Millî kültür unsurları'nın ne olduğunu tespitle mes'eleye başlamak lâzımdır. Sathî kavram karmaşalarıyla, 'millî' kelimesine bulaştırılan bir takım uydurma ve yakıştırılmış yan idrâk numûneleriyle târîfe çalışılırsa, istenen netîceye de ulaşmak mümkün olamaz.
Millî kültür unsurları; insanın yaratılış hususiyetinden ayrı düşünülemez. Kültür; insanı temel ve esas alan, inanç/îmân/dîn ve bunun ihâta ettiği bütün an'anevî temâyüller ile, ırkî/kavmî/kabîlevî huylardan/mizaçlardan/karakterlerden mürekkep fakat müşterek düşünce ve tavırlar yekûnüdür.
O; aynı zamanda, târihten gelen bir öz'dür, çekirdektir. Ana mecrâ, belli mahfillerde, menfî veya müspet karışımlara mârûz kalsa da, seyrini, temel yatak üzerinde kalarak ve akarak sürdürür.
İnsanların hedefleri vardır. Önce âile olurlar. Sonra kabîle. Cemiyetleşirler. Ardından, bilhassa dil/lisan ve dîn ile, müşterekleşirler. Bunu, zamanın akışı ve birikimlerle târihîlik tâkîp eder. Hedefler, bir ülküye müstenit olur ve genişler.
Bütün arzûlar, ülkü hâlini alır ve Devlet'le müşterek bir çatıda hukukî bir mutabakat sağlanır. Kültür birliği,böylece, maddî ve mânevî güç birliğinde yeni bir hüviyet bulur.
Burada hukuk, sathî temâyülleri kaideleştiren hükümler olarak değil; 'adâleti' esas alan ulvî kazanımları tesis değerleri olarak kabûl bulur/bulmalıdır.
Adâlet, yegâne şarttır.
Milletleşen ve Devlet'e kavuşan her cemiyet, kavmî/millî/an'anevî hususîyetleri ve bütün maddî ve mânevî hasletleriyle müşterek bir şuûr ve bu şuûrun temsil ettiği ve kendini başka yapılardan/cemiyetlerden ayıran/farklı kılan bir idrâkin mensubu olur.
Bu durum, yeryüzünün bütün kavimleri/milletleri için geçerlidir ki, târihi, dünya tarihinin en eski zamanlarına uzanan Türk milleti için, milletler nezdinde, muazzam bir hazînedir.
Yâni; Türk kültürü, coğrafya ve nüfus olarak, insanlık âilesinin/âleminin en mükemmel, en teşkilâtlı ve en yaygın kültürüdür.
Cihânşümûle yönelme bu safhada başlar.
Her şeye rağmen, kültür, muğlak bir mefhûmdur. Biz, kültürü, burada, yine de alışılmış târîfler çerçevesinde ele alıyoruz. Çünkü; kültürün, yekpâre târîfi ve tesviri olmakla berâber, kültürlü-kültürsüz gibi sıfatlara ve kültürel gibi âidiyet hâline dönüştüğü/dönüştürüldüğü zaman içinden çıkılmaz bir vaziyet alabilir.
Biraz daha başa dönüp, kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra asıl mevzûmuza dönelim.
Kur'ân-ı Kerîmde buyurulan: "Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi şaab şaab/şûbe şube/kabîle kabîle/ kavim kavim/millet millet/sülâle sülâle yaptık ki tanışasınız."" (Hucurât, 13) ve "Göklerin ve yerin yaratılması dillerinizin/lisanlarınızın ve renklerinizin/benizlerinizin ayrı olması da O'nun âyetlerindendir." (Rûm, 22)
Âyet-i kerîmelerindeki, apaçık "şûbe/kabîle/kavim/millet/sülâle" tâbirleri ile, "dil/lisan" ve "beniz/renk" tâbirleri, bizzat Allahü teâlâ tarafından, insanın aslî hüviyeti içersinde, bu "kültür" farklılığına işâret buyurulmaktadır.
Ve yine; "Şüphesiz ki, bir kavim/millet/topluluk/cemiyet kendi durumunu (güzel hâl ve ahlâkını) değiştirmedikçe, Allah, onların durumunu değiştirmez"(Ra'd, 11)
Âyetinde buyrulduğu gibi, demek ki, kavimler arasında farklılıklar bulunmaktadır.
Peygamber Efendimiz de, "Kim bir kavme/topluluğa/millete benzerse onlardandır/onlardan olur/ onlarla haşrolur" buyurmaktadır.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu bir destân şâiridir ve Cumhuriyet Dönemi Türk Manzûm Destân şâirlerinin en önde geleni ve destan anlatımını zirveye taşıyan güçlü ismidir.
Şiirleri, baştan sona, "Türk millî kültürünü" takdîm ve îzah mevzûludur. Mes'eleye 'kök değerler' açısından bakarsak, Türk milletine, Allahü teâlânın verdiği ırsî/ırkî /ferdî hususiyetler ile, millet olarak, sosyolojik mânâda, kendinin ona kattığı değerleri göz önüne almamız gerecektir.
Bu durum, sâdece, bize yâni Türk milletine mahsûs bir görüş değil, her millet, kendi yapısı içersinde, -insanlık âleminin bir şûbesi olarak-dili, dini ve sâir değerleriyle tasnif bulur. Umûmî ayrım içinde, yine, "Dillerin ve benizlerin farlılıkların"daki müştereklikler ve yine, lisânî, dînî ve örfî hâllerde, insandaki umûmî farlılıklara rağmen, kültür kümeleşmelerinden doğan birikim benzerlikleri/müştereklikleri, bunda kendini gösterir.
Yâni; en geniş çerçeveli "insan küme"si içersindeki hıristiyan, ateist, yahudi veya Müslüman kümeleri de, hıristiyan İtalyan, hıristiyan F(ı)ransız, hıristiyan Alman,İngiliz Amerikan gibi..ve ateist Yunan, ateist İspanyol, ateist Çinli gibi...veya putperest Japon, Rus vs. gibi tasniflere ve bakışlara da, Müslüman Türk, Müslüman Arap, Müslüman Endonez gibi mefhûmlara yaklaşabiliriz.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk millî kültür dâiresi/kümesi/âilesi şâiridir. Bu bakımdan, şiirlerini inşâda, şiir estetiğini, bu kültür ve fikir temeli üzerinde yükseltir.
Nasıl ki, Homeros'un İliada'sı ve Odysseia'sı , zamanının-yalan yanlış, mübalâğalı veya uydurma-hıristiyan Yunan sosyo-kültürel değerlerini, savaş ve aşk hâllerini dile getiren bir şiir metnidir, bizde de, Alp-Er Tunga, Manas, Oğuz Kağan/Bozkurt/Ergenekon Destanları , Türk'ün kahramanlığını, aşkını, tabiat sevgisi, adâletini, savaşçılığını, misâfirperverliğini, vatanseverliğini, giyimini, yemek zevklerini, insanlık anlayışını, merhamet kadar cesâretini dile getiren eserlerdir.
Bu mânâda, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, önemli başlıklara ulaşır. Bir defa; aynı vasıta ve malzemelerle olmasa bile, târih tekerrürdür îkazını yapar. Bunun için; târihi, yeni savaşlara vesîle olarak görmek için değil, ondan dersler çıkarmak, ibret almak için, onun nasihatçi yönünü bilmeyi tavsiye eder ve târihin, bu tarz 'zamanı dilimleri"nden mürekkep bir bütün olarak idrâk edilmesini ister.
Bir başka husus; Türk milletinin millî ve dînî değerleri nelerdir ve bunlara verdiği önem hangi mertebededir, sorusudur.
O; bunları, târihin saklı şuûrundan/şuûr altından/göze'sinden/menşeinden/kaynağından çıkarır, takdîm eder, gösterir ve ardından düşündürür.
Dînî-İslâmî değerlerin ışığında, Türk millî kültür değerlerini tahlil ile, terkip yapar ve - o muhteşem şiir diliyle- âdeta ikrâmda bulunur. Bununla; Allahü teâlâya ve Peygamber Efendimize can pahasına aşk, vatan sevgisinde gözüpeklik, şehitlik mertebesi, âilevî aşkta sadakat, yeri geldiğinde dünyâ değerlerini hiçe sayma, yardım severlik, savaş meydanında bile düşmanına ihânetten sakınma-merhamet... hassasiyetlerini mükemmel şekilde işler.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu; maddî ve mânevî, sosyo-kültürel mânâda bütün müspet/ahlâkî ve âdil Türk halk kültür değerlerine samimiyetle bağlıdır: Kişi - komşu - yetim hakkı, giyim, yemek, nişan-düğün, cenâze, imece, acıma hissi...Ve...yukarıda az da olsa saydığımız millî hasletlerimiz yanında..
Tabiî ki; Türk İslâm büyüklerine derin hürmet ile, bu hürmetin gereği olan, onların gelecek nesillere tanıtılması ve yepyeni bir iklîmin filizlenerek gelişmesine temel olacak ülkülerin teşekkülü..
Bilinmelidir ki, kıvrak, muhabbetli, coşturucu, ürpertici, yerine göre -kâh sevinçten, kâh üzüntü veya kahırdan- gözyaşı döktürücü , ilhâm verici ve düşündürücü mısrâ teşekkülüyle nabızları attırıcı bir destan şâiriyle karşı karşıyayız!..
Bu husustaki ilk örneğimiz, Bozkurtların Destanı adlı eserinin girişi olan 'Başlarken' bölümüdür. Bana kalırsa, bu kadarı bile, mes'elemizi çözmek için kâfi bir îkazdır. Diyor ki:
"Geçmişi öğrenelim, gezip anayurtları;
Görelim, hangi tasa öldürmüş Bozkurtları!
Çevirelim gözleri ondört asır önceye;
Sonra bugüne dönüp dalalım düşünceye...
Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü?
Göreceksin ki, yine aynı düşman, bugünkü!
Bizi üzen, ağlatan yahut güldüren nedir?
Düşmana tutsak edip sonra öldüren nedir?
Hangi sırla parlayıp büyüyüp açılmışız?
Hangi duyguyla sönüp dağılıp küçülmüşüz?
Bu düğümleri , bir bir çözeceksin burada;
Bir gerçek sezeceksin, kanayan her yarada!
Sonra okuyup ulu atalar erdemini,
Duyacaksın o büyük günlerin özlemini!
Göreceksin ki, eşsiz yiğitlerin nicesi
Ölmüş...Yaşasın diye, büyük Türk düşüncesi!
Bileceksin, bu yolda nasıl akmış kanımız...
Ayaydın bir gecede başlıyor destanımız:"
"Bozkurt", Türk 'ün an'anevî bir sembolü olup, dik duruşun, heybetin, yiğitliğin ifadesi olarak kıymet bulur. Türklerde, bozkurt ve atın müstesnâ bir yeri vardır ve "At-Ana-Avrat" ifadesinde "at" kendini gösterir. Bozkurt ise; daha şümûllüdür ve Oğuz Kağan, Bozkurt, Ergenekon ve Göç Destanları'nda, müşterek olarak karşımıza çıkar. Oğuz Kağan'a kılavuzluk ettiği kabûl edilen Bozkurt, Türk milletinin târihî bir remz'idir.
Şâir; "Bozkurtları" hangi tasa"nın, belki de hangi gaflet ve ihânetlerin "öldürmüş" olabileceğini îkaz ile, bizleri-yeni nesilleri- "ondört asır önceye" dâvet eder.
Bu dâvet; sathî, basit, sözüngelişi bir dâvet değildir. Bu dâvet, çok ciddîdir. Bu dâvet; ibret /ders alınma dâvetidir. Bu dâvet; "düşünceye dalma", yaşanan bütün 'hâlleri' müspet ve menfî cepheleriyle muhakeme etme dâvetidir.
"Seni özünden vuran düşman..." yâni "...bizi, özümüzden vuran düşman, "bugünkü"nün "aynı"dır. Şâir, hem soruyor ve hem de cevabını veriyor!..
"Kimmiş?" diye sorduğu kişilerle, "Göreceksin ki..." diye hitâp ettiği kişiler de aynı kişilerdir/aynı milletin/soyun devamıdır.
Kür Şad, yeni bir diklenişin, yeni bir şahlanışın sembolüdür. O'nun, 40 arkadaşıyla birlikte Çin sarayını basması ve kimselerin karşı koymaya cesâret edemediği Çin ordusuna karşı hayatları pahasına mücâdele ederek Vey Irmağı kıyısına kadar onlarla vuruşarak vatanları ve hürriyetleri uğruna ölmeleri, peşlerinden gelen Türk nesillerine: "Kürşad 40 arkadaşıyla saray bastı, peki biz niçin 40 bin kişiyle devlet kuramıyoruz?" düşüncesinin zihinlerde filizlenip yoğrulması ve böylece, yeni bir hamlenin başlangıcı olur.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu; Kür Şad Destanı'nda, hâdiseyi şöyle nakleder:
"Tutsak bir Türk için atsız, pusatsız, savaşsız geçen her yıl, bin yıl kadar uzundur ve utanç vericidir.
On yıl oldu Çin'deyiz.
Bir karanlık içindeyiz.
Ne kılıç, ne ok, ne yay...
On yıl bu, dile kolay...
On yıllık tutsaklığın utancı içindeyiz."
Gençosmanoğlu: Kür Şad ve arkadaşlarının Vey Irmağı kenarında yeni bir ümide açtıkları kapı önünü şöyle sonlandırır:
"Delinse yer; çökse gök;
Yansa, kül olsa dört yan...
Yüce dileğe doğru
Yürürüz yine yayan..
Dirilecek Bozkurtlar;
Bir ordu bütün Türkler...
Birleşip eski yurtlar,
Doğacak büyük Turan..."
Bu türküyle hâlâ
Doludur gökler...
Bir gün yine,
Söylesin diye Türkler...
Kür Şad ve kırk yiğit
Tanrı dağında;
Atam Alp Er Tunga'nın otağında
Binüçyüz senedir bizleri bekler..."
Geleceğe taşınan 'ülkü' budur!.."Kür Şad 40 arkadaşıyla saray bastı, peki biz niçin 40 bin kişiyle devlet kuramıyoruz?"
Şâir; Salur Kazan Destanı ve Boğaç Han Destanı gibi, Dede Korkut hikâyelerini mevzû yapan destanlarında da Türk milletinin vefâsını, îmânını, kahramanlığını, ilâhî ve mecâzî aşkını, büyüğe hürmetini, mahlûkata sevgi ve merhametini , ummân gönülle, zarîf bir şekilde anlatır.
Kaldı ki; Prof. Dr. Muharrem Ergin'in naklettiğine göre: "Türk edebiyatı tarihinin en büyük âlimi Prof. Fuat Köprülü'nün, derslerinde söylediği bir söz vardır: Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut'u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar."
Demek ki, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Dede Korkut hikâyelerini destan hâline getirmekle de millî kültürümüze büyük bir hizmet yapmıştır.
Gençosmanoğlu; millî kültürümüzün can damarlarından olan, dilimizi, millî mûsıkîmizi ve millî mizacımızı /millî duruşumuzu barındıran' halk oyunlarımız' hakkında da hassastır. Çünkü, onlardaki her ses ve tavır, biz olarak bize döner. "Çaydaçıra" ise, buna çok güzel örnek teşkil eder:
"Konsun şamdanlara mum, olsun ergenler sıra;
İnsin davula tokmak, başlasın Çaydaçıra!
Durur deryâda balık, durur gökte turnalar...
Bizim Çaydaçıra'ya başlayınca zurnalar!
Diz vur gakkoşum! Heyy!...de, kükresin halay kolu.
Kövenk'in pınar başı, görünsün Saray yolu...
Bunlar bu yerin sesi, bu göğün gürlemesi;
Mayası aşk, ateştir..Belki sarmaz herkesi.
Bir vuruşu tokmağın, yetişir coşmamıza;
Bir tel sesi çok bile, köpürüp taşmamıza!
Şu Harput'un başına yağan çiy mi, kar mıdır?
Bize Kayabaşı'ndan el sallayan yar mıdır?
Heyy!.Yardır o, yardır yar!..Omzunda şalı da var!..
Üstünde ay-yıldızı, beyazı, alı da var!
Şu dere baştan başa; ayva, nar, dut...olaydı;
Çıkardık kalesine eski Harput olaydı..."
Şâir; Çaydaçıra'da, insandan (Türk milleti-gakkoş-el sallayan) mekâna (Saray yolu-Kayabaşı-Harput-dere-kale), sesten (Türkçe-tel sesi- gürleyiş) tavıra (diz vuruş-köpürüş-taşış), giyinişe (şal) ve âletten
(şamdan-mum-davul-tokmak-zurna-tel) millî sembole (ay-yıldızlı bayrağa) kadar bütün millî unsurları söz konusu yapar.
Âliminiz, ârifiniz, hattâtınız, şâiriniz, mîmârınız ve kahramanınız yoksa önderiniz yoktur; önderiniz yoksa dâvânız, ülkünüz ve yazacak hikâyeniz ve geleceğe dâir hiçbir hedefiniz de yoktur, demektir.
Gençosmanoğlu; bilhassa Alp- Erenler Destanı'nda, bunlara yer verir ve ona yazdığı ÖNSÖZ'de de şöyle der: "Alp-Eren" deyimi, görüldüğü ve bilindiği gibi "Alp" ve "Eren" kelimelerinden meydana gelmektedir. "Alp", yiğit ve kahraman, bahadır, "Eren" ise, Hakk'a yakın olan, Allah'a ulaşan, demek olduğuna göre; Alp-Eren, maddî ve mânevî erdemleri şahsında birleştiren bir insan tipi olarak karşımıza çıkar...
Halkın muhayyilesinde, zaman içinde bu nitelikleri ile somutlaştırılıp, yaşatılagelen bu tipler, İslâm'dan önceki atalarımızın, "Alp-Bilge" dedikleri insan tiplerinin "İslâmileştirilmiş" benzerleridir. "Gül Tekin", "Bilge Kağan", "Kür Şad", "Bilge Tonyukuk", "Dede Korkut", vb. gibi..
Daha sonraları "Alp-Gazi" veya yalnız "Gazi" diye vasıflandırılan tipler de, Alp-Eren ve Alp-Bilge terkiplerinin bir devamıdır."
Alp-Erenler Destanı'nda, Gençosmanoğlu; Dedem Korkut, Afşın Beğ, Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Beğ, Saltuk Beğ, Gazi Balak (Belek) Beğ, Hoca Ahmet Yesevî, Rûm Anadolu Gazileri, Gazi Ertuğrul Beğ, Gazi Osman Beğ, Ede Balı, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Ahi Evren, Söğüt Bacıları, Yûnus Emre, Mevlâna Celâleddîn Rûmi, Akşemseddin ve Gençosman...ile daha nicelerini mevzû yapar.
Bu hususta, bir devlet kurucusu olarak, sâdece, Osman Gazi ile ilgili bir bölüm arzedeceğim:
"Osman Gazi'nin, Kayı Boyu'nun Beğliğine seçildiği gün, Söğüt'ün Köslük meydanında, bir ozanın kopuz çalıp söylediğidir...
Duysun İklim-i Rûm, diyâr-ı küfür,
Cihan içre büyük umûr olacak.
Yoğrulup İslâm'ın ruh teknesinde,
Türk milleti hallü hamur olacak...
Allah'ın Osman'a verdiği devlet,
Sayesinde, dünya mamur olacak.
Devlet ki, ilk işi harabelerle,
Kırık gönülleri tamir olacak.
Devlet ki, elleri mazlûma ipek,
Yumruğu, zâlime demir olacak.
Devlet ki, arsızın sırtında kırbaç,
Haklının omzunda samur olacak.
Mülke sahip olan Allah adına
Ve...Allah adına âmir olacak...
Firavun gururu hâk ile yeksan,
Nemrut ateşleri kömür olacak..
Devlet ki, sancağı altında yıllar,
Saadetle dolu ömür olacak..
Onda dikenlikler lâle bahçesi,
Onda çirkinlikler dumur olacak!..
Devlet ki, bânisi Osman Beğ Gazi...
Onu cümle cihan tanır olacak..
Osman'ın gönlüne düşen kıvılcım,
Asırlar boyunca münir olacak.
Onun devletinin hadsizliğine,
Allah'ın takdiri sınır olacak..
Emek ekmeğinin helâl lokması,
Onun sofrasında yenir olacak..
Onun devletinde, insan kendini,
Asr-ı Saadet'de sanır olacak..
Yakındır yakındır yakındır..Kayı,
Şeyh Ede Balı'ya dünür olacak!.."
"Selçuklu Sultanı'ndan gelen hediyelerin açıldığı...obalara, oymaklara saadetler saçıldığı..sevinçten kanatlanıp uçulduğu gün, Osman Beğ Gazi'nin söyledikleridir...
Nâmımız seyfullah yazıldı Arş'a,
Hiç yakışmaz bize niza eylemek.
Gayemiz îlây-ı Kemiletullah,
Sancağı altında gazâ eylemek.
Her bir ibâdetin tehiri mümkün,
Mümkün mü gazâyı kazâ eylemek?..
...
Muhammed ümmeti olmanın kavli,
Her bir işi, O'na seza eylemek.
Türkmenlik değildir, bilinmiş ola,
Kını kılıçlara koza eylemek.
Tanrı buyruğudur, Oğuz nesline,
Hakk'ı, yeryüzünde fezâ eylemek.
Maksat, gönülleri İslâm'a açıp,
Hak'dan bir güzelce rıza eylemek."
Sonuç olarak diyebilirim ki; Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl'ın 'Büyük Doğu Marşı' şiirindeki :
"Yürü altın nesli, o tunç Oğuz'un!..
...Nur yolu izinden git, KILAVUZ'un!"
Mısrâlarındaki "iz" üzerinde oluşunu, 'Türkmen Ağam' şiirindeki, şu mısrâlarında da ortaya koyar:
"...Yol demeyem, yel demeyem yürüyem
Göğüs verem, şu dağları kürüyem!
Ben Oğuz'un dediği Gök Börüyem;
Yine doğum sancılarım tuttu bil!
Tanrıdağ'da kalk borusu öttü bil!"
Dünyânın bir ucundan dîğer ucuna, târihin binlerce asırlık derinliklerinden bugünlere, binbir yeniliklere açıla açıla ve kendisine yaklaşanlara bu yeni ve aşk dolu insanlık numûnelerini sunan ihtişamlı Türk kültürü, Niyazi yıldırım Gençosmanoğlu'nun şiirilerinde bir bütünlük içinde ele alınır ve değerlendirilir.
Savaş sahnelerini ve kahramanlıkları bile bediî zerâfetle anlatan takdîmi ise, takdire şâyân bir üslûbun eseridir.
* OMÜ Em. Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar
EDEBİCE DERGİSİ, SAYI: 8, TEMMUZ-AĞUSTOS 2017