Osmanlı‘da “Sultan” sistemin kalbiydi. Ama ailece mutsuzluğa doğan ve çoğu genç yaşta ölüp giden yeryüzünün en asil hanedanının 36 kişilik hikâyesi bize neden bu asil sülâleyi 21. asra intikal ettiremediğimizi öğretir. Öğretir ama ibret alıp da ibretlerden ders larak içimize sindirmeye niyetimiz yoktur. “Boğdurularak öldürülebileceğine” şeriata göre izin verilen bedenlerden bahsediyoruz. “Kanı akıtılmayacakmış.” Kanı akıtılmadan öldürülürse şeriata uygunmuş. Bu din vahşeti üzerinde kafa yormadan son soruyu soralım:”Neden öldürülmesi için fetva verdik te öldürülmemesi veya yaşatılması için fetva vermedik?” Zırnanın zırt dediği yer, burasıdır kaba tabirle.
“Hazreti Muhammed’in oturduğu makamda oturan beden öldürülür mü?” diyen bir derin fakih çıkmadı. Bir derin şeyhulislam çıkmadı, bir derin ulama çıkmadı. Ufukları bu kadardı da vesselaam. Öyle bir garip çelişkidir ki aynı bedeni yıkayan havlulardan çıkan tozlar da Topkapı Sarayı üçüncü avluda, bugünkü Kutsal Emanetler dairesi önündeki kuyuda mukaddes diye muhafaza edildi, oraya döküldü. Bir taraftan boğularak öldürülebilir diye fetva veriyorsun, diğer taraftan da o bedenin giydiği elbiseden çıkan tozu muhafaza ediyorsun. O elbiseleri giyen beden acaba neler hissetmiştir? Sol tarafında elbiselerinin tozunu alan hizmetçi, sağ tarafında idamına fetva veren Şeyhul İslâm’la gün geçiren bir insanın haleti ruhiyesi. Oturduğu makam yeryüzüne nizamat vermek iddiasında ve bu konuda da hayli başarılı.
Sapına kadar etrafına güvensizlik veren bir din zihniyeti.
Eğer 15. asırda derin hocalarımız “bu sülale Hazreti Muhammed’in makamında oturacak ise hiçbir koşulda idam edilemez” şeklinde bir fetva verecek din ufkuna sahip olsalardı bugün İslâm dünyasının bir halifesi olacaktı. İslâm dünyasında bir dini otorite yaşıyor olacaktı. Bunun ne kadar önemli olduğunu yeryüzünün en büyük İslâm ülkesi Endonezya’da geçirdiğimiz 2 yıl 3 ayda anladık.
Siyasi saltanatı olmayan ama dini saltanatı olan bir dönüşümü gerçekleştiremedik.
Bu noktada lâikliğin ne kadar hayati önemli olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Hataları kendimizde arayalım. Bize dikte ettirdiler de kabul ettik, diyenlere bir çift lafımız var:
Japonya’yı İkinci Dünya Savaşı’na sokan imparatorun sürgüne gönderilmesi, düşünülmedi bile. Aksine Saray önünde peşpeşe intihar eden, harakiri yapanlar vardı. Amerikalı zenci çavuşlara teslim edilen Japon mahalleleri felaketini yaşayan ülkeden söz ediyoruz, 1945 lerde. Demekki önemli olan zihniyettir, zihniyet.
Padişah Osmanlı’da eksen karakter (dingili hareket ettiren etken kişilik) sistemin omurgasıydı. Tek kişiye bimdirilen yük oranında aynı kişinin kutsallaştırıldığı bir düzen mevcut idi. Adeta Tanrı’nın yükünü üstlenmiş bir fani idi. Esasında böylesi bir zihniyet tüm İslâm dünyasında güçlü bir şekilde mevcuttur. Kurumsallaşma da o kişinin çerçevesi içinde gerçekleştiğinden kişisel özellikler ve beceriler oranında sistem başarı kazanabilirdi. Osmanlı padişahı yeryüzünün en güçlü İslâm halifesi olmasına ve Tanrının yeryüzündeki gölgesi (zıllullahı fil alem) olarak Topkapı Sarayı ana giriş kapısı üstüne hakkedilmesine rağmen nasıl öldürülmeyeceği değil nasıl öldürüleceği üzerinde verilen verilen fetvalar ise din zihniyetindeki anarşiyi gösterir. Tanrı ile kıyaslanan en yüce İslâm şahsiyeti Hazreti Muhammet’in makamında oturmasına rağmen nasıl yaşatılacağı üzerinde fetva verilmemekte; kanı akıtılmadan boğdurularak katledilmesi üzerinde İslâm kaynaklarına da dayanarak fetva verilmekte olması kurumsallaşma ve erki cemiyet ile paylaşma hususunda bocalamanın yanısıra yıkılmaya hazır bir dev görüntüsü içinde siyaseti sürdürmeyi zorunlu kılmıştır. Dinsel hassasiyeti de aşan bir vecd ve istiğrak muhteşem bir çelişki ortaya çıkarmıştır: Topkapı Sarayı üçüncü avlu kuzey batı köşedeki Kutsal Emanetler Dairesi önündeki kuyuya mübarek bedenli padişahın giysilerinin tozları saklanıp atılacak derecede kutsanan bir şahsiyet üzerinden “topluma güven verici bir kurumlaşma” düzeneğine geçilememesi güncelleştirelemeyen bir din zihniyetinin en belirgin kanıtıdır. Padişahın muhtemel katilleriyle hem de kendisi tarafından atanan kişiler içinden çıkacak canilerle toplantı yaptığı divanlardaki haleti ruhiye ortamı hemen her gün topluca solunmuştur. Bireysel olarak ise Harem içinde Yemiş Odası’nda yemek sonrası meyve yiyen ve düşünceye çekilen padişahın aynı yerin 30-40 metre kadar aşağısında “şimşirlik” denen hapishanede kendi soyundan veya kanından oğlu veya birincil derecede taht mirasçısının hapsedildiği duvara bitişik odaları seyrederken yediği meyvelerin verdiği haleti ruhiye sıradan bir baba olarak onun da bu dünyada yaşadığı cehennemî haleti ruhiyeyi gösterir. Tezatın yamanı Fas önderleri olan peygamber soyluların düşmanca ve saldırgan rekabetlerinin sadece Kuzey Afrika değil İslâm dünyasının kalbi olan İstanbul Topkapı Sarayı’ndaki hiçbir yerde bulunmayan yatak odası yerine kullanılan minderlerde dahi iki aydan fazla konaklayamayan yeryüzünün en asil hanedanının içine düştüğü cenderenin “Fıkıh” ilminin katı “Fakihlerinin” zekâ işlemesini durduran mantıklarını çoktan aşar da geçer. “Kelâm” ve “Felsefe” ufkuna “akıl” eklemini koyamadan yok edilen bir hanedanın acıklı sonu bizleri yeniden muhakemeye itmektedir: Sorun ortaktır. Sorun sadece İslâm ile sınırlı din kafası değil “genel din” zihniyetindeki ıslahat zaruretini ortaya koymaktadır. Kısacası söylemek istediğimiz şudurki 2017 lerde de aynen sürmekte olan “kişiler” mi “kurumlar” mı baki noktasında 1500 yıldır sayıklamakta olan İslâm dünyası “fahri kainat mefhari mevcudat” kıtalarını yeniden ele almak zorundadır. Fas ve Osmanlı ile Nusantara (Endonezya) Adaları ve Osmanlı kıyaslamaları esasında ve özünde hep aynı sorunlara bizi itecektir: Kendimizle hesaplaşmasını öğrenebilmek. Nefis muhasebesi denen İslâmi tavvra ne kadar uzak ve yakın olduğumuzu düşünebilmek.
Cliffort Geertz sistemi döndüren önder kişiliği şöyle izah eder: “Eksen karakter ister şehrin duvarlarına şiddetle saldırsın isterse onları inşa etsin, savaşçı veliydi. Bu Fas tarihinin büyük geçiş anlarında, toplumsal kimliğinin güçlendiği siyasi istikametin yinelenen değişmelerinde özellikle açıktır. II. İdris; aynı zamanda peygamber soyundan güçlü bir askeri lider ve adanmış bir din ıslahçısıydı; bunlardan biri olmasaydı aynı zamanda diğer ikisi de olamazdı.”
Olmazsa olmaz şart; güçlü askeri lider olmak değildi. Öncelikle “Peygamber soylu olmak“ kaderi tecelli edecek ve ardından da güçlü askeri lider olunacaktı. Bu aynı zamanda veli dindarlığı şartını da gerçekleştirmek demekti. Cliffort Geertz’in yukarıda tespit ettiği Fas gerçeğinin Endonezya için tıpa tıp karşılığı olan “habip” olgusu bu noktada hatırlanmalıdır.