Milliyetçilik; yakından uzağa, sevginin temellendirdiği bir sosyal ve kültürel rabıtadan başka bir şey değildir. Bizim, Türk milleti olarak anladığımız milliyetçiliğin, Batı'nın veya başkalarının anladığı nasyonalizm'den çok farklı ve muhtevâlarının, belki de tıpatıp zıt malzemelerle dolu olduğunu söylemem gerekir.
Sevgi; mücerret bir mefhûm olarak güzeldir. Fakat; sevgi, sâdece bir 'iyi niyet'ten başka bir şey de değildir. Yâni; sevgi, bir 'başlangıç'tır. Peki, sevgi'nin nihâî hedefi nedir öyleyse?
Cevabı: Fiil'dir, amel'dir, aksiyon'dur/ hareket'tir. Bunlar da, 'çalışmak' ile olur. Çalışmak; istişâreyi gerektirir. İstişârenin bulunmadığı yerde, mutlaka 'kaos' bulunur.
Zaman içersinde; târihten gelen, dînî, lisânî, coğrafî ve her türlü örfî hayat tarzlarının birikimiyle meydana gelen millî kültür vasıflarının korunması ve geliştirilmesi, milliyetçiliğin zeminini teşkil eder.Bütün sosyal ve kültürel tarzların, ana kaynaktan, yenilenerek ve süzülerek bu zamana intikal etmesi, bu zeminin genişliğini / hacmini târif eder.Türk milliyetçiliğinin ilk temel bilgilerini, yazılı olarak Orhun Kitâbeleri'nde buluruz. Ondan nakledeceğimiz şu kısacık metin bile, nasıl bir istikamet üzerine yürümemiz gerektiğini ortaya koymaktadır:
"Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabiî, oğulları kağan olmuş tabiî. Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedi vermiş. Çin milletine beylik erkek evlâdı kul oldu, hanımlık kız evlâdı cariye oldu. Türk beyler Türk adını bıraktı. "
Sevgi; mücerret bir mefhûm olarak güzeldir. Fakat; sevgi, sâdece bir 'iyi niyet'ten başka bir şey de değildir. Yâni; sevgi, bir 'başlangıç'tır. Peki, sevgi'nin nihâî hedefi nedir öyleyse?
Cevabı: Fiil'dir, amel'dir, aksiyon'dur/ hareket'tir. Bunlar da, 'çalışmak' ile olur. Çalışmak; istişâreyi gerektirir. İstişârenin bulunmadığı yerde, mutlaka 'kaos' bulunur.
Zaman içersinde; târihten gelen, dînî, lisânî, coğrafî ve her türlü örfî hayat tarzlarının birikimiyle meydana gelen millî kültür vasıflarının korunması ve geliştirilmesi, milliyetçiliğin zeminini teşkil eder.Bütün sosyal ve kültürel tarzların, ana kaynaktan, yenilenerek ve süzülerek bu zamana intikal etmesi, bu zeminin genişliğini / hacmini târif eder.Türk milliyetçiliğinin ilk temel bilgilerini, yazılı olarak Orhun Kitâbeleri'nde buluruz. Ondan nakledeceğimiz şu kısacık metin bile, nasıl bir istikamet üzerine yürümemiz gerektiğini ortaya koymaktadır:
"Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabiî, oğulları kağan olmuş tabiî. Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedi vermiş. Çin milletine beylik erkek evlâdı kul oldu, hanımlık kız evlâdı cariye oldu. Türk beyler Türk adını bıraktı. "
Bu; Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun Bozkurtların Destanı'nda târif ettiği hâlden başka bir şey değildir:
"Geçmişi öğrenelim, gezip Anayurtları;
Görelim, hangi tasa öldürmüş Bozkurtları!
Çevirelim gözleri on dört asır önceye;
Sonra bugüne dönüp dalalım düşünceye...
Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü?
Göreceksin ki, yine aynı düşman, bugünkü!"
Her milletin, kendisini, en yüksek mertebeden ifade etme hakkı varsa, bu hak, Türk milletinden niçin esirgensin ki? Kaldı ki; bizim, her milletten daha farklı olarak, muazzam bir târihimiz, bu târihin içini dolduran hoşgörüye, adâlete ve hürmete dayanan şanlı ve muhteşem bir medeniyetimiz mevcuttur.
Bu medeniyet; edebiyâtıyla, mîmârîsiyle, estetiğiyle, şiiriyle, tezhîbiyle, hüsn-i hat san'atıyla, mûsıkîsiyle emsâlsiz örneklerle doludur. Bütün bu hususlar, Türk milliyetçiliğini şekillendiren kıymetler manzûmesidir. Geniş coğrafyalarda sürdürülen hayatların meydana getirdiği muhteşem Türk lisânı, bugün en az üç yüz milyon insanın anlaşma vasıtasıdır.
Türk ahlâkı, Türk milliyetçiliğinin en mühim ayağıdır. Adâlet anlayışındaki samimîliği, dürüstlüğü, hoşgörüsü, nezâketi, nezâhatı, zarâfeti, merhameti...dâimâ örnek olmuştur.
Türk milliyetçiliğinin öncü isimlerinden Dündar Taşer, bir yazısında şöyle diyor: "Osmanlı, birçok ülkelerde asırlarca kalmış ise, hukuka bağlı ve âdil bir kuvvet olduğu için kaldı. Bugün hâlâ hasreti çekiliyorsa nizam ve intizam unsuru, adâlet ve hak teyidcisi olduğu içindir. Herhâlde, insanları idârede, devlet kurmada, adâlet ve hakkı teslimde, târihen kâbımıza varacak bir devlet ve millet henüz mevcut değildir. İstikbâl ise, böyle bir milleti reddecek kadar şaşkın ve zâlim olmayacaktır zannederim."
Türk milliyetçiliğinin siyâsî temsilcisi olarak, Türk târihinde ilk defa Cumhuriyet döneminde bir "parti" mevcuttur. Adı: Milliyetçi Hareket Partisi'dir. Yâni; Türk milliyetçiliği, bugün, siyâset meydanında, bu parti ile temsil edilmektedir.
Siyâsî ömrü - 2015 yılı îtibâriyle- elli yılını idrâk etmiştir. Kurucusu olan Alparslan Türkeş, 31 Mart 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adlı partiye girerek, "kapitalizm, sosyalizm, komünizm ve liberalizm" gibi dış mihraklı akımlara tepki olarak "9 Işık" adlı ilkelerini ortaya koymuş ve ilk seçimde bu partinin genel başkanı seçilmiştir. Dolayısıyla; Türk milliyetçiliğinin, parti nezdinde siyâsî temsil târihinin başlangıcı 1965 yılıdır ve yarım asrı tamamlamıştır.
Bugün, Türkiye'de, en uzun ömürlü siyâsî parti; 9 Eylül 1923'te, Mustafa Kemal (24 Kasım 1934'te TBMM tarafından Atatürk soyadı verildi) tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Demek ki; Cumhuriyet Halk Patisi'nden sonraki en uzun ömürlü parti, Milliyetçi Hareket Partisi'dir.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin ilkelerini işâret eden "6 Ok"; 1927'de; Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Lâiklik'ten ibâret dört ilke idi. Bunlara; 10-18 Mayıs 1931 tarihinde, partinin üçüncü kurultayında, Devletçilik ve İnkılâpçılık da eklenerek, sayı, altı'ya çıkarılmıştır.
Şunu hemen ifade etmeliyim ki; bugün, bu altı ilkeden 'Devletçilik', özelleştirmeler" sebebiyle zâten yürürlükte değildir. Cumhuriyet Halk Partisi, 1944 yılında, Türk milliyetçilerine yaptığı hücûmla,"Milliyetçilik" ilkesine sâdık olmadığını gösteren ilk işâretini göstermiştir. Onca ilim adamına "tabutluklarda" işkence yapılmıştır.
Tabiî ki; 1978 - 1979 yıllarında Bülent Ecevit tarafından idâre edilen bu parti iktidarının, o dönemde, 'bayrak, vatan, millet' diyen milliyetçilere yaptığı sürgünlerin ve mânevî baskıların da hiçbir zaman unutulması mümkün değildir.
Sâdece bu mu? Bizzat, dönemin Başbakanı Ecevit, "Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, her şey Türklük için!" diye haykıranları, "faşistlik" ile suçlamaktan geri durmamıştır. Şu ânda; takriben on üç senedir hükûmette olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, 'milliyetçi'liği kabul etmemesi bir yana, bizzat, (eski) Genel Başkanı tarafından meydanlarda söylenen: "Biz, her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız" sözleri, târihî bakışla, yukarıda verdiğimiz örneklere ters bir yapının mahsulü olduğu zihinlere kazınmıştır.
Çünkü; 12 Eylül 2010 tarihinde halk oyuna sunularak kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. Maddesi'nde "milliyetçilik"in, ' olunması gereken" bir vasıf' olduğu yazılıdır. Milliyetçi Hareket Partisi'nin ise, "9 Işık" adı verilen ilkelerinin birincisi "Milliyetçilik"tir. Diğerleri, sırayla şöyledir: Ülkücülük, Ahlâkçılık, İlimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Endüstricilik ve Teknikçilik.
Bu câmianın fikir öncülerinden Galip Erdem, milliyetçilik hususunda şöyle der: "Türk milliyetçiliği, ırkçılık temeline dayanan bir dünya görüşü değildir. Başlıca; dil, tarih ve kültür anlayışına bağlıdır. Yalnız böyle bir hükümden, milletimizin meydana geliş çağındaki ırki mayamızı ve hele, soy birliğini küçümsediğimiz bir mânâ asla çıkartılmamalıdır."
Bir başka husus da: "Biz, her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız " zihniyetinin, Necip Fâzıl'ın şu tespitleri karşısında ne diyeceği de merak konusudur:
"İslâm inkılâbında milliyet görüşü, kendisini sahte milliyetçiliklerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhteva, madde değil ruh, mekân değil zaman işi telâkki eder. İslâm inkılâbında milliyet görüşü, Türk'ü fırlak kemikler, çekik gözler, dar alınlar ve kirpi saçlar kadrosunda, yâni hor ve kaba madde plânında aramaz."
"İslâm inkılâbında milliyet görüşü, her şeyi ana ruh vâhidine bağladıktan sonra, o ruh vâhidini en iyi aksettiren yâhut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıp ve madde ölçüsü olarak da (dâimâ bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasına sever. İşte Gaye-İnsan ve Ufuk Peygamberin "Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılamaz!" meâlindeki muazzam Hadîsinde, dışarıdan ve ilk bakışta o kadar kolay sanılan nâmütenahî derin mânaya bir yol; ve hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe bir işaret!.."
"Hudut içinde hudutsuz milliyetçilik"; Kerkük'ten, Azerbaycan'dan Çin Seddi'ne, Üsküp'ten Avrupa ortalarına, Bakü'ye, Urumçi'ye...en az beşbin senelik târihe sâhip bir milletin hasretinin cihanşümûl mevkiye ulaşmasının hedefidir.
Kendisini, "Seyyid" yâni Peygamber Efendimiz'in soyundan "Arap" olarak takdîm eden mütefekkir S. Ahmet Arvasî, acaba, niçin Türk milliyetçisi olmakla iftihar etmektedir? Düşünmek lâzımdır!..
Arvasî şöyle diyor: "Ben, İslâm îmân ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihânda da azîz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm'ı gaye edinen Türk milliyetçiliği
şuûruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuûruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, isterse, çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin "Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır." tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere bağlıyım.
(...) İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O hâlde bizler niye tarihî misyonumuzu yerine getirmeyelim?
(...) Kesin olarak îmân etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlü ise, İslâm dünyası da güçlüdür. Aksi bir durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslâm dünyası da sömürülmektedir."
Başında bulunduğu devlete, Türk devleti ve onu teşkil eden ve kuran millete Türk milleti demeyen idârecilerin bulunduğu zamanda, S. Ahmet Arvasî'nin temennilerini takdirle ve alkışla karşılamamızın yanında, tatbik de etmeliyiz.
Dündar Taşer'in, seneler önce söylediği: "Türk'ün cezri Sakarya'da bitmiştir. Yeni bir med devrine girme çabasındayız. Bu med olacak ve Türk milleti azametine kavuşacaktır. Bunun sancıları ve ızdırapları içersindeyiz."
Cümlelerindeki " Bu med olacak ve Türk milleti azametine kavuşacaktır" tavsiyesinin hakîkat olması için bütün gücümüzle çalışmak, herkesin birinci 'hedefi' olmalıdır.
Necip Fâzıl'a tekrar kulak verelim:
" Alparslan Türkeş, 3 Mayıs (1977) günü "Türk Milletine Beyânnâme" başlığı altında kaleme alıp bütün ajanslara ve gazetelere gönderdiği ve milyonlarca nüsha bastırıp her tarafa yağdırdığı târihî bildiri ile, takip ettiğim stratejiyi taclandırmış ve kendisini hilkatindeki altun mâdenin 24 âyarlık keyfiyeti içinde göstermiş oldu.
"(...) Alparslan Türkeş ve Partisi'nin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbûluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiîliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm îmânıdır.
Alparslan Türkeş ve partisi, milliyetçiliği, içi kevserle dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, kevserde bulur ve o kevserin nûrunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir.
Alparslan Türkeş ve partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi'nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.
Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tayinde kıstaslarımız şudur ki: Fert, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakkın düşmanları düşmanımız, Hakkın dostları dostumuzdur.
(...) Türk'ün ruh köküne inmeyen ve bağlanmayan her tedbirin temelsiz kalacağı inancındayız."
Necip Fâzıl; Alparslan Türkeş'in bu "beyânnâmesi"ne, mukabil bir "beyânnâme" ile cevap verir. Bu "beyânnâme"nin de, bâzı ana başlıklarını, yine Necip Fâzıl'ın cümleleriyle takdîm edelim.
Diyor ki: " Onu da benim beyânnâmem takip etti:
M. H. P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in " Türk Milletine Beyannâmesi"ni okudum.
Pılı-pırtı odalarının raflarında dizili, kapağı arkasına devrik ve içi boş, hattâ süprüntü dolu teneke konserve kutuları hâlindeki partiler arasında, bugünden itibaren MHP, nazarımda bambaşka bir mânâ ve hüviyet sahibidir. Onu, Müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet bir topluluk olarak anıyor ve canımın içinden selâmlıyorum.
Bu beyânnâme, tâ Cava'daki mü'minle Amerika'daki zenci Müslümana kadar bütün İslâm âlemini ihtizâza getirecek ve oluş dâvâsını temellendirecek kıymette târihî bir hâdisedir. İdeal yumağımızın her lifini içinde saklayan bir tohum...İslâm âleminin Türkiye'den beklediği zuhur ve tecellinin tohumu...
(...) Ne mebus, ne Senatör, ne Bakan, ne şu, ne bu!..Allah'ın, bana biçtiği mânevî makam ve memuriyeti bunlardan hiçbiri tercüme edemez. Bu makamdan en canhıraş ihlâs ve hasbîlik kürsüsünden haykırıyorum: 40 yıllık mücâdele ve yepyeni bir gençlik inşâsı, hayatımda, bugün, bu beyânnâmeden, bu beyânnâmenin sahibine ve partisine taktığı şeref ve mesuliyet bâzubendinden sonra, artık, emin olmaya yakın bir ümid nefesi alabilirim.
" 150 yıldır, her gün biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milleti'ne "beklediğim geliyor" müjdesini vermenin ilk ümit günü bu tarihî andır.
"Emin olmaya yakın ümit" ışığının çaktığını gördüğüme ve bu ışığı nice defa hayâl edip de karanlıklara düştüğüme göre, bundan böyle yeni inkisarlara tahammülü kalmayan yanık yüreğimi, dâva yolunda en küçük istikamet hatasına râzı olmaz bir hassasiyetle bu beyânnâmenin halkaladığı sıcak avuçlara bırakıyor ve 40 yıllık emeğimin semeresini bu çevrenin aksiyoncu ruhundan bekliyor ve istiyorum.
İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.
Allah'ın inâyeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!"
1965 - 1969 yılları arası yâni CKMP dönemi, bu partinin en mahrûm ve en sıkıntılı olduğu dönemdir. İş başarabilecek bir idâreci bile bulmakta zorluk çekilen zamanlardır. O günlerin zorluklarına, eziyetlerine ve sıkıntılarına, onları, gençliğinde yaşamış biri olarak bizzat şâhidim. Gerçi, zaman içinde, çok rahat nefes alınabilecek hiçbir gün olmadı ammâ, elle tutulur, maksadı hedefe yaklaştırabilecek 'ümitli zamanlar' da olmuştur.
Bunun ilk hamlesi, 31 Mart 1975 târihinde kurulan ve Milliyetçi Partiler Hükûmeti diye anılan 39. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti veya 4. Süleyman Demirel Hükûmeti'nde koalisyon ortağı olmakla başlar. MHP'nin üç milletvekilinden; biri, Alparslan Türkeş Başbakan Yardımcısı, diğeri, Mustafa Kemal Erkovan Devlet Bakanı olur.
Yine, Milliyetçi Hareket Partisi, 21 Temmuz 1977'de, 41. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti veya 5. Süleyman Demirel Hükûmeti'nde koalisyon ortağı olur ve on altı milletvekilinden biri, Alparslan Türkeş Başbakan Yardımcısı; diğer dördü ise, Sadi Somuncuoğlu, Gün Sazak, Cengiz Gökçek ve Agah Oktay Güner bakan olurlar. Böyle bir hükûmette, onaltı milletvekilinin beşinin bakan olmasındaki kuvvetli irâdeyi ve başarıyı görmek lâzımdır.
MHP, 04 Nisan 1997 de, Başbuğ Alparslan Türkeş'in vefâtından sonra, Genel Başkan değişimi yaşar ve 1999'da yapılan milletvekili seçimlerinde ikinci parti olarak 129 milletvekili ile, TBMM'ne girer. Birinci parti olan DSP'nin milletvekili sayısı 136; Fazilet Partisi'nin 111; ANAP'ın 86 ve Doğruyol Partisi'nin ise 85 milletvekili vardır.
Milliyetçi Hareket Partisi'nin, DSP hâricindeki partilerle koalisyon hükûmeti kurup ilk defa Başbakanlık fırsatı doğmuşken, bu imkân / fırsat değerlendirilememiş ve hükûmeti kurmakla görevlendirilen B. Ecevit'in, partisinin genel başkan yardımcısı olan eşinin , ülkücüleri kastederek; "Eli kanlı kaatillerle hükûmet kurulmasını içimize sindiremeyiz" deyişine rağmen , onun Başbakan'lığında koalisyon hükûmeti kurulmuştur.
Kaldı ki; bir yıl sonra yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde de, Sadi Somuncuoğlu gibi, hem siyâsî ve hem de ilmî birikimiyle tecrübeli bir şahıs safdışı bırakılmıştır.
Başbuğ Alparslan Türkeş'in vefâtından bugüne kadar on sekiz sene geçmiş, üç milletvekiliyle sağlanan başarı, onlarca milletvekiliyle sağlanamamıştır.
Milliyetçi Hareket Partisi câmiâsı, tereddütsüz söylüyorum, Türkiye'nin en çok sıkıntı çeken câmiâsıdır. Buna rağmen, Türkiye'nin en tecrübeli, sabırlı ve birikimli câmiasıdır. Ve yine, buna rağmen, bütün ilkelerinde, Türk milletinin aslî değerlerini müdafaa ettiği hâlde, 'kendisini anlatamamış' tek câmiadır.
Yukarıda söylediğim gibi, 1980 öncesi, "Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türklük için!" diye haykıranlar bunlardı. "Kanımız aksa da zafer İslâm'ın!" diye canlarını fedâ edenler de bunlardı.
Peki; Müslümanlara, İslâm âlemine, Türk dünyasına kol kanat gerenler bunlardı da, niçin, Türk milleti, onları, 'oyları" ile iktidara taşımadı? Ve onlar da, niçin, ellerine geçen fırsatları "imkâna" çevirip hizmete koş(a)madılar?
Elli seneyi aşan bir mâzîye sâhip bir hareketin istenilen başarıya ulaşamamasın da, şüphesiz ki, iç ve dış muarızların menfî p(u)ropagandalarının büyük tesiri vardır. Ne yazık ki, istenen ölçüde, bunların üstesinden gelinememiştir. Elbette ki, Türkiye şartları, kolay şartlar değildir!..Fakat...
Böyle mümtaz bir dâvânın başarıya ulaşamamasının ikinci ve en önemli sebebi ise, "dâvânın anlatılamaması"dır. Anlatılamayan bir fikir, âtıl'dır. Neredeyse, yok hükmündedir. Halbuki; bu câmiânın, zihni gibi, gönlü gibi, eli - kolu da çok muhkemdir. Tecrübesi ileri safhadadır. Adındaki 'hareket'e rağmen, 'hareket ettirilememiş'tir.
Bu câmiâ, aynı zamanda en fedâkâr bir câmiâdır. Çok düşünen fakat kimseye zarar gelmesin diye en az konuşan câmiâdır. Bu fedâkârlığını, dinini, memleketini, milletini ve bayrağını seven hiç kimseden esirgememiştir. Öyleyse; 'herkes' de, kendisine yapılan bu fedâkârlığın kıymetini bilerek gereğini yerine getirmelidir.
Bilinmelidir ki, 9 Işık'ın üçüncü ilkesi "ahlâkçılık"tır. Herkes, herkes'e, zamanı gelince gerekli saygıyı göstermeli, fedâkârlığı ve feragati yapmalıdır.
Milliyetçilik; sevgi'dir. Millet sevgisi'dir. İnsan sevgisi'dir. Akla hangi güzel şey geliyorsa, onun sevgisidir. Kısacası; sevebildiğin kadar sevmek fakat duracağın yeri de bilmek, hudut tanımaktır.
Bu câmiâ; mâzîsiyle, siyâsî birikimiyle, yetişmiş insanlarıyla, ilim ve san'at adamlarıyla, Türk dünyasının en donanımlı kişilerinden meydana gelmektedir. Fakat soruyorum; idârî mevkide bulunanların, kaç p(u)rofesörümüz, doçentimiz, doktorumuz, mühendisimiz, öğretmenimiz, avukatımız, bestekârımız, tüccarımız... olduğundan haberi var mı?
Bana, milliyetçi yapıya sâhip şâirlerimizin, romancılarımızın, hikâyecilerimizin, tiyatro yazarlarımızın, sinema - tiyatro san'atçılarımızın kimler olduğunu söyleyebilecek bir idârî mes'ul var mıdır?
Bölge bölge, şehir şehir, kasaba kasaba, hattâ köy köy, çalışan veya emekliye olmuş, memleket için kafa yoran kaç insanımıza ulaşılmıştır? Milliyetçi dâvâyı anlatan hangi eserlerimiz gençlerimiz elindedir ve bunların basımı ve yayımı için hangi gayret sarfedilmiştir?
Sivil toplum kuruluşu adı verilen teşkilâtlarla hangi istişâreler yapılmıştır?
Dâvâ, ne ile anlatılır? Bunlarla değil mi? En faal, en verimli ve en diri zamanlarında, en yakınındaki dâvâ arkadaşını hâinlik derecesine varan sözlerle suçlamanın, bu dâvâyı geliştirmekle alâkası olabilir mi? Dâvâ arkadaşları; "lejyoner, devşirmen, hafiye, fitne kafilesi, yarım akıllı..." gibi sıfatlarla nasıl lekelenmeye çalışılabilir? Dâvâ arkadaşlarıyla yürüyemeyen, nasıl, "Bizimle yürü Türkiye!" diyebilir ve Türkiye'yi nasıl yürütebilir?
Bir insan, canla-başla çalışan bir dostunu, bir dâvâ arkadaşını göz göre göre nasıl şucu-bucu diye zan altında bırakabilir? Niçin, toplayıcı, toparlayıcı değil de, dağıtıcı, uzaklaştırıcı, itici davranılıyor?
Milliyetçilik, hiç kimsenin inisiyatifinde olmadığı gibi, onu temsil eden teşkilât da kimsenin malı değildir. Tertemiz niyetlerle oy veren kimselerin, hırçınca zan altında bırakılmaları, asla ve asla kabule edilebilecek bir davranış olamaz. Bilinmelidir ki; bu câmiânın yüzde doksanı ve hattâ daha fazlası, milliyetçilik dâvâsını Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde temsil edecek kaabiliyete, birikime, bilgiye, kültüre ve tecrübeye sâhiptir. Bunun da, iyice bilinmesi lâzımdır!..
Sâdece, milliyetçi görüşe sâhip olanların değil, bütün 'millî güçlerin' birleşme zamanındayız.
Alparslan Türkeş diyor ki: "Sandıktan bize tek bir oy dahi çıkmasa, İslâm'dan, insaniyetçilikten, Türk'çülükten asla vazgeçmeyiz...Biz politikacı değil, bir Dâvâ'nın tâkipçileriyiz!"
Netîcede; bâzı az(ın)lık ırkçılarının (Arnavut) dedikleri Türk İstiklâl Marşı'nın şâiri Mehmet Âkif Ersoy'un dediği gibi:
"Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk'a tapan Müslüman!"
İnanıyorum ki; "Oğuz'un altın nesli", "KILAVUZ'un nur yolu izinden" yürüyerek bu asîl ve mukaddes dâvâyı omuzlayacaktır