Diyânet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve 30 Ağustos 2019 Cuma günü okunan “Vatan Bize Emânettir” konulu hutbe, menfî yönden oldukça tenkide mârûz kaldı.
Biz de, hutbeyi, huşu içinde dinledik, dînî/İslâmî vazifemizi yerine getirdik. Ancak...
Son zamanlarda okunan bâzı Cuma hutbeleri, ne yazık ki, tartışmaları da berâberinde getirmektedir. Tabiî ki, bunda, siyâsetçilerin, câmi avlularında, namazdan çıkar çıkmaz yaptığı konuşmaların da rolü bulunmaktadır.
Mâlûmdur ki, 30 Ağustos’un, Türk târihinde hususî bir yeri vardır. Çünkü; 30 Ağustos 1071’de, bizzat Sultan Alparslan tarafından sevk ve idâre edilen Türk ordusunun ebedî vatan olarak Türk milletine emânet ettiği Malazgirt Zaferi ve Malazgirt’ten 851 yıl sonra da, yine, bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından sevk ve idâre edilen ve adına Başkumandanlık Meydan Muharebesi de denilen Büyük Taarruz da, 30 Ağustos 1922’de zaferle netîcelenmiş ve yeni Türk devletinin temeli atılmıştır.
Hutbe konusunun “Vatan Bize Emânettir” olduğunu beyan etmiştim. Aslında, hutbe, başından sonuna kadar “biz” kelimesiyle örülüdür de, bu “biz”in kim olduğu bir türlü söylenmemiş/söylenememiştir.
Söylenmemiş/söylenememiştir, çünkü bu, bir ilk değildir.
Öyleyse...29 Nisan 2017 tarihinde ww.kapsamhaber.com’da yayınlanan ve Diyânet İşleri Başkanlığı’nın 2017 yılını Kutlu Doğum Haftası Teması’nı “Hz. Peygamber ve Güven Toplumu” olarak açıklaması üzerine yazdığım yazıdan kısa bir bölüm nakledeyim:
“Lâfı uzatmama gerek de yoktur. Zîrâ; 29 Temmuz 2016 tarihinde, Türkiye'nin bütün câmilerinde okunan Cuma Hutbesi'nde (on dört) ve 23 Aralık 2016 tarihinde okunan hutbede ise, tam (on iki) defa "millet" kelimesi kullanılmasına rağmen, bu milletin hangi millet olduğu söylenmemiştir. Bu durumu, (Bknz: M. Halistin Kukul, Bu Millet, www.kapsamhaber.com-04 Eylül 2016-13.52) târihli yazımda geniş olarak dile getirmiştim.
Türk kelimesini kullanmamanın, dînî, vicdânî, adlî ve örfî bir sınırlaması veya mahzûru mu vardır?
Birlik, kardeşlik, uyuşma, güven, sevgi, barış, hürmet, nezâket...kelimeleri çok güzel kelimelerdir. Hak, hukuk, adâlet, muhabbet, bağış...kelimeleri de öyle!..
Ancak; bunları, bâzı zamanlarda, bâzı sebeplere dayandırarak ileri sürmek değil, bunlara, birer hayat nizâmı olarak, câmi görevlilerinden başlamak üzere, câmi içlerinde, arzu edilen millî eğitim vasıtasıyla okullarda ve bilâhâre de sâir mekânlarda mutabakat sağlayıcı telkinlere yer verilmeli ve iknâ edici olunmalıdır.”
Şu anda bulunduğumuz yer, ne yazık ki, o zamankilerin aynıdır. Metni hazırlayan ‘hiçbir’ Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü mensubunun hatırına, “bu millet’in kim olduğunu yazmak gelmemiştir, niçin?
O hâlde, esâsa geleyim. Yâni 30 Ağustos hutbesine!..Elbette ki, hutbe metninde, ister sultan, ister padişah, isterse herhangi bir komutan olsun, isim zikretmek mecbûriyeti yoktur. Kimse de, vardır, demesin!..Ancak; milletinin önüne geçip, canı-kanı pahasına milletinin istiklâli ve istikbâli için vatan, bayrak, din mücâdelesi veren insanların da gelecek nesiller tarafından bilinmesine mâni olmak hakkaniyet değildir. Kaldı ki...
Ağustos ayında kazanılan zaferler, elbette, sâdece Malazgirt, Kosova, Mohaç ve Büyük Taarruz’dan ibâret değildir. Anafartalar (1915), Estergon Kalesi (1543), Otlukbeli (1473), Mercidabık (1516) ve Halep’in Fethi (1516) de bu ay içersinde kazanılmış zaferlerimizdir.
Hutbe metni; Âl-i İmran sûresinin 160. âyet-i kerîmesiyle başlıyor, hâdis-i şerîflerle devam ediyor ve yine Âl-i imrân sûresinin 200. âyeti ve hadîslerle nihayetleniyor.
Bilenler bilirler, “metin”, bu âyetlerin ve hadîslerin hâricinde, İstiklâl Marşı’mızın kısa fakat noksan bir tahlili gibidir. Niçin bilemem, hep o, esas alınmıştır.
Hutbede geçen; “bizim için, bizler, zaferler bize, bizler de, bizlere emânet” kelime ve tâbirlerinde, “biz” im kim olduğumuz asla belli değildir.
Hutbe metni, “biz” ile o kadar örülüdür ki, âdeta “bizde” kayboluyorsunuz: “yaşadığımız, siper ettiğimiz, vazgeçemediğimiz, görmeliyiz, gösteririz, koruruz, çıkarmayız, mücâdele ederiz, ihânet etmeyiz, gösteririz, içinde bulunduğumuz, ayakta durmamız, kol kanat germemiz, hak ve hakikatten asla ayrılmayız, yâd ediyoruz”.
Kim? Cevap: Biz!..
Peki, biz denilen, kim? Cevap: Meçhûl!..
Bu kadar mı? Elbette değil!..
“Vatan bizim için bir toprak parçasından daha fazla, vatan, vatan, vatan müdafaasını, vatan yapan, bu vatanda yaşayan, vatanı sevmek, ecdadımızın vatanını ve mukaddesatını, vatanımıza, vatanımızı”.
Bir de, yurt ve ülke geçiyor metinde: “Yurdumuzdur, yurdumuzun, ülkemizi”.
Başka? “Ecdadımızın, aziz milletimiz, aziz milletimizin, milletimizi, ecdadımızı örnek alıp, aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi, şanlı bayrağımızın...”
Yine peki...Bu millet kim, bu vatan/yurt/ülke kimin, bu bayrak kime ait, bu ecdâdın adı ne, şehitler ve gaziler hangi millete mensup?
Düşününüz ki, bu hutbe, Almanya’da, F(ı)ransa’da veya Rusya’da bir câmide okunuyor...Kim bu millet? Bu vatan, bu bayrak, bu ecdât kimin?
Demek ki; 29 Temmuz 2016 ve 23 Aralık 2016 hutbelerinden bugüne hiçbir değişiklik yok...
Anlamakta zorluk çektiğim husus şudur ki, Asr-ı Saâdet’ten/Eshâb-ı Kirâm’dan sonra, İslâm’a en büyük hizmeti yapan milletin TÜRK olduğu niçin unutuluyor ve nasıl unutuluyor?
“Üzerinde yaşadığımız vatan bizim için bir toprak parçasından daha fazla anlam ifade eder” ise; bunca şehit verilerek, kan dökülerek elde edilen/elimizde kalan/muhafaza edilen böyle bir “vatan/yurt/ülke/mukaddes toprak”, nasıl oluyor da cayır cayır satılabiliyor?
En güzel mekânlarımız, birkaç kuruş uğruna, ne için ve ne olduklarından emin olmadığımız ellere teslim ediliyor?
Söyleyiniz bana, bu TÜRK, bırakınız şunu-bunu, size ne yaptı? TÜRK’ten ne istiyorsunuz?
Bir de şu var: Hutbe metninde “madden” diye bir kelime geçiyor, o, ‘maddeten’ olacak!..Onu da hatırlatayım!..