Fransız Liberation gazetesi için Türkiye AB ilişkileriyle ilgili bir makale kaleme alan Fransız Ulusal Bilim Araştırma Merkezi CNRS'de Araştırma Müdürü Jean-François Bayart,’’ artık Türkiye’nin AB adaylığı konusunda üzgün palyaço oyununu daha fazla uzatmanın anlamı yok. Türk kamuoyu bundan bezdi!.’’ dedi.ABHaber makaleyi yayımlıyor:
Avrupa Birliği, Türkiye’nin üyeliğini süresizce erteleyerek gelecek yıllarda pişman olacağı bir durum yarattı. Enerjiden Sorumlu Avrupa Komiseri Günther Öttinger’in de tahmin ettiği gibi, bir Alman başbakan on yıl sonra Fransız mevkidaşıyla birlikte Ankara’nın ayağına gidip “Değerli dostlar, bize katılın.” demek zorunda kalabilir.
Türkiye’nin AB üyeliğinin 2007 yılında engellenmesi hem reform sürecinin yavaşlamasına hem de Birliğin, insan hakları alanı dâhil, ülke üzerindeki nüfuzunu kaybetmesine neden oldu. Aynı zamanda AB’nin riyakârlığından sıkılan Türk halkı için üyelik hedefi, Avrupa ekonomisinin içerisinde bulunduğu kritik durum ve avro krizine bağlı olarak çekiciliğini kaybetmeye başladı: Türkiye’de AB üyeliğini destekleyen insanların sayısı birkaç yıl içerisinde yüzde 80’lerden yüzde 30’a geriledi. En son haziran ayında üyeliğin sadece yüzde 17 oranda destek gördüğü kaydediliyordu.
Ve beklenen oldu. Kanatlandığını hissetmeye başlayan Türkiye artık tek başına bir strateji izlemeyi tercih ediyor. Bunun diplomatik ve ekonomik sonuçları göz ardı edilmemeli. Türk ihracatçılar Ortak Pazar’dan vazgeçemez. Ancak gelişmeler, Eski Kıta’nın zararına jeostratejik anlamda bazı değişikliklere yol açabilir.
Öncelikle güvenlik açısından: Avrupa’dan uzaklaşması ve çevresindeki ülkelerin nükleer silaha sahip olmasının etkisiyle Türkiye’nin de bu yönde bir istek duyması olasıdır. Ayrıca, Avrupa’nın enerji platformu ve Orta Doğu’nun su haznesi konumunu en iyi şekilde kendi çıkarları için kullanmaya çalışacaktır. Putin yönetimindeki Rusya ile stratejik bir eksen kurabilir.
Haziran 2012’de kendilerine soru yöneltilen insanların yüzde 46’sı “Avrupa Birliği’ne alternatif olarak komşu ülkeler ve özellikle de Rusya ile bir birliğin uygun olacağını” düşünüyordu. Suriye krizi kuşkusuz Ankara ve Moskova arasında bir gerginlik yarattı. Ancak bu gerginlik belli ki geçici. Özellikle de gelişmekte olan ticari ilişkiler ve iki ülke arasında enerji alanındaki tamamlayıcılık ve diplomatik diyaloğun gücü karşısında hafif kalıyor: Recep Tayyip Erdoğan ve Vladimir Putin, göreve geldiklerinden bu yana en az 30 görüşme yaptılar. Bu nedenle Türk Başbakanın ülkesinin “Şanghay” Ekonomik İşbirliği Örgütüne üyelik olasılığına dair sözleri boş sözler değildi.
Türkiye’nin Arap ülkeleri için bir model olarak ortaya çıktığı bir dönemde Birlik’ten uzaklaşması “yumuşak güç” Avrupa için diplomatik ve ideolojik anlamda bir kayıp olacaktır. Şayet buna engel olmak istiyorsa hızlı hareket etmeli ve özellikle Avrupa davasına katılan siyasilerin yerlerini Jean Monnet, Konrad Adenauer ve François Mitterand’dan başka bir dünyada beslenen haleflerine bırakmaya başlaması nedeniyle bir an önce Türkiye ile arasındaki güven ilişkisini yeniden kurmalı.
Başbakan Erdoğan, Berlin’deki Türkiye Büyükelçiliğinin yeni bina açılışını yaptığı ekim ayında üyelik için müzakere sürecinde “kararlı” olduklarını dile getirdi ancak “2023’e kadar üye olmaması hâlinde AB’nin Türkiye’yi kaybedeceğini” de vurgulamaktan kaçınmadı ve Jacques Chirac ile Gerard Schröder’den sonra ülkesinin AB’nin devlet ve hükûmet başkanları zirvelerine davet edilmemesinden üzüntü duyduğunu ifade etti. Ancak Başbakan’ın asıl 31 Ekim’de düzenlenen AK Parti Kongresindeki konuşmasında Avrupa ile ilgili tek kelime etmemesi büyük anlam taşıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “unutulan” bu konuyu ertesi gün Meclis açılış konuşmasında telafi etmeye çalışmıştı.
Birçok yetkilide Avrupa karşıtlığı artık seziliyor. Bu konuşmalar muhtemelen bir duygusal hayal kırıklığını yansıtıyor olmalı. Ancak gerek duygusal ilişkilerde, gerek diplomaside sözler icraat yerine geçer. Asıl risk, bu sözlerle sonunda geri döndürülemez bir noktaya gelinmesi ve Akdeniz’de, ne AB’nin çıkarları ne de Türkiye’de demokrasinin lehine yeni bir düzen sağlamasıdır. Balkanlar, Güney Kafkasya veya Orta Doğu’daki etkilerinden söz etmeyelim bile.
Demokrasi aşığı Batı Avrupalılar böyle bir durumda çok geçmeden neo-Kemalist otoriterliğin temsilcilerini tanımlayan “Türk-İslam” sentezini özler hâle gelecektir. Yeni başlıkların açılmaması hâlinde, Türkiye-Batı Avrupa ilişkiler tarihinde çok önemli bir sayfa kapanma riski altına girecektir. Ve Türkiye’nin AB adaylığına yönelik diplomatik muamelenin dönüştüğü üzgün palyaço oyununu sürdürmek artık yeterli olmayacaktır.
Ankara’ya resmî bir ziyaret planlayan Fransa Cumhurbaşkanının, İrlanda dönem başkanlığı altında selefinin vetosunu kaldırarak Türkiye ile üyelik müzakerelerinin yeniden başlatılmasının önünü açması sevindirici. Fransa’nın bu adımı Türkiye’de dikkatlerden kaçmadı. Yine de kaybolan on yılı telafi etmek için bu yarım iyi niyet gösterisinden daha fazlası gerekecektir.