Bu başlık, Üstâd Necip Fâzıl'ın 1975 yılında yazdığı "Meydan Şiiri" başlığını taşıyan, oldukça uzun, hârika şiirinin son iki mısrasıdır.
Bundan önce diyor ki:
"Tek istikamet, Kâbe;
Ve tek örnek , sahabe..
Böyle yükseldi sütun,
Böyle kuruldu kubbe.
(...) Vatan, yüzelli yıldır,
Mânâda bir harabe.
(...) Her şey, her şey İslâm'da;
Ferde ve kavme rütbe.
Bizde kutsî emânet;
Bizde yarın galebe!
Gün geldi, saat çaldı;
İşte yol, koş tâkibe!
Yetmez mi esâretin;
Ey Türkoğlu, davran be!"
Bugün, bâriz bir şekilde görülmektedir ki, sinsi ve âşikâr iki büyük tehdit ve tehlike ile karşı karşıyayız. Bunun biri, "Türk adını silme / yoketme"; diğeri ise, "Türk yurtlarını parçalama / talan etme" p(i)lânıdır.
Yerli ve ecnebî işbirlikçi hâinler, bu tavırlarını artık gizlememektedirler. Türk ve Türk Yurdu ise, bunlar karşısındaki durumunu , taarruzî tavır şöyle dursun, maalesef yeterli bir müdafaa yapmaya bile çevirememiş, suskun, çekimser, hattâ pısırık bir hâlde seyirdedir.
"Ve tek örnek, sahabe.."den sonra, İslâm'a en çok hizmet bir kavim / millet / soy 'un yâni Türk milletinin adının silinmesine ve yurdunun parçalanıp / bölünüp / talan edilmesine sessiz ve kayıtsız kalması nasıl düşünülebilir?
Ve... Ve böyle bir milletin adının, bâzı gafil ve hâinler tarafından zikredilmemesi , buna rağmen, bu zikretmeyenlerin tasvip mahiyetinde teşvik görmesini ne ile îzâh edilebilir?
Bunun da cevabı çok zor!..
Hâkim unsur olarak Türk'ün sâhip bulunduğu bin yıllık Anadolu yanında, Kıbrıs, Kerkük, Batı T(ı)rakya, Kırım, Doğu Türkistan, Azerbaycan ve topyekûn Türk coğrafyaları da aynı işbirlikçi sömürgeci yolkesicilerin zulmü altında bulunmaktadır.
Mehmetçik tarafından, "Ne Mutlu Türküm Diyene!" vecîzesinin yazıldığı dağlara PeKa Ka ve terörist başının isimleri yazılıyor da, Türkiye'nin ve Türk Milleti'nin her türlü güvenliğinden mes'ul ve selâhiyet sahibi kişilerden tek bir kınama sözü dahi duyamıyoruz.
Bunun da cevabını bulamıyoruz!
Evet; illâ bir Necip Fâzıl, bir Mehmet Âkif Ersoy, bir Hüseyin Nihal Atsız, bir Ârif Nihat Asya, bir Yahya Kemal, bir Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, bir Orhan Şâik Gökyay...mı lâzım ki, kulağı sağırları, gözü körleri, idrâki silikleri, gönlü çökükleri... uyarsın?
"Türk'üm" demiyor, diyemiyorsunuz da; kavmin, kavme üstünlüğünü "takvâ" da aramak adına, "sahabe" yolunda olan Türk'e niçin sahip çık(a)mıyorsunuz? "Benim milletim" diye bir millet mi var mıdır ki, Türk(üm) demekten imtinâ edenler bulunmaktadır.
Ne iseniz, o değil misiniz? Hiç kimse Türk olmaya mecbûr olmadığı gibi, Türk'e yan bakma hakkı ve haddi de yoktur!
Allahü teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, Hucurât sûresi onbirinci âyette şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Bir kavim bir kavimle alay etmesin. Belki onlar kendilerinden daha hayırlı olurlar."
Demek ki, Kur'ân-ı Kerîm'de " kavim / millet" vardır.
Peki; Peygamber Efendimiz ne buyuruyorlar:
"Soylarınızı biliniz. Sıla-i rahim yapınız."
O hâlde; 'soysuzluk' ve 'kozmopolitlik', İslâm'da yoktur!
Başka: "Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılamaz."
Öyleyse; antropologlara ve sosyologlara büyük iş düşüyor: Bakıp araştırsınlar ki, "Benim milletim" diye bir millet var mıdır? Tabiî ki, bizi de haberdar etsinler, bilelim!..
"Benim milletim"; Türk'ten kaçıp bir yerlere sığınmanın yoludur. Bu durum; aynı zamanda, p(i)sikologların da vazîfe alanına girer. Onlar da, bu işe teksif olmalıdırlar; hem de âcilen!
Türk milleti, eğer, Ashab-ı Kirâm'dan sonra İslâm'a en çok hizmet eden millet ise - ki, bundan, şüphemiz yoktur - ; niçin, evet niçin, Türk kelimesini söylemekten veya Türk'üm demekten kaçınılıyor ve göğüsler gerile gerile iftiharla "Türk'üm!" denilemiyor.
Tekraren söylüyorum: Elbette ki, ne iseniz, o'sunuz! Bu, kimseyi - elbette, bizi de- alâkadar etmez!
Ammâ; maalesef, kendilerini, mâsûm, mazlûm ve mağdur göstererek, bu millete altın tepsi içinde 'pırlanta yalan' sunarak, onu kandırmak çok ayıptır ve ahlâksıztır.
Hani, bizim, "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar..." ülkülerimiz vardı!
Hani, bizim, "Büyük Türkiye" , "Ağır Sanayi ülkesi" hedeflerimiz vardı!
Hani; biz, "Güçlü Ordu, Güçlü Millet, Güçlü Devlet" deyip göğüs kabartıyorduk!
Hani, bizim, "Fabrika bacalarıyla, ilâhiyat fakültelerinin beraberce yükseldiği Türkiye" hayâllerimiz vardı!
Hani; "Türklük Gurur ve Şuûru - İslâm Ahlâk ve Fazîleti"ni gönlümüze bir zırh yaparak göğsümüze asmıştık.
Hani; Bilgi Kağan'dan yâdigâr: "Ey Türk! Titre ve kendine dön!" çağrımız vardı!
Hani, Mustafa Kemal'in: "Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, Türkiye Cumhuriyetidir." nasihatı ve bu nasihatı tahakkuk emelimiz vardı.
Evet; "Türk kahramanlığı", "yüksek Türk kültürü" ve "Türkiye Cumhuriyeti" emelimiz!
Hani, biz, "Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman" bir Türkiye inşâsı için yola koyulmuştuk!
Hani; "Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, her şey Türklük için" diye büyük bir sevdâyı paylaşarak cihâna ses gönderiyorduk!
Hani, bizim, "Kanımız aksa da zafer İslâm'ın" diyerek samimî olarak kükreyen gönül erlerimiz vardı!
Hani; "sahabe" yolunun neferleri? Hani; "o tunç Oğuz'un nesli" ? Ve hani " KILAVUZ'un, nur yolu izi"nden cesurca, azim ve şevkle koşuşanlar?
Evet, hani?...Hani?..
Musul, Kerkük, Telafer, Selâhaddin, Süleymaniye, Erbil, Haleb, Tuzhurmatu, Humus...kan gölü!...Müslüman Türk(men)ler, aç, susuz, ilâçsız (ve elbette ki, silâhsız) yangının içinde kıvranıyor. Çoluk - çocuk, kadın, ihtiyar kimi delik - deşik ediliyor, kimi yollara düşmüş vaziyette perîşân!...
Sanki, yeni bir Balkan faciası yaşıyoruz!
Uykudaki çocukların bile boğazlandığından ürperen yok mu? Bu işler, bu kadar basit ve hafife alınır fiiller midir?Ne dersiniz ey cemaat-i Müslimin?
Doğu Türkistan'da dinî ve millî baskılar son hızında ilerliyor, genç kızlar zorla başka mekânlara götürülüyor, her türlü katliam ve zulüm sürüyor!..
Batı T(ı)rakya'da bir câminin minaresini bile yaptıramıyorsun, Hocalı katliamı için bir 'direk' bile dikemiyorsun...ammâ, "tecâvüz adası Akdamar'ı" kendi paramızla - her hâlde: "İyi yaptınız, devam edin!" diye - hizmete arzediyorsunuz. Bu mu insanlık anlayışınız, bu mu Türk'e bakışınız?..
Yapılan bütün bu katliamların birer "soykırım" olduğunu söylemek bir yana, bunları "az yüksek bir sesle" bile kınayamıyorsunuz!
Bir heykele bile tahammülünüz yoktu ammâ, bölücü heykelleri yapılırken, gözler kapalı, kulaklar sağır oluveriyor. Bölücülere, tek lâf bile söyletilmiyor, hattâ 'sayın'lı iltifatlar yağdırılıyor.
Şehitlerin mânevî dünyâsına yapılan bu zulmü, hiçbir zat, ne bu dünyâda , ne de âhirette ödeyebilme gücüne ve iktidarına asla erişemeyecektir.
Kafalarını kuma gömmüş bir takım zatların akıllarını başlarına devşirmeleri bakımından, iki F(ı)ransız'ın, Türkler hakkındaki kanaatlerini naklediyorum.
İlki, F(ı)ransız İmparatoru Napoleon Bonaparte'tır.
Diyor ki:
"İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır.
1. Erkeğin cesur, 2. Kadının namuslu olması...
Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında, tereddütsüz canını fedâ edebilecek kadar vatanına bağlı olmak.
İşte Türkler, bu meziyetlere ve fazîlete sâhip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki, Türkler öldürülebilir lâkin mağlûp edilemezler."
İkincisi; F(ı)ransız Şâir - Yazar ve Devlet Adamı Alphonse de Lamartine'dir.
Diyor ki:
"Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asîli ve başta gelenidir. Dînî, sosyal ve örfî fazîletleri tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır."
Bâzıları, hiç değilse Lamartine'den öğrenmelidirler ki, Türk diye bir "ırk", bir "millet" veya bir "kavim" vardır!..Ve bu ırk / millet / kavimin, "Dînî, sosyal ve örfî fazîletleri tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır."
Tabiî ki, "tarafsız kimseler için!.."
Yoksa;
"Bu vatan toprağın kara bağrında,
Sıradağlar gibi duranlarındır"
Değil midir?
Yoksa;
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır" ;
"Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır"
Değil midir?
Ne oldukları belirsiz Suriyeliler'e - karşılıksız olarak- Türkiye sınırları açılıp onlara her türlü yardım yapılırken, her şeylerinden emin olduğumuz Müslüman - Türk(men)ler'e el dahi uzatılmamasının "benim milletim"le nasıl bir alâkası vardır?
Bu zulüm, bu esâret, bu pısırıklık, bu vurdumduymazlık, bu uyuşukluk...nereye kadar sürecektir?
Öyleyse; daha ne bekleniyor?
Üçyüz milyon Türk'ün ayağa kalkıp:
"Yetmez mi esâretin;
Ey Türkoğlu, davran be!"
Deme zamanı, hâlâ gelmedi mi?