M.Halistin Kukul/kapsamhaber- Bugün, bizim, millî ülkümüz / idealimiz / mefkûremiz / gaayemiz / maksadımız /nihâî hedefimiz Avrupalılaşmak mıdır?
Daha doğrusu, bizim, büyük demeyeceğim ammâ hakîkaten, - küçük de olsa- nasıl bir 'millî hedefimiz' vardır? Varsa nedir?
Resmî olarak böyle bir kayıt mevcut mudur? Husûsî olarak, böyle bir şuûraltı teşekkül ettirilebilmiş midir?
Şâyet varsa, bu ülkü; müşterek bir şuûr hâlinde, fert fert herkesi ihâta edebiliyor mu? Ve bunun içinde 'Avrupalılaş(ama )mak' düşüncesi de bulunmakta mıdır?
Bu hedef; ehlîleşmek, medenîleşmek, vahşîleşmek veya yabânîleşmek gibi bir hâl midir? Yâni; Avrupalılaşınca , Avrupalılaşmayın ca veya Avrupalılaşamayı nca biz ne olacağız?
Meselâ; 'k(ı)riterleri' yerine getirince, fert fert ve topyekûn millet olarak nerelerde uçacağız? Türk Dünyâsı ve İslâm âlemi içersindeki mevkiimiz ne olacak? Dünyâ milletleri bize nasıl bakacak!!!
Diyelim ki, dedikleri k(ı)riterleri yerine getir(e)medik, vay hâlimize değil mi?
Evet, vay hâlimize değil de, "Vah hâlimize! Hem de vah ki, ne vah!.." Öyle mi?..
Tekrar edeyim: Avrupalılaşmayın ca / Avrupalılaşamayı nca; ne ol(un)acaktır? İnsanlar, hangi hâl ile muhatap olacaktır?
'Gibi olmak'; 'olmak' değil, 'benzemek'tir. 'Gibi', hiçbir zaman 'asıl'ı temsil etmez / edemez. Yâni; 'benzeme'; asıl değil, 'tâbî'dir, 'kopye'dir. 'Gibi'nin bulunduğu her şey, kendinden uzaklaşmadır.
Birlik olmak, aynîleşmeğe çalışmaktır. İki 'zıt', nasıl aynîleşebilir?
Bunu gerektiren ve sağlayan unsurların hem mânevî ve hem de maddî değerler olduğu düşünülürse, bu, nasıl sağlanacaktır?..
Temel mânevî değerler / unsurlar; din, dil, millî tarih birliği ve geleceğe dâir müşterek ülküler ise; ve temel maddî değerler de, zâten adı üstünde iktisâdî ve askerî değerler bütünü ise, 'sistem nasıl kilitlenecek'tir ?
Bütün bunların yanında, -fakat sâdece fen sahalarındaki gelişmeleri ihtivâ edenler değil,- bütünüyle, insanlığın huzur ve güvenini sağlayacak bilgiler olarak 'ilim', bu değerler sistemi içersinde elbette bulunacaktık / bulunmalıdır. Zâten o; insanlığın müşterek malıdır.
O hâlde; bu değerlerin temelini 'mânevî' unsurlar döşemediği sürece, hiçbir birliğin veya yakınlaşmanın hedefine ulaşacağını söylemek mümkün olamaz.
Kaldı ki; sosyolojik mânâda, Avrupalılaşmanın ne olduğu da, zâten îzâhtan uzaktır. Hıristiyanlığın ve etnik farklılıkların her türlüsüne sâhip bir 'Avrupalılaşma algısı'nın, içinde de, dışında da kaç türlü târif ve tasviri bulunmaktadır.
Târih boyunca; İngilizler'in, Yunanlılar'ın, Almanlar'ın, Yahudiler'in, Bulgarlar'ın, Sırplar'ın, İspanyolları'ın, F(ı)ransızlar'ın döktükleri kanların unutulmasını ve bunlara susulmasını hangi "birlik aşkı" (!) sağlayacaktır? Bunlarla birlikte, Amerikalılar'ın, Çinliler'in, Ruslar'ın hâlen dökülmekte olan mâsûm kanlarındaki vebâlleri, nasıl ve kimin tarafından ödenecektir?
Kıbrıs'tan, Kore'ye, Afganistan'a, Somali'ye, Bosna'ya, Vietnam'dan Filistin'e, Karabağ'dan Kerkük'e, Doğu Türkistan'dan Kırım'a, Kuzey Afrika'dan Amerika Zencileri'ne, Hiroşima'ya, nazilerin ve komünistlerin yaptıkları soykırımlarına kadar uzanan vahşetler için suskunluğunu devam ettiren hangi 'vicdân' ile aynı masa paylaşılacaktır?
Avrupa ile, ve vahşî dünyâ ile kucaklaşmak öyle kolay mı ki, bâzıları, -temkinsiz- hararetle onlara sarılmak istiyor?
Meselâ; hiçbir Türk, Montesquieu'nün, Türkler'i dünyanın en çirkin insanları ve haydut olarak vasıflandırışını ; Darwin'in, Türkler, maymun ile insan arasında bir türdür, diye istihza ile yılışmasını; Voltaire'in, İnsanlığın iki büyük belâsı var: Birincisi veba, ikincisi Türkler'dir, kindarlığını ve Churchill'in, "Türkler, insan değil, onlara karşı gaz kullanılabilir" zâlimliğini hiçbir zaman unutmamalı ve unutturmamalıdır .
Elbette ki, Avrupa'yı, ne Montesquieu, ne Darwin ve ne de Churchill temsil eder. Fakat, bunlar ve bunlara benzer bâzı Avrupalı fikir adamlarındaki hâkim kanaat ve Avrupalı'nın umûmî bakışı, maalesef böyledir.
Şüphesiz ki; bizdeki bâzı hayranların gözüyle Avrupalılaşmak, tek çıkar yolumuz ve olmazsa olmazımızdır. Onlar, mes'eleyle, iktisâdî bakımdan temas kurmayı tavsiye ederek yaklaşırken, esastaki hâl, sathî bir 'moda algısı'ndan başka bir şey değildir: Paris modasını tâkip, çocuğuna İngilizce kursu aldırmak, çocuğunu özel okulda okutmak, askerliği modası geçmiş bir meslek saymak, fular takmak, favori uzatmak, yarım sakal bırakmak, belli uyduruk, argo ve müstehcen kelimelerle konuşmak, birkaç yabancı kelimeyi sözlerinin arasına sıkıştırmak...
Kendi tâbirleriyle; özgür olmak, barda-pavyonda-d iskotekte arzuya göre hareket etmek, kadın-erkek münâsebetlerinde daha toleranslı davranmak, bilhassa kadınlarda dekolte giyimde rahat olmak, demokrasiyi ferdî isteklerin sınırsız emrine vermek, nereden geldiğini bilemeyiz ammâ keyfince harcamak... Nikâhsız yaşamayı, flört etmeyi meşru emellerden saymak; en lüks otellerde gönül eğlendirip, kafa çekip, kedisini ve köpeğini en enfes mamalarla besleyip insanlığa numûne şahsiyet görünümünden asla tâviz vermemek...Ve itiraf etmek gerekir ki, bunların yanında, ilmî faaliyetlerden de eldeki zaman nispetinde, göstermelik de olsa, nasip almak emelleri arasındadır.
Tabiî ki; sınırı geniş ammâ, Asyalı tiplerin de, bir başka cepheden, bunlardan pek farkı olduğunu söyleyemem : Bunlar; Avrupa meselesinde gerçek mânâda şaşkındırlar. Kendi irâdeleri kifâyetsizdir. Ne yapılması gerektiği için birilerinin ağzının içine bakarlar ve o birileri ne derse, onlar için, o doğrudur. Bir gün, "Avrupa Birliği, Hıristiyan kulübüdür" diyen için âdeta kendilerini fedâ ederler; ertesi gün, aynı kişi, "Avrupa Birliği bizim için tek hedeftir / vazgeçilmezdir" deyince de, onu, elleri patlayıncaya / çatlayıncaya kadar alkışlarlar.
Bunların bâzıları, son model, her türlü cezbediciliğe sâhip eşarpla kaplı koskoca bir topuzla gösteriş yapar... Tesettür deyip haykırır ammâ, pantalonun en darını da giymeyi ihmâl etmez!.. Arap'ın Acem'in karaçarşafını, F(ı)ransız'ın mantosunu yerde süründürüp temizlikten dem vurur ammâ...Yalanın, hırsızlığın, hak gaspının, iltimasın her türlüsüne susar; müdafaa ettiği değerler, en 'asîl' insanlık hükümleri görünümünde olur! Tabelada helâl rızık yazar ammâ, % 60- 70 hattâ % 100'lere varan 'indirimi" serbest piyasa ekonomisi adına ticâret ahlâkıyla bağdaştırıp, sırt levhada, "Müşteri velinimetimizdir " etiketini taşır!..Sokaklar çöp, pislik içinde...Yere tükürenler alabildiğine...F akat; "Temizlik îmândandır " mübârek hadîsiyle caddeler donatılır!..Yine ; "Cennet anaların ayağının altındadır" hadîs-i şerîfiyle, milleti, galeyan hâlinde heyecanlandır, günlük mes'eleleri geçiştirir ammâ, kadın cinâyetlerini önleyici hiçbir tedbiri almaz!..
Peki: Biz kimiz? Neredeyiz? Ne yapmak istiyoruz? Gerçekten bir hedefimiz var mı? Bir hedefimiz olup olmadığının farkında mıyız? Karmaşanın ortasında mıyız? Kendimizi hâlâ keşfedememenin burukluğunu mu yaşıyoruz?
Avrupalılaşmak ile, yeni Asyacılık - asla Osmanlıcılık değil -belki de 'Arapçılık- Acemcilik' arasında sıkışmış bir Müslüman Türk toplumuyla karşı karşıyayız! Kendi olmanın, Türk-İslâm hayatını yaşamanın varlığını ispatla (mı) meşgûlüz(?)! Ne yapacağız? Nasıl giyineceğiz? Hattâ nasıl düşüneceğiz'in bile hesabı yapılmaktadır! Hayâl gücümüze sınır biçilmeğe mi çalışılıyor? Evet! "Ben, senin adına düşünürüm, senin düşünmene ne gerek var!" der gibi bir p(i)sikolojinin içersinde (mi) kıvrandırılmakta yız (?). Yaptıklarımız, irâdî mi? Ne dereceye kadar inisiyatif kullanıyoruz? Bilemiyorum!..
Tam bir çelişkiler yumağı!..
Kısaca; kendi gibi 'giyinmeyeni ve düşünmeyeni ' küçük / hakîr / aşağı görerek; başörtü'yü, yazma'yı, tülbent'i, yemeni'yi, çen(m)ber'i, atkı'yı, zıpka'yı, aba'yı, kalpak'ı, takke'yi, boyun atkısı'nı / boyunbağı'nı, entari'yi, etek'i, , yelek'i, gömlek'i, kazak'ı, don'u, kepenek'i, çorap'ı, çizme'yi, çarık'ı, ayakkabı'yı, bot'u, değil de; F(ı)ransızca kasket'i, kaş-kol'u, fötr'ü, eşarp'ı, türban'ı, bone'yi, tünik'i, döpiyes'i, pantalon'u, pardesü'yü, palto'yu, kaput'u, külot'u, ceket'i, fanila'yı, atlet'i; Bulgarca şapka'yı; Arnavutça fistan'ı; İtalyanca-F(ı)ra nsızca kapüşon'u, potin'i; Farsça ser-pûş'u, fes'i, şalvar'ı, hırka'yı, mintan'ı, pabuç'u, mest (mes)'i; İngilizce tayt'ı, her türlü kep'i, kot'u, mont'u, şort'u, tişört'ü...an'an eden kopuk dansı , arabeski birbirlerine üstünlük unsuru sayan 'her çeşit zât', maalesef, "kendi olamamanın" tezatını yaşamaktadır.
Şu 'üstünlük taslama" var ya, bizim belimizi büken 'zehir'lerden biri de odur!..
Şanlı Peygamberimizin ifadeleriyle: "Hangi kavme benzerseniz, ondan olursunuz."
Fikirde ve tavırda!..Îmânda ve amelde!..Bu, böyledir! Kime benzerseniz, ondansınız!..
- Elbette ki, sana ne, ben istediğim kavme benzerim ve ondan olurum, diyenlere de hiçbir sözümüz olamaz. Zâten; bu hususta, herkes, serbesttir, hürdür.
Yine, Râd Sûresinin 11. âyetinde, Yüce Allah şöyle buyurur: "Bir kavim, kendini değiştirip bozuncaya kadar, Allah, şüphesiz onun (hâlini) değiştirip bozmaz."
Giyiminiz, yiyimizin, yürüyüşümüz, âilevî hayatımız, nezâketimiz, hoşgörümüz, kahramanlığımız, cesâretimiz, korkaklığımız, misafirperverliğ imiz ve her türlü ahlâkî tavrımız...kime benzerse, ondanız!
Yalnız; yalan, hırsızlık, hakka tecâvüz, cinâyet, iltimas, gıybet, nifak, hıyanet, israf, haset...sıradan- alışılmış- değerler olmuşsa çok düşünmeliyiz!..
İlim, müstesnâdır. Zîrâ; yine Şanlı Peygamberimizin sözüyle: "İlim, mü'minin kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa almalıdır."
Bu sebeple; ilim, sâdece bir mekâna veya bir kavme âit değil, insanlığa mahsustur.
"İlim Çin'de de olsa alınız" hadîs-i şerifi bunun en güzel numûnesidir.
Fakat; Avrupalılaşma'nı n diğer yüzünü niçin gizliyoruz? Avrupalılaşmak; tarih boyunca başkalarını 'sömürmek' , 'hakka tecâvüz' , 'kendini üstün görme' ve 'kibir' değil midir?
Nerede, hangi zamanda ve neyi istediğimizin farkında olduğumuzu bildiğimizi sanmıyorum. Nereye 'geçiş' dönemindeyiz, onu da kavramış değiliz!
Ammâ ben, sâdece, 'Dikkat, dikkat!..'diyoru m. Bir şeyler 'alarm' veriyor; ona, "Dikkat!.."diyor um.
Mes'ele, ilm'e gelip dayanınca; bâzılarının, bâzılarından fazla bir farkı olmadığını da söylemeliyim. Çünkü; Türkiye'mizdeki kitap okuma nispeti ile, kitaba ayrılan zaman mâlûmdur. Her kim ki, bu mânâda,'Avrupalı laşmalıyız!" diyorsa, ona, şu listeyi sunmalıyız ve geldiğimiz noktada bir hakikati kendimize haykırmalıyız.
TÜİK'in son raporuna göre; Türkiye, kitap okumada, dünyada 86. sıradadır. Bir ihtiyaç olarak kitap, bizim ülkemiz insanı için 235. sıradadır. Ne dehşetli hâl değil mi?
Peki; Avrupalılaşma için can atanlara sormamız lâzımdır ki, kendi ülkenizdeki 'maarif / ilim seviyesi'ni hangi mertebeye yükselttiniz ki, böyle bir talepte bulunuyorsunuz?
Bakınız, Avrupa ülkelerindeki kitap okuma oranları ile, bizimki nasıldır? İngiltere % 21, F(ı)ransa % 21, Japonya % 14, ABD % 12, İspanya % 9, ve TÜRKİYE % 0.1.
Hepsi yüzde ile ifade edilirken, en sonuncu olan Türkiye, maalesef binde ile söyleniyor. Niçin?..
Bilinmektedir ki, PİSA raporunda, ortaöğretim başarı durumumuz 64 ülke arasında 43.lüktür.
Dünya üniversiteleri başarı sıralamasında ilk yüz içersinde, 85. sırada sâdece Orta Doğu Teknik Üniversitesi bulunuyor.
Hapishânelerimiz 'alarm' veriyor!..Hisset miyoruz, görmüyoruz, duymuyoruz, okumuyoruz, sezmiyoruz!..Bel ki de, bunun öyle olduğuna inanmıyoruz!..Tü rkiye'de, hapishânelerdeki mahkûm sayısı 160 bine ulaşarak Avrupa ülkelerinde rekora ulaşmıştır. Bu da, asayişin ne hâlde bulunduğunun acı bir reçetesidir.
160 bin, sâdece içerdeki mahkûmların sayısıdır. Peki, ya sokaklardaki kaçakların, kaatilllerin, af çıkarılıp salınanların, başıbozukların.. .sayısı ne kadardır, bilen var mı?
Şimdi; Avrupalılaş(ama) mak'tan neyi kastettiğimizi ve ne anladığımızı düşünerek yol haritasını çizelim.
Avrupalılaşmak-A vrupalılaşmamak- Avrupalılaşamama k...Bunların hepsi, zorakî birer telkin ve tekliften ibâret kavramlardır. Kendi insanımızı kandırmaya / oyalamaya yönelik tasavvurlardır.
Bizde olan mükemmellikleri Avrupalı / Batılı, alıp değerlendirdiği hâlde, Avrupa'da olan ilim ve sanat değeri üstün vasıflı eserleri Doğu'nun içinde bulunan biz Türkler niçin almayalım?
Avrupalılaşma'yı , kuru, sâdece lâfa dayanan, belli kalıpları benimsemiş, kültürümüzün ve umûmî hayat tarzımızın birer bozguncusu hâlinde alıp sindirmeye çalışıyorsak, bunda gaflet vardır demektir.
Gaflet'e, teslimiyet'e ve ihânet'e hayır demek mecbûriyetindeyi z!..
Bugün, Türkiye, 'zorakî bir nikâh' peşinde koşmakta, 'ev ödevi' olarak bir takım takvim hesaplarıyla, bir takım 'k(ı)riterler'in yerine getirilmesi için çırpınmakta, kendini, Avrupa'nın, aslında birbirinden çok farklı zümreleri karşısında 'hesap verir' duruma getirmektedir.
Târih boyunca süregelen çelişme, çekişme, çatışma, vuruşma, mücâdele ve savaşmalar, yerini, mutabakata / uzlaşmaya / konsensüse bırakarak, Türk-İslâm medeniyetinin unsurlarını fikrî temel alarak, kendi iç dinamiklerimizi harekete geçirme inisiyatifini niçin elimizde bulunduramıyoruz ?
Kendi maârif sistemimizi, iktisât ve adâlet sistemimizi niçin bir başkasının müdâhalesi olmadan en mükemmel seviyede inşâ edemiyoruz?
Üniversitelerimi zi, niçin ismindeki gibi "üniversel / cihân - şümûl / âlem-şümûl' hâle getiremiyoruz?
Tartıştığımız şeye bakın: Kampüs mü diyelim, yerleşke mi? "4+4+4" mü olsun, yoksa, "5+3+4" mü olsun? Bir zamanlar da, notlar, on üzerinden mi yoksa yüz üzerinden mi yapılsın tartışması vardı. Sonradan, bir takım harflerle ifade edilmeye başlandı. Ve bunların hepsine de, ne yazık ki, 'reform' denildi! İnsanlar, boş yere meşgûl edildi. Bilmeyenler, bunların büyük gelişmelere vesîle olacaklarını sandılar. Ne yazık ki, iyi niyetle bunlara inandılar. 'Bilgi / ilim', ikinci - üçüncü sıraya atıldı.
Her sahada, ilmî verilerin cihânşümûl değerler olduğunun idrâki ile, bütün teşkilâtlanmalar ımızda, niçin, "gibi" taklitçiliğinde mekân tutuyoruz?
Devlet olarak; bizim, milletimizin önüne koyduğumuz 'millî ülkümüz / hedefimiz' nedir? Her şeyden önce, bunun bilinmesi lâzımdır!..
Türk birliği hedefini ve ülküsünü, 'devlet siyâseti olarak' niçin müşterek bir maksat olarak haykıramıyoruz. Bunun önünde duran mânialar mı vardır?..
İyi bilinmelidir ki; Türk birliği, İslâm'ın öncü birliğidir! Târihte böyle idi, gelecekte de böyle olacaktır! Fakat hedef koymak lâzım! Koyulan hedefe, usanmadan, üşenmeden büyük bir azimle yürümek lâzım! Hep berâber!...Gerek irse tek başına!..
Fakat; ilimde yetersiz, çalışma azmi zayıf ve millî ülküsü olmayan bir millet, istikbâle, güven içersinde nasıl yürüyebilir?