“Bir devletin, milletinin istikbâline dâir maksadını ve hedeflerini tanzîm eden birinci derecedeki müessesesi Millî Eğitim Bakanlığı’dır.”
O hâlde: Baş Dâvâ: Millî Eğitim’dir.
Bu sebeple; bir kısmını, çeşitli vesîlelerle, daha evvelce de dile getirmiş olduğum mes’eleler hakkında, Bakanlık yetkililerine, bâzı tekliflerim ve tavsiyelerim olacaktır:
*Öğretmen yetiştirme dâvâmız yok ise, millî eğitim dâvâmız; ve millî eğitim dâvâmız yok ise, istikbâl dâvâmız yoktur.
*Bunun için; ilkönce, yepyeni bir anlayışla, millî kültür değerlerimiz ve dünya şartlarının gereği olan seviyede, “öğretmen fakülteleri”ne kaynak/temel teşkil edecek olan “öğretmen okulları” hemen açılmalıdır.
*Millî eğitimin iki temel unsuru/direği vardır: Biri, öğretmen; dîğeri ise, öğretim üyesidir. Bunların iyi yetişmesini sağlayıcı zeminler derhal oluşturulmalı; dünyadaki ilmî gelişmeler iyi okunmalıdır.
*Köy okulları tekrar açılarak, çocuklarımızın, kendi muhitlerinde yetişmeleri bir yana, köy ahâlisinin de, bu imkândan faydalanması sağlanmalıdır.
*Buna bağlı olarak, elbette ki, “taşımacı sistem” denilen, “dolmuşçu sisteme” ve bundan doğan karmaşaya son verilmelidir. Çünkü, bu durum, hem öğrencileri, hem velileri ve hem de okul idârelerini sıkıntıya sokmaktadır.
*Öğrenimde; zekâ-kaabiliyet-bilgi ve arzu/zevk/istek unsurlarına dikkat edilerek, çocukların/gençlerin meslek seçimleri gerçekleştirilmelidir.
*Türkçe’ye, titizlikle önem verilmeli; “İlk ve ortaöğretimde iyi öğretilemiyor” düşüncesiyle, üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ve Tarih bölümü hâricindeki (tıp, mühendislik, hukuk, matematik, ilâhiyat..) gibi, fakülte veya bölümlerinde, artık, Türk Dili ve aynı gerekçeyle İnkılâp Tarihi dersi okutulmamalıdır.
*Türkçe öğreniminde, İstanbul Türkçesi esas alınarak, Türk Dünyâsı Türkçesi hedeflenmelidir.
*Sekiz yıllık temel öğretimden sonra meslekî öğretime yönelmesi gereken gençleri illâ da lise veya üniversite deyip okutmanın hiçbir faydasının görülmediği artık anlaşılmış olmalıdır. Bu durum, hem gençlere eziyet, hem millî zamanı isrâf ve hem de millî ekonomiye yüktür.
*Okulların birinci unsurunun öğretmen ve üniversitelerinde ise öğretim üyeleri olduğunu söylemiştim. Bunların çalışmalarını takviye eden dîğer unsurlar ise, mükemmel hazırlanmış kitaplar, laboratuarlar, kütüphâneler ve her ilim sahasının kendisine uygun kaabiliyetteki öğrencileridir. Hangi seviyeli olurlarsa olsunlar, her iş gücüne ayârlı elemanlar, bu kadrolarla yetişir. Yâni; iyi bir ayakkabıcı olabilecek birini, mühendis olmaya hazırlamak ve zorlamakla hiçbir şeyi halledemeyiz.
*Her ileri ülkenin sistemi, bize uymayabilir. Bu, çok tabiîdir. Bizim kültür değerlerimize, bizim çalışma disiplinimize ve bizim ihtiyaç sahalarımıza uygun sistemimizi -elbette ki, dışardan uygun olanları da almak şartıyla- gerçekleştirmemiz niçin mümkün olmasın?
*Yabancı dil mes’elesi,bugüne kadar hep çıkmaz yolda yürümüş, yerinde saymıştır. Yabancı dil öğrenmesi gerekenler/şart olanlar yâni mutlaka üst öğrenim görebilecek kişilere tercih edecekleri yabancı lisân üzerinden verilmelidir. Bu da şu demektir ki, herkesin, mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi şart değildir. Ancak; okumak isteyenlerin de, demokratik- insânî hak olarak, arzuları istikametinde bir yabancı dille tanışmalarını sağlamak devletin görevidir.
*Ahlâk terbiyesi, ne kılık kıyafetin sınırlandırılmasıyla ve ne de bugün tamamen lâçka bir hâl alan kılık kıyafet serbestliğiyle mümkündür. Bu, bir anlayış ve idrâk işidir. Saygının, sâdece küçüklerin büyüklere göstermesi gereken bur nezâket kaidesi olmadığının bilinmesi ve tatbik edilmesi gerekir.
*Öğretmenler ve öğretim üyeleri, sistem içinde, “keşifçi” ve “teşvikçi” olabilmelidirler.
*Öğrencilerin, öğretmenlerin ve öğretim üyelerinin “araştırıcı-sorgulayıcı-tahlilci-bulucu/icatçı-geliştirici” olabilmeleri mevcut sistemle mümkün olamadığı âşikârdır. Bunları sağlayıcı “zaman” temin edilmelidir.
*Bugün, öğrenciye, öğretmene ve öğretim üyesine, ders hâricinde, bir s(ı)por yapma, bir güzel san’atla meşgûl olabilme, bir tiyatroya gidebilme veya bir konferansı takip edebilme zamanı bile kalmamaktadır.
*Öğretmenler için düşünülen “yüksek lisans” fevkalâdedir. Ancak; sistemin temeli yokken ve mevcut şartlarda, üniversiteler bile zorlanırken, bu, nasıl tahakkuk edecektir? Kaldı ki, bütün öğretmenler, bırakınız “yüksek lisanslı” olmayı, p(u)rofesör bile olsalar, “araştırıcı-geliştirici-sorgulayıcı-tahlilci- murakabeci-icatçı” anlayışla yetişmedikten/yetiştirilmedikten sonra, başarı mümkün olabilir mi?..
*Öğretmenine saygı gösterip de, öğretmeni yaşındaki, meselâ, bir hademeye saygı göstermeyen genç, maâriften nasibini almamış veya aldırılamamış demektir.
*Ahlâk terbiyesinin bir kolu da “güzel san’atlar”la irtibatlı olmaktır. Güzel yazı/hat san’atı, şiir, s(ı)por veya resim sahalarında gençlere yol açmak gerekir.
*Ders sayıları, her sınıf seviyesinde azaltılmalı ve kitaplar mevcut hantallıktan kurtarılmalıdır. Yâni, kitaplar hem ebat olarak büyüktür, hem kalındır ve hem de muhtevâ olarak güzel ve tesirli ifadeden yâni anlaşılırlılıktan mahrûmdur.
*K(ı)lâsık yarışmaların dışında, hakîkî mânâda, anlayış ve uyum içersinde, okullar arasında nezîh bir yarış olmalıdır. Bu, üniversitelerde de fakülteler arasında yapılabilmelidir.
*Üniversiteye girişte değil, lise seviyesinde, öğretmen okullarına başlarken, en vasıflı öğrencilerin öğretmen olmaları sağlanacak şekilde sistem kurulmalıdır. Bu öğrenciler, öğretmen okularını bitirdiklerinde, ana bilim dallarını tercih bakımından, kendi aralarında imtihan edilerek öğretmen fakültelerine/eğitim fakültelerine veya yüksek öğreten okullarına alınarak, burada da özel bir eğitim ve öğretime tâbi tutulmalıdırlar.
*Tekraren söylüyorum; Türkiye’nin değil, dünyadaki her devletin birinci mes’elesi “maârif mes’elesi”dir.
*Dünya ölçülerinde, bizdeki gerilik de düşünülerek, durumun vahameti de gözönüne alınarak, Sayın Bakan’ın ifadesiyle “yoğun bakım” hâli mevcut ise, çok âcil tedbirlere ihtiyaç vardır.