Türkçemizde, "gelenek, görenek, töre, örf, âdet ve an'ane" kelimeleri hemen hemen aynı mânâlarda kullanılırlar ki, biz, buna, umûmî/çatı tarif olarak “kültür” deriz.
Bu durum, asırları ihâta eder. Bir diğer deyişle, târihî akış içinde, kişilerin, cemiyetle müşterekleşmiş yazılı ve görülü bütün hayat tarzlarının geleceğe intikalidir. Kanunlarla sınırlı olmayan bu hâl, tamamiyle “tabiî mecrâ”daki birikimlerdir.
Dünyâ, bir “ev”dir. Orada, sâhip olarak da, kiracı olarak da bulunmaktayız. Aslında hep kiracıyız da, mevzûmuz için böyle düşündüm. Bu mekânın bir bölümü,”bizim nesile” tahsis edilmiştir. “Bizim nesil” diyorum, çünkü dünyâ, kültür dâirelerinden teşekkül etmiştir ve –her ne kadar insanlık vasfında birleşilirse de- her kültür dâiresinin kendine mahsus hususiyeti bulunur.
Bu evin içinde, kendimize mahsus hâtıralarımz vardır. Duvarındaki bir çivi izi bile, bizim için mühim olabilir. Diğer kiracılarınkiler de kendilerine âittir. Her türlü “ komşuluk” münâsebeti/irtibatı da burada başlar. Cenâzelerde, düğünlerde, asker uğurlamalarında ve misafir ağırlamalarında bir takım hususiyetler teşekkül eder ve şekillenir. Bizim evdeki bir kara-kazan, işlemeli bir örtü, bir beyit veya bir mânî, bir yüzük veya küpe, köstekli bir saat, dededen, nineden, anadan, babadan intikaldir ve bize mahsusluğu ile çok mühim olabilir.
İşte asıl mes’ele, bu “intikal” dedir. “İntikal”; millî kültür’dür. Diğer bakışla; “ gelenek, görenek, töre, örf, âdet ve an’ane”nin herbiridir.
Ecdât mezarlıkları “intikal”dir. Mezar taşları, birer “kültürel tapu “durlar. Mekân isimleri böyledir. Câmi, çeşme, han ve hamamlardaki mîmârî tarzı bu cümledendir.Yâni; yukarıda “ çatı” olarak ifade ettiğimiz husus, burada bir başka deyişle ve değişiklikle “ temel” vasfında görünüyor. Bir farkla ki, inşâ tamamlandıktan sonra, “kültür şemsiyesi”, çatı hâline bürünüyor. Herkes, her fert yâni bütün cemiyet mensupları, o çatının altında toplanıyorlar.
Eğer bunlar yoksa; siz, ona, ister gelenek, ister görenek, ister töre, ister örf, ister âdet ve ister an’ane deyiniz, teşekkül etmeyen “kültür”den mahrûmsunuz ve “köksüz”sünüz demektir.
“Kök” olmadan, gövde, dal, yaprak, çiçek ve meyva olabilir mi?
Mes’elemiz; “kendi kalmak” veya “ben’i yaşatmak”tır. “Kendi”, öz varlıktır. Öz; taklit değil, asıldır. Asıl; zorakî bir kabûllenme, bir zapturapt değil, tabiî seyir içinde, cemiyet mensuplarının ahlâkî vecibelerini müşterek bir mertebede tahakkuk ettirebilme irâdesidir.
Sözünü ettiğimiz “içtimaî birikim veya kültür”, mâzîden “gelen”dir. Kök’ten “intikal”dir.
Töreyi veya umûmî mânâda kültürü yok sayarsanız veya silmeye kalkışırsanız, birileri de sizi yok sayar veya silmeye kalkışabilir. Bu; bütün tecrübelerin yok sayılması veya silinmesi mânâsını taşır ki, o zaman cemiyette “karmaşa” hâkim olmaya başlar.
San’atın her sahasında bu durum görülebilir. Her san’at mektebi, bir öncekini “red” ile işe başlamıştır. Fakat görülmüştür ki, hiçbiri, hiçbirini yok edememiş ve silememiştir. Ancak ve ancak ondan “istifade” ile bir yerlere ulaşmaya çalışmıştır.
Buna, Orhan Veli ve arkadaşlarının “ölçüsüz, kafiyesiz, şâirânelikten uzak” bir tarz olarak başlattıkları hareketi,”karşı bir numûne” olarak gösterebiliriz. Bu hususta, Garip Önsözü’ndeki ifadeler, bizce, oldukça tahripkârdır.
Deniliyor ki: “An’ane, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiş…“
(...) Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey içlerinden gelen yeni bir kayıtlar sistemidir. Ancak ileriki nesillere intikal ettikten sonra an’ane olur. Büyük san’atkâr namütenahi kayıtların içindedir. Fakat bu kayıtlar hiçbir zaman, evvelkiler tarafından vazedilmiş değildir.”
Burada: “An’ane, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiş...” deniliyor. Ben, bunu “sıkboğaz etmiş” gibi anlıyorum? Hayır! An’ane; hapishâne değildir ve onun, önü-arkası ve yanları açıktır.
Diğer cümle şöyle: “Tarihin beğenerek andığı insanlar…bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar.”
Demek ki, an’ane vardır ve zarûrîdir. Ammâ; bir “enkaz” üzerine “yeni bir inşâ” mümkün olabilmiş midir? An’ane, eğer “enkaz” ise ve sökülüp atılması gerekiyorsa, temel nasıl tutacaktır? Mevlâna, Yûnus, Hacı Bektaş-ı Velî, Fuzulî, Bâkî, Şeyh Galib… nereye yerleştirilecektir? Ve dahası; bu saydıklarım, hâlâ “yeni” değil midirler? Hâlâ tâzeliklerini korumuyorlar mı?
Bir başka ifadede;“Ancak ileriki nesillere intikal ettikten sonra an’ane olur” deniliyor.
Peki, o nesiller, senin –yâni, evvelkileri yıkan biri olarak senin- “an’ane”ne niçin sâdık kalsınlar ki?
Ve; (...)evvelkiler tarafından vazedilmiş değildir.” : O hâlde, cemiyet yoktur ve bunları söyleyenin sâdece kendi söyledikleri “muteber”dir. Bu düşünce; insanı, cemiyeti ve tarihi hiçe saymaktır.
Etno-Fotoğrafçı Servet Somuncuoğlu, “Sibirya’dan Anadolu’ya 16 Bin Yıllık Türk Tarihi”ni anlatırken, Ural, Altay ve Tanrı Dağları’nın dörtbin metreyi bulan yüksekliklerindeki kayalardaki geyik, dağ keçisi, balballar, kurganlar ve damgaların birer “mitoloji” değil, Türk tarihinin yaşanan gerçekleri olduğunu ve bunların birer târihî “intikal” olduğunu işâretle şunları söylüyor:
“Biz Saymalıtaş’ı toplayıp getirdik. 96 bin 600 sayılmış resim var Saymalıtaş’ta…Şunu iyi bilmeliyiz…Orhun Anıtları Türklerin önsözü değil, Türklerin Taşlar üzerindeki sonsözüdür.”
(...) Türkler bir taşı yontup ona tapmayan tek millettir.”
(...) Tarihin tek DNA’sı vardır o da mezar taşıdır. Bunlar inanç, ibadet, ölüm kültüyle karşımıza çıkar.
Kayalar üzerindeki şekiller bir süre sonra stilize hâle geliyor. Yâni etli butlu bir geyik yerine çizgi şeklinde çiziyor. Sonra bunlar damga sistemine geliyor, harf oluyor. Soyut düşüncenin başlaması insanlık tarihinin en eski kırılma noktalarından biridir. Bizdeki soyut düşünce bana göre Çin’den falan çok önce başlamıştır. Bir harfin arkasında alfabedeki yüzlerce resim var.” (Bknz: Türkler Bir Taşı Yontup Ona Tapmayan Tek Millet, Hulki Cevizoğlu –Servet Somuncuoğlu, Yeniçağ Gazetesi, 31 Aralık 2012, sy.l0)
S. Ahmet Arvasî, “Ahlâkın Mertebeleri Ve İslâm” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Türk-İslâm kültür ve medeniyetinde “ ahlâkî normları” tayin eden “ Din” ve “Töre”dir. “Din” derken, Yüce Allah’ın emirleri, Şanlı Peygamberimizin örnek yaşayışı, Ashab-ı Kiram’ın davranışları ve onların izinden giden büyük müçtehidlerin konu ile ilgili içtihatları kastedilmektedir. “Töre” derken de dinî emir ve ölçülere aykırı düşmeyen ve hatta onları “isbat eden” içtimaî alışkanlıklar, örfler ve âdetler kastedilmektedir. Evet, Türk-İslâm kültür ve medeniyetinde ahlâkın temel kaynakları “din” ve “töre”dir; ahlâk normlarımızı bunlar tayin eder, aileler, çocuklarını bu normlara göre yoğurur.” (Bknz: S.Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul,1989, sy.199)
Büyük çaptaki medeniyet değişiklerinin, elbette ki, kültürü sarsıcı faaliyetleri olabilir. Ancak; meselâ, Türklerin İslâmiyet’i kabûl etmelerindeki gibi “isteyerek“ olan tesirler,zorlamasızdır/ kendi “alınan ”dır. Yâni İslâmiyet’in ulvîliği yanında, bünyenin de çok iyi hazmediciliği- Türk milletinin hiçbir zaman putçu olmayışı- önem taşır. Böylece; “din” ile-İslâmiyet’le- “töre” kucaklaşmış ve kaynaşmış olur.
Şâyet; “sinsi/maksatlı/bozucu niyetli” değişimler olursa, işte bunlar, sözünü ettiğimiz “gelenek, töre…v.s.”nin hepsini yok etme gayretiyle, başlangıçta hoş görünerek “ asıl”ı tahribe/inkâra/bozmaya başlar. Bu bakımdan; “millî” vasfını kazanmış olan her türlü “unsurumuzu” korumakla mes’ulüz.
Eğer, “kendi kalarak” ve “ben’i yaşatarak” devam etmek istiyorsak, bu, böyle olmalıdır. Müşterek-kalıcı sosyal değerlerimizle berâber, onlara yeni müsbet değerler katarak ve gelişerek devam etmek, “ zapturaptçı “ bir muhafaza değil, temeli kavileştirmedir.
Şâir, edip veya herhangi bir san’atçı; herhangi bir araştırmacı veya münekkit tarafından incelenmeye başlandığında, ilkönce, kendisinin veya ustasının öncesi veya yanı tespit edilir. Münekkit, onu, maddî mânevî her çehre ve cephesiyle ele alarak tahlile gayret eder. Bu durum, bize, bir şeylerin gerekli olduğunu ispat etmez mi?
O hâlde; müzeler, gizleyen hapishâneler değil, her türlü kültür değerlerini muhâfaza ederek nakleden, teşhir, ilham ve ibret merkezleri olarak mevki bulmamalı mıdır?
Şiirdeki/edebiyattaki “kelime” ile, müzedeki herhangi bir eserin ne farkı vardır? Bilemem ammâ;“An’aneyi yıkıp” yeni bir an’ane inşâsında bulunmak isteyenler, herhalde, “ evvelkiler tarafından vazedilmiş” müzelere hoş bakmamışlardır.
Evimizin duvarında, atadan ”intikal” eden bir “çivi” de, Altay Dağları’ndaki ecdâttan kalma bir “çizgi” de bize heyecan, gurur ve çalışma azmi vermelidir; iftihar vesîlemiz olmalıdır.
“Kendi kalmak” veya “ ben’i yaşatmak”; başkacı/yabancı/ötekici olmamak, kökten kopmamak ve sapmamaktır. Bunun yanında; öz’e de, bir takım “saplantılara “ takılıp kalmadan, sâdık kalarak, dıştan ve içten-tesir değil- takviye alarak, her “ doğru ve güzel yeni”yi de gelenekleştirerek yürümektir.
Gelenek, kendinin farkında olmaktır. Kendini görmek ve idrâk etmektir. Kendi kalmaktır. Ben’i yaşamak ve yaşatmaktır.