Ortadoğu haberlerini izlerken hepimizin zihninde "aslında ne oluyor?" sorusu var. En çok da perdenin ardında gizlenen aktörleri ve niyetlerini merak ediyoruz. Göz önünde gerçekleşen olayları yalnızca görme duyumuzun gücüne güvenerek anlamlandırabilmemiz imkansız. Aldanmamak için farklı parçaları zihnimizde bir araya getirebilmeli, bütünün resmine bakabilmeliyiz. Bu zorlu işin her aşamasında kılı kırk yararak hareket etmemiz gerekiyor. Zihnimizdeki tablonun inşâsı sırasında gerçeklikten kopmamalı, yakamızı muhakemeyi felç eden komplo teorilerine kaptırmamalıyız. Günümüz Türkiyesinde bunu başarmak o kadar zor ki!
Yine de, eğer hakikatin peşindeysek dengeyi bulmamızı kolaylaştıracak yöntemlerde ısrarcı olmalıyız. Örneğin, tartışmalarımız sırasında referans aldığımız önemli veri akışlarını sürekli izlemeliyiz. Nitekim Roubini Global Economics, Bloomberg, Wall Street Journal ve The Economist gibi itibarlı kaynaklara dayanarak inceleyeceğimiz petrodolar hareketlerinin yeni seyri de Ortadoğu’daki gelişmeleri tahlil ederken dikkate almamız gereken temel parametrelerden biri. Bölgedeki değişimin kime kazandırdığını bilmeden, ayakları yere basan yorumlar yapmak mümkün olabilir mi?
***
Önce bazı tespitlerde bulunalım. Hâlen kriz sürecini yaşayan dünya ekonomisinin bir köşesinde ticaret fazlaları sayesinde nakit biriktiren, diğer tarafında ise ticaret açıklarının finansmanı için borçlanan devletler var. Petrol üreticisi ülkeler, 2000’den bu yana yaklaşık dört trilyon dolar ticaret fazlası verdiler. Sadece bu yıl lehlerine gerçekleşecek fazla ise tahminen 740 milyar dolar. Çünkü, son üç yılda OPEC ham petrolünün ortalama fiyatı % 93 arttı. Buna paralel olarak OPEC üyelerinin net petrol ihracatından geçen yılki kârları neredeyse ikiye katlanarak 1.03 trilyon dolara yükseldi. 2012’de de 1.17 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Bu muazzam kârın beşte üçü, Ortadoğu’daki kasalara girecek. Miktarın büyüklüğünü daha iyi anlatabilmek için Körfez’de toplanan dolar rezervlerini Çin’deki yükselişi mümkün kılan birikimlerle kıyaslamak gerekiyor. Pekin’in 2000’den sonraki uluslarararası ticaret faaliyetlerinden elde ettiği fazla, 180 milyar doları bu yıl gerçekleşmek üzere, iki trilyon dolar civarında. Yani, petrolün kazandırdığının sadece yarısı kadar.
Peki, bölgede temerküz eden bu büyük mali güç dünyanın kalan kısmını nasıl etkiliyor? Petrodolarlar, yani petrol ihracatı karşılığında elde edilen para, yalnızca sınırlı bir bölgenin değil, dünya ekonomisinin genel gidişatını belirleyen faktörler arasında yer alıyor. Özellikle fiyatların yükseldiği dönemlerde, petrol ihracatçısı ülkelerin kasalarında biriken naktin ne kadarının harcanacağı en büyük merak konularından birine dönüşüyor. Çünkü, eğer Ortadoğu’ya akan petrodolarlar dışardan petrol satın alan ABD, Avrupa ve Çin gibi coğrafyalara mal ve hizmet ticareti aracılığıyla geri dönerse küresel talep canlı tutulabiliyor ve çevrim tamamlanıyor. Ancak, petrodolarların biriktirilmesi tercih edilirse, petrol ithal eden ülkeler, ihracatçılara kalıcı gelir transferi yapmış oluyorlar. Bu da, dünya ekonomisinde talep daralması yaratıyor.
Günümüzde ikinci duruma benzeyen bir eğilim söz konusu. Önce, kıyaslama yapabilmek için hafızamızı kısaca tazeleyelim. 1970’lerde petrol fiyatlarını daha önce emsali görülmemiş biçimde yükselten dalga, petrol üreticilerinin hesaplarında büyük meblağlar biriktirmişti. Ancak o dönemde ilave kazanılan dolarların % 70’i petrol satın alan ülkelerden yapılan ithalata harcandı. Arap Baharı’nın etkisini hissettirdiği 2010-2012 arasını mercek altına yatırdığımızda ise petrodolarların çevriminde bariz bir yavaşlamanın yaşandığını, söz konusu oranın % 50’nin altına indiğini görüyoruz. Tam bu noktada yer vermemiz gereken diğer istatistikler de, Ortadoğu’daki değişim dalgasının ticarî bakımdan kimi nasıl etkilediği sorusuna cevap oluşturabilecek bilgiler sunuyor. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, geçen yıl ABD’nin OPEC üyesi ülkelere petrol için ödediği miktarın yalnızca % 34’ü ihracat aracılığıyla bu ülkeye geri döndü. Çin ile AB’ye baktığımızda ise % 64 ve % 80’lik oranlarla karşılaşıyoruz. Amerika 2006-2009 yılları arasında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’e ait devlet fonlarının en çok yatırım yaptığı ülkeler listesinde ilk üç sıradan aşağıya hiç inmemişti. 2010-2011 döneminde ise Brezilya, Avustralya ve İspanya gibi ülkeler listede üst basamaklara yükselirken ABD yedinci sıraya düşmüş durumda.
Petrodolar hareketlerindeki bu önemli değişimlerle Arap Baharı arasındaki ilişki, en somut biçimde Körfez’deki yeni harcama ve yatırım kararlarında gözlenebiliyor. Zengin monarşiler, kaynağını demokratik süreçlerden almayan iktidarlarını yönettiklerinin gözünde kabul edilebilir kılmaya devam edebilmek için kesenin ağzını açtılar. Tebalarını, akraba coğrafyalarda yükselen siyasi özgürlük taleplerinin büyüsünden uzak tutabilmek amacıyla ülkelerinin içindeki yatırımlara ağırlık veriyorlar. "Düşmanın" dışarıdan çok içeriden vuracağına inanmaya başlayan rejimler, yalnızca yeni kaynakları değil askeri ihtiyaçlar gibi başka kalemlere ayrılan fonların bir kısmını da sosyal projelerde kullanmaya başladılar.
Bank of America ve Merrill Lynch’in hazırladığı raporlar, Körfez ülkeleri tarafından Arap Baharı’nın daha ilk rüzgarları estiğinde sarf edilen miktarın 157 milyar dolar olduğunu, bu rakamın da 2011’deki bölgesel GSMH’nin % 13.4’üne denk düştüğünü gösteriyor. Harcamalar hız kesmeden devam ediyor. Örneğin geçen yıl Suudi Arabistan hazinesinden çıkan 220 milyar dolar, bu ülkeye ait net petrol gelirinin üçte ikisinden fazlasına tekabül ediyor. Ayrıca Mart ayında Kral Abdullah, yine içerde kullanılmak üzere 70.9 milyar dolarlık ilave kaynak ayırdıklarını açıkladı. Bu fonlarla maaşlara yüklü zamlar yapılıyor, yeni evler, hastaneler, sosyal tesisler inşa ediliyor. Elbette, gençliğe istihdam vadeden büyük iş sahaları da ihmal edilmiyor. Bölgedeki hükümet harcamalarının 2009’a kıyasla % 35 artarak 488.6 milyar dolara ulaştığını bilmek, dev şantiyelerdeki hummalı faaliyeti gözünüzde canlandırmaya yetiyor.
Peki alt yapıya, sosyal hizmetlere, genişleyen memur sınıfına, eğitime v.b. bu hızla para akıtılması mâlî bakımdan sürdürülebilir mi? Ülkeler arasında değişiklikler göstermekle birlikte, bütçe açığı vermeksizin mevcut politikaların devamı için ham petrol fiyatının varil başına 80-100 dolar bandından aşağı inmemesi gerekiyor. Yani Körfez monarşileri, yüz dolardan aşağı bir fiyatla petrol satmak zorunda kalırlarsa bir noktadan sonra halklarının gönlünü alacak araçları yeterince kullanamaz hâle gelecekler. Dünya petrol fiyatlarının "taban" seviyesindeki bu değişimin boyutları, geçmişle kıyaslandığında daha fazla berraklaşıyor. Sadece şu kadarını söylemekle yetinelim; Ortadoğu’daki büyük dönüşümün başladığı 2003’te Suudi Arabistan varili sadece 30 dolardan petrol satarak tüm harcamalarını karşılayabiliyordu.
Kaderini yüksek petrol fiyatlarına bağlayanlar, yalnızca Körfez ülkeleri değil. Arap Baharı’na bölge dışından müdahil olan Rusya da aynı durumda. Moskova, federal bütçesinin yaklaşık % 60’ını petrol ve gaz gelirlerinden karşılıyor. Ayrıca son seçim döneminde Putin, gençlerin ve yeni orta sınıfların başkent sokaklarında "Bahar" havası estirmelerini engellemek için maaş ve emekli ikramiyelerine yapılacak zamlardan bebek yardımlarına kadar uzanan bir vaatler listesiyle sandığa gitti. Citigrop’un hesaplamalarına göre, Rusya devlet başkanının sözlerini tutabilmesi ise şimdilerde varil başına 100 dolar civarında seyreden ham petrol fiyatlarının 150 dolar seviyelerine yükselmesiyle mümkün.
***
Özetlemeye çalıştığımız yeni dinamikleri, Ortadoğu’daki her türlü dalgalanmanın gizli öznesi kabul edilen Amerika’yı merkeze alarak anlamlandırmaya çalıştığımızda hayli ilginç bir manzaraya karşılaşıyoruz. "Yalnızca" petrodolarlar üzerinden konuşursak, Arap Baharı’nın ABD’yi ekonomik kayba uğrattığını söylememiz gerekiyor. Çünkü, bölgedeki isyanların yarattığı istikrarsızlık petrol fiyatlarını tırmandırıyor. Dünyadaki petrol tüketiminin yaklaşık dörtte biri ise Amerika’da gerçekleşiyor. Dolayısıyla fiyat artışlarından en büyük zararı, en çok petrol tüketen ekonomi sıfatıyla ABD görüyor. Jeopolitik bakımdan farklı eksenlerde yer alan Rusya, İran ve Körfez ülkeleri ise ortak bir paydada buluşuyorlar. İstikrarsızlık yaşamamak için petrollerini mümkün olduğunca pahalıya satmak zorundalar.
Yüksek petrol fiyatları sayesinde Körfez’de biriken para, geçmişe nazaran dışarıda daha az harcanıyor. Zira, kendi ülkelerinde ayaklanma istemeyen monarşiler tebalarının sadakatini temin için petrol gelirlerini kullanmaya çalışıyorlar. Demokrasi talebini, daha çok hazır refah sunarak ötelemek istiyorlar. Bölge dışında yapılmaya devam eden yatırımların ise yine eskiye kıyasla küçük bir bölümü ABD’ye gidiyor. Bu durumun hem kökleri 11 Eylül sonrasındaki tartışmalara dayanan siyasi hem de ekonomik sebepleri var.
Petrodolarların karşımıza koyduğu bu denklem, Kasım ayı sonrası dönemde Ortadoğu’daki Amerikan politikalarının nasıl bir değişime uğrayacağını merak edenler için ipuçları da içeriyor. Zaman ilerledikçe bunlar daha fazla netleşecekler. Bu aşamada gelişmeleri sağlıklı biçimde takip etmek isteyen bizlere düşen şey, yüz yıl öncesine ait ideolojik/teorik şemaların dışına çıkmaktan çekinmemek. Çünkü, hiç bir emperyalizm teorisi temel parametrelerine dokunmaya çalıştığımız bu süreci açıklayabilecek analitik araçlara sahip değil.