Bizde, bir ilim dalı olarak estetiğin geliştiğini söylememiz mümkün değildir. Belki de, ‘münekkitlik’ ile, üzerinde en az düşündüğümüz bir dîğer saha budur.
Halbuki Türk milleti olarak, çok üstün ‘zevk’lere, çok ulvî ‘ülkülere/hayâllere’, çok ince, hassas ve tesirli söz ve çok zarîf el san’atlarına sâhibiz.
Yâni; söz san’atının şifâhî ve yazılı hârikaları ile, mîmârî, hüsnühat/güzel yazı ve tezhîb/yaldızlama/süsleme gibi, Türk kültürünün temelini teşkil eden görülü eserler, bizim tarih hazînelerimiz arasındadır.
Bütün bunlardan söz etmemiz mümkün de, “güzel” ne demektir, bunun üzerinde etraflıca düşünmek ve cevabını bulmaya gayret etmek lâzımdır ki, bu konuda, fazla bir sözümüz olmamıştır. Evet, ayrı ayrı, “güzel” nedir?” , “san’at nedir? ki, “güzel san’at ne olsun?”
Niçin güzel ilim -fizik, kimya, matematik, astronomi v.s.- demiyoruz da, “güzel san’at” diyoruz?
Denebilir ki, bunlar, aklî’dirler. Halbuki, san’at, ‘daha ziyâde’ hissî’dir. Bakınız, -daha ziyâde- diyoruz. Çünkü, san’at, sâdece ‘his’ ile elde edilen bir faaliyet değildir. ‘His’, ondaki ön/başlatıcı/ileri/teşvikçi/yürütücü/itici unsurdur. Fakat akılsız ne olabilir ki, san’at olsun!..
Elbette ki, o da, inşâcı / kurucu / tahakkuk ettirici unsur olur... Fakat, yine de elbirliği, işbirliği ile!..
O hâlde; ‘güzel’, beş duyumuzun haricinde de, bize, haz veren, irtifâ kazandıran, dünyâyı/kâinatı ve maddî ve mânevî bütün varlık âlemlerini sevdiren ve onlara hoş bakmayı telkîn ve tavsiye eden, subjektif, ölçülemez/ölçülmesi hiçbir maddî hesapla sağlanamayan, mümkün olamayan, ulvî bir kaabiliyetin hünerli eseri olan, zevk ve haz veren, âhenkli, üstün idrâkli insânî bir değerdir.
Peki; her dildeki “güzel” kelimesinin ihâta ettiği mânâ farklı olamaz mı? Her dilde, estetikçiler de dâhil, sosyologlar, ilâhiyatçılar ve dilbilimciler, kendi lisânlarında “güzel” denilince aynı hissiyatı mı taşıyorlar? Yâni, bir başka deyişle, kültürel farklılıkların, içtimâî anlayışların, dînî inançların bunda hiç mi tesiri bulunmaz?
Ben; şahsen Türkçe’deki “güzel” kelimesi kadar ‘güzel’, bir güzel kelimesi tanımıyorum.
Bizdeki sözlük mânâsıyle: ”gözel Mânâlarından hangisi olursa olsun, bir san’at eserindeki alıpgötürücülük, cezbedicilik, albenicilik, uçuruculuk, derinlere daldırıcılık, sevicilik ve sevdiricilik, muhabbet, merhamet, takdir, hürmet ve şefkat hislerindeki coşturuculuk, heyecan estiricilik...bunda yegâne temel itici güçtür. Bizde, ilk olarak Fârâbî (872-950), “İhsâ’ül -Ulum” (İlimlerin Sayımı) adı eserinde, “ilm-i menâzır” (manzara/perspektif) ve “ilm-i musiki” başlıklarıyla, estetiği ilgilendiren hususları mevzû yapmış, bunların yanında, “şiir”i ve “hitabet”i de değerlendirerek şöyle demiştir: “Şi’rî söze gelince, bu da konuşulan şeyde, herhangi bir hâl veya şeyi daha üstün veya alçak tasavvur ettirmeye yarayan şeylerden terkip edilendir. Bu da güzellik veya çirkinlik, yükseklik veya alçaklık, yahut bunlara benzeyen başka bir bakımdan olur. Şi’rî sözleri duyduğumuz zaman, onun ruhumuzda hasıl ettiği hayalden, (meselâ) hoşa gitmeyen bir şeye benzeyen bir şeye baktığımız zaman ne duyarsak, öyle bir şey duyarız: Çünkü hemen bu şey hakkında, onun hoşlanılmayacak şeylerden olduğu tasavvuru hatırımıza gelir. Gerçekte onun bize tasavvur ettirdiği gibi olmadığını kesin olarak bilsek de, ruhumuz ondan nefret eder ve ondan uzaklaşır.” (Fârâbî, İhsâ’ül -Ulûm-İlimlerin Sayımı, Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Ateş, Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1990, Sf.84) Bediî Türkçülük” bahsinde “Türklerde Bediî Zevk” başlığını taşıyan bölümde Ziya Gökalp şöyle diyor: “Eski Türklerde bediî zevk çok yüksektir. Turanda keşfedilen mermer heykeller, hiç de Yunan heykellerinden aşağı değildir. Turanîlerle, Ahşîdîlerin, Selçuk Türklerinin, Hârzem Türklerinin, İlhânîlerin, Timurîlerin, Osmanlıların, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerinin Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Anadolu’da İran’da Türkistan’da, Hind’de, Efganistan’da yaptırdıkları camiler, saraylar, türbeler, köprüler, çeşmeler dünyanın en güzel eserlerini teşkil eder. Gaston Rişar, Türkmen kızlarının bir hârika nev’inden olarak yaptıkları nefis halılardan bahsederken, Mihailofun şu sözlerini naklediyor:”Hiç bir âlete, hiç bir modele, teknik mahiyette hiç bir tahsil ve terbiyeye malik olmayan Türkmen kızının, nâkabili taklit nakışlarla müzeyyen çok nefis halılar vücuda getirebilmesi, ancak bir san’at zevki tabiîsine malik olmasiyle izah olunabilir.” Türk masallariyle halk şiirlerinin güzelliği de, Türklerin bediîyat sahasında büyük bir kabiliyete malik olduklarını gösterir. Fakat, ne yazık ki, Osmanlı san’atkârlarının hatâsı yüzünden şimdiye kadar bu yüksek san’at kabiliyeti, Avrupaî bir tehzibden (düzeltme, ıslâh, tasviye) mahrum kalmıştır. Bu tehzibi de gördükten sonra, hiç şüphe yoktur ki, istikbalde de en yüksek san’atlardan biri olacaktır.” (Bknz. Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp, Türk Kültür Yayını, İstanbul 1974, Sf.124-125) Burada, içinde, “bediî zevk, güzel, güzelliği, san’at zevki, bediîyat sahası, yüksek san’atlar” tâbirlerinin bulunduğu birkaç cümleyi öne çıkaralım. Bunların hiçbirinde, bu kelime veya tâbirleri kullanmanın ötesinde, güzele, güzelliğe, bediîyata, estetiğe dâir hiçbir târîf yoktur. Târîf olmayan yerde, zâten, bir îzahın olması da mümkün değildir. Meselâ; “Eski Türklerde bediî zevk çok yüksektir”. Olabilir, değil mi? Fakat “bediî” nedir? “Bediî zevk” nedir? Bizim aradığımız şey, “bediî” yâni “estetik” nedir? Sorusunun cevabıdır. Aynı şekilde, “san’at zevki”ndeki, “san’at nedir?” ki, onun “zevki”nden söz edilsin?Aynı soruları, “bediîyat sahası” ve “yüksek san’atlar” hakkında da sorabiliriz. Çünkü; burada, “bediî, bediîyat, güzel, güzellik” kelimelerinin, ilmî olarak, cevabı/târîfi yoktur. Bu bakımdan, îzahı yapılmamış bir “bediî”nin, Türkçülüğü’nden ve “zevki’nden söz edilmektedir. Halbuki, biz, “estetiğin/bediîyatın/güzel bilimi’nin ne olduğu/ne olması gerektiği veya ne olmadığı/ne olmaması gerektiği hususlarında fikir yürütülmesini istiyor ve bekliyoruz. Bilebildiğim kadarıyla, bizde, Cemil Sena’nın, Suut Kemal Yetkin’in ve Beşir Ayvazoğlu’nun estetikle ilgili eserleri mevcuttur. Onların üzerinde yaptığım incelemede, hiç şüphesiz ki, istifâde ettiğim hususlar da olmuştur. Ancak; haklı olarak, bütün çıkışlar, Aristo’dan başlamakta fakat ne yazık ki, yine onda düğümlenme gayretindedir. Yeni bir söyleyişin, umûmî târîfi ve îzahı hâricinde, bir estetik arayışın emâreleri, hiçbirisinde mevcut değildir. Bu hususta; S. Ahmet Arvasî’yi, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz” adlı eseriyle, yeni bir arayışın içinde görürüz. Zâten, “Estetiğimiz” diyerek, bir ayrımla yeni bir bakış getirdiğinin işâretini veriyor. Bize mahsus olan, Türk kültürünün, Türk medeniyetinin, Türk fikriyatının, Türk zevkinin, Türk zerâfetinin estetik anlayışının nasıl olduğunu ve nasıl olması gerektiğini, temelden başlayarak târîf, tasnif, tavsif ve îzaha girişiyor. Elbette ki, öncesinde, târihî muhtevâyı vermekle işe başlıyor ve eserinin “Estetiğimiz” bölümünde, buna dâir görüşlerini sunuyor. Bütün bu hususları da; şu temel başlıklar altında şöyle sıralıyor: “1. İslâm Medeniyeti ve Estetiği; 2. Bir İlim Olarak Estetik; 3. Estetik Karşısında Tavırlar; 4. Estetiğin Metodu; 5. Tecrübî Estetik ve San’atkâr; 6. Güzel San’atlar Eğitim ve Dehâ; 7. Tabiat ve Estetik; 8. Estetiğin İçtimâî Zemini; 9. San’at ve Psikoloji; 10. Güzel San’atlar ve Delilik; 11. San’at, Cemiyet ve İdeoloji; 12. İslâm’da Mizah; 13. Güzel San’atlar ve Filozofi; 14. San’at ve Din; 15. İslâm’da San’at; 16. Güzel San’atlar ve İslâm; 17. Medeniyetimde Nakkaşlar; 18. İslâm ve Mücerred San’at; 19. İslâm San’atı ve Menfî Tavırlar; 20. İslâm San’atı ve Allah; 21. Cihadın Yeni Şartları; 22. Millî kültür, Millî Zevk; 23. Güzel San’atlar Eğitimi; 24. San’at Eğitimi ve Tasavvuf; 25. San’atkâr Himâye Görmelidir; 26. “Millî Zevke” Yabancılaşma Tehlikesi; 27. Türk-İslâm Medeniyeti Yeniden Dirilirken.” “Bir İlim Olarak Estetik” başlığını taşıyan bölümde, mes’elenin özüne/temeline inerek şöyle diyor: “Bilindiği gibi, “ilimleri”, üç kategoride incelemek mümkün olmuştur. Bunlar, “pozitif ilimler” (yahut kanun koyucu ilimler), “deskriptif ilimler” (yahut tavsîfî ilimler), “normatif ilimler” (yahut, kaide koyucu ilimler) olarak sayılagelmiştir. Günümüzde “estetik” (bediîyyat), müstakil bir ilim sayılmaktadır. İlim adamları, “Estetik ilmini”, haklı olarak “normatif ilimlerden” sayarlar. Gerçekten de “estetik”, bir ilim olarak, insanoğlunun bu konuda verdiği eserleri inceleyerek “kaide” koymaya çalışır; güzellik mefhumu hususunda insanların ulaştığı âlemşümûl normları keşfetmek ister. Estetik, bir “ilim” olarak ne kadar başarılı olmuştur? İtiraf etmek gerekir ki, estetik, henüz ilim olma yolunda çok önemli mesafeler katetmiş değildir. O şimdilik bir “ilimden” çok, bir “sanat felsefesine” yahut bir “sanat tenkidine” veyahut bir “sanat tarihine” benzemektedir.” (Bknz. S. Ahmet Arvasî, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz,Türkmen Yayınevi, İstanbul 1982, Sf.104) “Estetik Karşısında Tavırlar” başlıklı yazısında şöyle der:” Estetiğin konusu, tek kelime ile “güzellik”tir. İnsanoğlu, yaşadığı âlemde, yalnız “doğruyu” ve “iyiyi” değil, “güzeli” de arar. Bu sebepten estetiğin gerçek konusu “güzellik” ve “çirkinlik”tir. Sanatkâr’ın hedefi “güzele” ulaşmak ve “çirkinden” uzaklaşmaktır. Görüldüğü gibi, “estetiğin konusunu tayinde” anlaşmak kolaydır. İşin zor olan yanı, “güzelin ve güzelliğin” tarifinde anlaşmaktır. “ (a., g.,e., Sf.107) Zâten, bütün mes’ele de buradadır: Güzel nedir? Ve bunun zıddı olarak düşünülen çirkin nedir? Hangi ayırt edici idrâk veya unsur bunu tâyinde esas olabilir? Yazar, bu husustaki görüşlerine şöyle devam ediyor: “İnsanlar, “güzel nedir”, “güzellik nedir?” ve “güzel olana nasıl ulaşılır?” konusunda kolay kolay anlaşamazlar; farklı “ekollere” bölünürler. Belki de bir “pragmatist” için güzel olan “faydalı olandır” da, bir “spritüalist” -meselâ H. Bergson-için, güzel olan “hayatın menfaat perdesinden sıyrılarak olduğu gibi görünmesidir”. Yine, belki, bir “individüalist” için güzel olan “ferdin cemiyetin esaretine isyanı” demektir de, bir “sosyalist” için bu, “sanatkârların cemiyetin dert ve meseleleri ile bütünleşmesi” olarak düşünülebilir. Öte yandan, güzeli, “objektif” bir değer sanan sanatkâr ile onu, “sübjektif” bir değer sayan sanatkâr için farklı birer “estetik dünyası” teşekkül eder. Hele, “sanat, Allah’ı aramaktır” diyen ve böylece “mutlak Güzeli” özleyen bir İslâm sanatkârı için güzelliğin bambaşka bir mânası vardır.”(Bknz. A.,g.,e., Sf. 107-108) Bütün değerlendirmeler bir yana, Arvasî, düşündüğü ifadeyi buraya yerleştirmiştir: “Hele, “sanat, Allah’ı aramaktır” diyen ve böylece “mutlak Güzeli” özleyen bir İslâm sanatkârı için güzelliğin bambaşka bir mânâsı vardır” cümlesi, O’na göre estetiğin esâsını, bu fikir teşkil etmektedir. Yâni; Arvasî’ye göre, yeni ‘tez’ budur! Bugüne kadarki bütün telâkkîler/görüşler/anlayışlar/mektepler/ekoller, bunun etrafında kümelenmelidir. Arvasî şöyle devam ediyor: “Fikir adamları ve filozoflar sormuşlardır: Gerçekten “güzel olan şey”, bizim dışımızda bulunan objektif bir değer midir? Yoksa o, tamamı ile insana mahsus sübjektif bir değer olarak mı düşünülmelidir? Yâhut, “güzellik”, objektif ve sübjektif değerleri aşan “müteâl*” ve “mutlak” bir ideal midir? Biz, bu sorular karşısında kendi tavrımızı ortaya koymadan önce, hemen belirtelim ki, insanoğlu, tabiata ve kâinata bakarak da duygulanabilmekte; orada da “güzeli” bulabilmekte; tabiattaki seslerden, renklerden, hareketlerden, şekillerden ve âhenkten “estetik heyecana” ulaşabilmektedir. Bunun yanında, asla unutmamak gerekir ki, hiçbir canlı, insan ölçüsünde “estetik heyecana” ulaşamamakta ve sanatkâr karakterini ortaya koyamamaktadır. Bu durum, konunun sübjektif yapımızla çok geniş mânâda irtibatlı olduğunu isbat eder. Nitekim, estetiği, sübjektif bir kıymet olarak görenler şöyle düşünmektedirler: “Güneş’in batması, bir köylünün aklına, hiç estetik olmayan akşam yemeği düşüncesini getirdiği gibi, bir fizikçinin zihninde de aslında ne güzel, ne de çirkin olan ve yalnız doğru veya yanlış olması muhtemel tayf tahlili fikrini uyandırır. Güneş’in ancak düşüncenin iç vaziyetinde, ona sanatkâr gözleri ile bakan için güzeldir. Şu hâlde estetik, ruhiyatın bir bölümünden başka bir şey değildir”.(Bknz. Charles Lalo, Estetik, Burhan Toprak-2. Baskı, Sf. 7)” Bütün bu görüşlerin ardından, S. Ahmet Arvasî, estetik hakkındaki kanaatini/görüşünü/telâkkisini ortaya koyarak şu netîceye ulaşır: “Güzelliği, “müteâl” (aşkın) ve “mutlak” bir kıymet sayan bir İslâm sanatkârı içinde o, Allah’ın “cemal” sıfatını lif lif, hücre hücre tabiatın ve kâinatın her noktasına işlenmiş bir “nakış”tır, “ses”tir, “âhenk”tir, “figür”dür, “hareket”tir ve insanoğlu da bu “mesajları” ve “âyetleri” sezmeye, duymaya, yaşamaya ve yakalamaya memur kaabiliyetli bir muhataptır. Sanatkâr ise, bu işi en iyi şekilde başaran idrâk sahibi kişidir. Tasavvuf dili ile söylersek, sanatkâr, “eserde müessiri”, “itibarî güzelliklerde mutlak güzeli” arayan ve yakalayan kimsedir. İslâm sanatkârı, bu karakteri ile “güzel”, objektif midir, yoksa sübjektif midir? diye düşünen akımların üstünde durmaktadır. O, tabiatta, kâinatta ve insanda “Allah’ın cemal sıfatını” arayarak yol almaktadır.” (a.g.,e., Sf. 109) “Güzel San’atlar ve İslâm” başlığını taşıyan bölümde ise, Arvasî, şu görüşlere yer verir: “Bilindiği gibi, güzel san’atların mimari, heykeltıraşlık, resim, musikî, dans, edebiyat, şiir ve benzeri dalları vardır. Kültürünün ve medeniyetinin kalitesi ve seviyesi ne olursa olsun, her cemiyette mutlaka bu san’at faaliyetlerine rastlanacaktır. Ancak, bu güzel san’at dallarının mahiyeti, muhtevası, değeri ve itibarı, farklı kültür ve medeniyetlerde değişik olmuş; yalnız san’atkârların kaabiliyet ve şahsiyetlerine göre değil, cemiyetlerin inanç, zevk ve telâkkilerine göre de değşik durumlar, akımlar ve biçimler doğmuştur. Gerçekten de bazı kültür ve medeniyetlerde “güzel san’at dallarından” bazıları, diğerlerinden daha fazla itibar ve rağbet bulur. Bilfarz, Eski Yunan’da, o cemiyetin politeist karakterine uygun olarak heykeltıraşlık, mimarî, musikî ve tiyatro çok gelişmiş olduğu halde, İslâm medeniyetinde daha çok şiir, hitabet, mîmârî ve -putperestliğe tepki olarak- “nakkaşlık” ve “hüsn-ü hat” (güzel yazı) gelişmiştir. Müslüman san’atkâr, bütün gücünü şiire, hitabete, mimariye vermiş, resim zevkini tezhîb ve nakışlarla, herbiri mücerred bir tablo kadar güzel “hat”larla; heykelcilik zevkini de taşlara ve mermerlere bir şiir gibi işlediği motiflerle tatmin etmeye çalışmış ve bugün çağdaş ressamların hayran kaldığı san’at hârikalarına ulaşmıştır.”(Bkn. A.,g.,e., Sf. 153-154) “Yaratanların/yaratıcıların/sûret yapanların/halkedenlerin en güzeli olan Allah, ne yücedir” (Mü’minûn, 14) âyeti ve “Allah güzeldir, güzelliği sever” hadîs-i şerîfi, bu bakışın ilk yol göstericisi ve yol açıcısıdır. Zîrâ; “İslâm San’atı ve Allah” başlıklı makalesinde, Arvasî şöyle der: “”İslâm’da “güzellik”, başlıbaşına bir hakîkattır. “Güzellik”, her ne kadar, insan için “izafî” bir mânâ taşıyorsa da gerçekte “Mutlak Güzel” olan Allah’ın “cemil” ve “cemal” sıfatlarının tecellilerinden ibarettir. Şanlı Peygamberimize göre: “Allah güzeldir ve güzeli sever”. Bu peygamber emrini idrâk eden müslüman san’atkâr, gerçekte “güzeli ararken”, Allah’ı aradığının farkındadır. Bu sebepten o, izafî ve geçici “formalara” bağlanmaktan ve tapınmaktan özellikle kaçar, kendini “Mutlak Güzele” götüren mücerred hamlelere sarılır; fâni “sûretler” yerine, ulvî tırmanışlara özlem duyar. (...) İslâm’a göre, bizzat Allah, “en büyük san’atkârdır” ve kendindeki “cemal” sıfatı ile her an tecelli etmektedir. Bu açıdan bakılınca, kâinat, bir güzellik okyanusudur; insan ise, bu okyanusun üzerinde parlayan ve “en güzel biçimde yaratılmış” olan bir yıldız gibidir. Kâinata ve insana, bir san’atkâr gözü ile bakanlar, onlarda muhteşem “estetik mesajlar” bulacaklardır. Ama, müslüman san’atkâr, kendini, bu mesajların “sûretlerine” (formalarına) kaptırmaz; bütün bunların arkasında gizlenen “Mutlak Güzeli”, bulmaya çalışır. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de, en yüce san’atkâr olarak Cenâb-ı Hak, şöyle öğülür: ”Sûret yapanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir”. (El-Mü’minûn, 14) Böylece anlıyoruz ki, Allah, bütün bu geçici şekillerin ve formların içine sayısız “güzellik mesajları” yerleştirirken, gerçekte, yeryüzünde kendine “halife” olarak yarattığı “san’atkâr insanı”, muhteşem “cemal” sıfatı ile cezbetmeye çalışmaktadır; “izafî güzellikten Mutlak Güzelliğe” giden yolları işâretlemektedir.” (Bkz. A.,g.,e., Sf. 170-172) “Sûret yapanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir” (El-Mü’minûn,14) âyet meâlinden başka, bu husustaki birkaç âyet meâlini daha nakledelim: “En güzel isimler (Esmâülhusnâ) O’nundur.” (Haşr, 24) “En güzel isimler Allah’ındır” (Araf, 180) “Ki O, yarattığı her şeyi (ihsan ve hikmeti muktezâsınca) güzel yarattı.”(Secde, 7); “Gerçekte biz, insanı en güzel şekilde/biçimde/sûrette halk ettik/yarattık.”(Tîn, 4); “Biz semâda burçlar halkettik. Ve onları (ibretle) seyredenler için tezyîn ettik.” (Hicr, 16); “(Kâfirler) üzerlerindeki semâya bakmadılar mı ki, onu nasıl (kudretle) bina ettik ve (yıldızlarla) nasıl tezyîn ettik.” (Kaaf, 6); “Biz size yakın olan göğü bir ziynetle, yıldızlarla donattık/bezedik/süsledik.” (Sâffât, 6); “(Mümin) kullarıma söyle, (kâfirlere) en güzel (söz) ne ise onu söylesinler.” (İsrâ, 53); “Sözleri dinleyip de en güzeline tâbi olan kullarıma müjdele.” (Zümer, 18); “İnsanlara güzellikle söyleyiniz.” (Bakara, 83); “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütlerle dâvet et.” (Nahl, 125). “En güzeli olan Allah”, “En güzel isimler”, “en güzel şekilde/biçimde/sûrette”, “tezyîn ettik/bezedik/süsledik/donattık”, “en güzel söz”, “en güzeline tâbi”, “güzellikle söyleyiniz”, “güzel öğütlerle” ifadeleri, bu estetik anlayışın çıkış noktasıdır. Peygamber Efendimiz’in, “Allah güzeldir ve güzeli sever” hadîslerinden başka, güzel söze dâir nice mübârek sözleri de buna işaret etmektedir: “Söz vardır ki, insanı büyüler ve şiir vardır ki hikmetin tâ kendisidir.”; “Aman aman! Fâhiş ve çirkin sözlerden kaçının! Zîrâ, Allahü teâlâ çirkin sözleri ve fâhiş konuşmaları sevmez”; “Kulağa fenâ gelen her türlü söz ve amelden sakın”. Şüphesiz ki, “İslâm’da “güzel olan” aynı zamanda “ahlâkî olan”dır. Yine İslâm’da güzel, hem ulvî bir değerdir, hem de “ulvî değerlere” giden yolu açan bir vasıtadır. Biz müslümanlar, bir güzel san’at hareketinin ve eserinin “mübah” (yâni helâl) olup olmadığını, yöneldiği ve gerçekleştirmek istediği gayeler bakımından değerlendiririz. Bu konu, o derece önemli ve hassastır ki, biz, şahsen konuşmak yerine, sözü, büyük İslâm mütefekkiri İmam-ı Gazalî’ye bırakmayı tercih edeceğiz. İmam-ı Gazalî Hazretleri, Kimya-yı Saadet’inde buyururlar ki: “Yüce Allah, insanların yüreğinde kalb ve gönül denilen bir kuvvet yerleştirmiştir. Ateşin çelikte gizli olduğu gibi, o da yürekte gizlidir. Çelik, taşa sürüldüğünde kıvılcım sıçrattığı gibi, güzel ve âhenkli ses de gönül denilen bu gizli kuvveti harekete geçirir. Güzel ses, insanın elinde olmayarak kalbine tesir eder. Çünkü, onun, Arş’ın üstündeki (ruhlar âlemi) ile bağlılığı vardır. Maddesiz, ölçüsüz olan o âlem, güzellik âlemidir. Güzelliğin temeli ise (bizim dünyamızda), tenasüp, uygunluk ve düzgünlüktür.” (Bknz. A.,g.,e., Sf. 173) S. Ahmet Arvasî, “Medeniyetimizde “Nakkaşlar” başlığını taşıyan bölümde, bir genel değerlendirmeyle şu netîceye varır: “İslâm’ın “San’at anlayışı” Greko-Lâtin san’atından çok farklıdır. İslâm’ı, bu telâkkisinden ötürü suçlamak, Piccaso’yu “niçin Giotto gibi resim yapmamaktadır?” diye suçlamaktan farksızdır. İslâm’ın mücerredi müşahhasa, sübjektifi objektife, no-figürasyonu figüratife, irreli reele...tercih etmesi, yepyeni bir san’at anlayışıdır ve bu yönü ile orijinaldir. İslâm san’atkârlarından nasıl Greko-Lâtin politeizminden kaynaklanan san’at eserlerinin benzerleri istenebilir?” (Bknz. A.g.,e., Sf. 163) Şimdi de, bu hususta ibret verici, tecrübe edilmiş bir örnek arzedeceğiz: “ABD’li ateist Wilson Bentley’in** itirafı. Wilson Bentley...Kar tanelerinin fotoğraflarını çekebilen ilk insan. Ne zaman kar yağsa, hemen fotoğraf makinasını eline alır ve kar tanelerinin fotoğraflarını çekerdi. Onun bu tuhaf davranışları bir tek çocukların hoşuna gider ve çalışmaları sırasında etrafından ayrılmazlardı. Onların ‘Wille Amca’ diye çağırdıkları bu garip insan, tarihe ‘Kar Tanesi Adam’ olarak geçti. Her kar tanesinin birbirinden farklı eşşsiz bir güzellikte yaratılmış olduğunu gösteren de yine Bentley oldu. Mikroskobu elinde bütün gün dolaşır durur ve bulduğu her şeyi daha yakından görmek için tükenmez bir enerjiyle çalışırdı. Kar yağdığı bir gün, elinde mkroskobuyla dışarıya çıktı Ve havada uçuşan milyonlarca kar tanesinden biri Wilson Bentley’in mikroskobunun camına konuverdi. Meraklı çocuk mikroskoptan baktığında o güne kadar görmediği, o güne kadar hiç kimsenin görmediği bir tabloyla karşılaştı. Kar kristalleri altıgen ve olağanüstü bir güzellikte yaratılmışlardı. Wilson Bentley bir şey daha farketti. O ana kadar gördügü kar taneciklerinin hiçbiri bir diğerine benzemiyordu. Bu onu çok heyecanlandırmıştı. Sonraki yıllarda da Bentley, kar taneciklerini izlemeye devam etti. 50 yıl boyunca kar tanelerinin 6 bin fotoğrafını çekti. Aynı zamanda ateist olan Wilson Bentley yazdığı kitabın son bölümüne şu notu düştü: “Sanki bir sanatçı, sanatını gösteriyor...Artık inanıyorum.” (netgaste-12.09.2015) SONUÇ olarak şunu söyleyebiliriz: ”İslâm kültür ve medeniyetine gönül veren san’atkârlar, her şeyden önce, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i çok iyi tanımalı, Şanlı Peygamberimizin yaşayışını inceden inceye bilmeli, yüce “Sahabî” kadrosunu ve onları takibeden “Ehl-i Sünnet Velcemaat” büyüklerini ve konuyla ilgili açıklamalarını öğrenmeli, bu ölçülere uyarak eser veren ecdadımızı hakkı ile kavramalıdır. Böyle yapılırsa, bizim medeniyetimizi kuşatan “estetik dehâ” bütün sadeliği ile anlaşılır. Şiirimize, nesrimize, hitabetimize, mimarimize, hattatlığımıza, nakkaşlığımıza, musikimize, raksımıza, çinimize, halımıza, mermerlerimize renk ve biçim veren ruh ve muhteva daha iyi hissedilir. Ancak bu yapıldıktan sonradır ki, medeniyetimizin Greko-Lâtin medeniyetinden farkları ortaya konabilir ve son iki asırdan beri, bizi kapıp götüren “soysuzlaşma cereyanları” anlaşılabilir. Nitekim Batı dünyası, İslâm’ın, kendinden farklı bir medeniyet ve estetik geliştirdiğinin şuurundadır ve bunu şöyle itiraf etmektedir: “Jerôme ve Jean Tharaud kardeşler, İslâm san’atının istenerek yapılmış irrel, fantazi yönünü pek iyi görmüş ve ifade etmişlerdir” diyen L. Massıgnon şöyle devam eder: “Gerçekten biz de öyle düşünmüyor muyuz? San’atçı, şekillerin karşısında sarhoşa dönmeyecek, kendi eserlerinin Pygmalion’u olmayacaktır. Krokiyi aldıktan ve estetik heyecan geçtikten pek çok sonra, hatırlıyarak eserini, modelini yapmaya mahkûmdur. Gördüğü forma tapmaması lâzımdır. Çünkü, bu formdan, başka bir şey meydana getirmeğe mecburdur. Rüyalarına inanmamak, çünkü, bu âlemin geçici formları rüyadan ibarettir ve silinip gideceklerdir. İşte İslâm düşüncesinin kaynağı...Burada görülüyor ki, o eski putperest görüşünü, Yunan görüşünü reddediyor. Ama düşüncenin bütün iç boyutlu, şekil almalarını (modalisation’u) red ve inkâr etmiyor.”. (Bknz. Din ve Sanat, Burhan Toprak, 1962, Louis Massıgnon’un makalesi, Sf. 10-11) (Bknz. a.,g.,e., Sf. 159-160) Böylece; farklı kültür ve medeniyet dâirelerine âit estetik anlayış/idrâk/telâkki/görüş de, kendiliğinden ‘ayırt edici’ vasfını ortaya koymuş oluyor. S. Ahmet Arvasî’nin ortaya koyduğu bu ‘ayırt edici’ vasıflar, doğrudan doğruya Türk-İslâm Ülküsü’nü benimsemiş san’akârların tâkîp edeceği yol ve yürüyeceği istikamettir. Bu istikametin tâyininde, ‘millî hâfıza’ kılavuzluk yapar. Çünkü; onun içinde, millî zekâyı, millî zevki, millî keşif kaabiliyetini, millî irâdeyi, millî hüneri de içinde barındıran millî kültür ve yeni bir medeniyeti inşâ azmi ve kuvveti vardır. Bu arzu ve kuvvet; şiirde, Hazret-i Mevlânaları, Yûnus Emreleri, Fuzulîleri, Yahya Kemalleri, Necip Fâzılları; mîmârîde, Mîmâr Sinanları, Mîmâr Kemaleddinleri; nakkaşlıkta, Levnîleri, Nigarîleri, İbrahim Yusufları; mûsıkîde, Itrîleri, Dede Efendileri, Hâfız Postları; hattatlıkta, Mustafa Râkım Efendileri, Yesarî Mehmed Esat Efendileri, Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendileri...örnek alacak olan yeni san’atkârların yetişmesine vesîle teşkil edecektir. *Müteâl: “Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşünebilen, akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka ve bunlardan pek temiz ve yüce olan. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: “(Allahü teâlâ) görünmeyeni de görüneni de bilir. Büyükdür, Müteâl’dir.” (Ra’d sûresi, 9) (Bknz. Dînî Terimler Sözlüğü, Cild:2; Türkiye Gazetesi Yayını, !stanbul, Tarihsiz, Sf. 80) *Wilson Bentley ABD’li vatandaş. 9 Şubat 1865 Jericho. Vermont Eyâleti, ABD – 23 Aralık 1931, Jericho. Vermont Eyâleti, ABD. TOŞAYAD KÜMBET DERGİSİ, YIL: 13, SAYI: 52, TEMMUZ-ARALIK 2019, SF. 15-21