istendiği bir mekânda, kim, nasıl huzur ve emniyet içersinde hayatını devam ettirebilir?
Kişilerin kanunlara uyması değil, kişilere göre kanun çıkarılması; bir muhite uygulanan kanunların başka bir muhitte uygulanmaması, huzursuzluğun ana sebeplerinden biri ve başlıcası olarak vicdan sahiplerini derin derin düşündürmüş; ancak onları, oldukça da 'nefessiz' bırakmıştır.
Nefeslerin kesildiği ve huzurun bulunmadığı bir mekânda güzel san'atlar nasıl gelişebilir?
Şiir nasıl asîl mevkiine ulaştırılabilir ve ilim nasıl değer kazanıp olması gereken yerinde bulunabilir?
Herkes, bu soruyu, vicdânına danışarak, tekrar tekrar kendisine sorsun: Nasıl? Nasıl? Nasıl?..