Savaş ve çatışmalar, uluslararası ilişkiler disiplininin daha doğuş yıllarından itibaren üzerinde en çok kafa yorulan meseleleri arasında yer alıyor. Bu başlıklar altında oluşan muazzam külliyata bakarak, “savaşlar niçin çıkar?” sorusuna verilmiş cevapların ne kadar geniş bir yelpazeye dağıldığını anlayabiliriz. Yazılanlarla biraz yakından ilgilendiğimizde ise bu konudaki araştırma sonuçlarından pek azının yaygın kabule erişebildiğini fark ederiz. Uluslararası sisteme yeni büyük oyuncuların katıldığı dönemlerde, kriz ve çatışma ihtimalinin yükseldiği varsayımı, bunlardan biridir.
Günümüzde de dünya sistemi, büyük bir değişim sürecinden geçiyor. Doğu’ya ve Batı’ya dair son iki asırda inşa edilmiş çok şeyin temellerinden sarsıldığına şahit oluyoruz. Türkiye’nin merkezini işgal ettiği bölge, yeni/yeniden yükselen ülkelerle geri çekilen güçler arasındaki rekabetin keskin yüzünü gösterdiği önemli bir eksen coğrafya. Dolayısıyla Ortadoğu’nun, yakın geçmişinde benzerine rastlamadığı alt-üst oluş dalgalarıyla boğuşması tesadüf sayılmamalı.
Bu önemli dinamiklerin etkisini iliklerinde hisseden Türkiye, son asırdaki en kapsamlı reform hareketini de tamamlamaya çalışıyor. Eş zamanlı biçimde artan gücü, parçası olduğu uluslararası yapı içindeki çapını büyütüyor. Ancak sistemin diğer unsurlarının dengelerdeki değişimden duydukları rahatsızlık, Türkiye’yi hedef alan tepkici bir rekabet sarmalı doğuruyor.
Bu manzara, Türkiye’nin iç içe geçmiş dört ana parametreden kaynaklanan bir çatışma ve istikrarsızlık rüzgarının menziline girdiğini gösteriyor. Savaş sözcüğünün devlet adamlarının ağzından duyulmaya başlamasına sebep olan iklimin arkasında, dünya sistemindeki, Ortadoğu’daki, Türkiye’nin iç ve dış ilişkilerindeki dönüşümlerin biriktirdiği gerilim var. Türkiye, üzerine abanan koalisyon karşısındaki direncini koruyabilirse, dış politikasındaki atılımlarıyla kazandıklarını sistemik düzeyde tescil ettirmiş olacak. Hesapsız atılacak geri adımlar ise, kolay telafi edilemeyecek kayıplara yol açabilir.
Hesabı tutturarak elde edilen mevzilerin korunması gittikçe çetrefilli hale gelen ilişkiler demeti yüzünden zorlaşıyor. Türkiye’nin arada bir pozisyon üstlendiği bilek güreşinin tarafları, hamlelerini sıklaştırıyorlar. Dünya tarihi, bu türden dönemlerde küçük kıvılcımların nasıl yangına dönüşebildiğine dair ürpertici hikayelerle dolu. İyi kurulmuş bir zembereği boşaltmak için bazen tek tetikleyici hareket yeterli olabilir.
Nitekim Türkiye, İsrail, ABD ve İran’ı bir araya getiren denklemdeki gelişmeler, böylesine tehlikeli bir zemine doğru ilerleyişimizin habercisi gibi. Tahran’ın nükleer silah yapmasına taraftar değiliz ve bölgede bir mezhep hegemonyasının doğuşunu istemiyoruz. İran’ın askeri müttefiki Suriye’deki rejimin davranışlarından da rahatsızız. Sadece bunlara baktığınızda Türkiye’yi komşusunun karşısına yerleştirmelisiniz. Ancak bekleyin. Nükleer silah geliştirdiği gerekçesiyle BM Güvenlik Konseyi’nden İran’a karşı yaptırım kararının çıkmasını engelleyen de biziz. Üstelik Tahran’ın düşmanı İsrail ile çok sıcak bir kriz yaşıyoruz.
Devam edelim. Malatya’ya füze savunma sisteminin önemli parçalarından birini teşkil eden radarın NATO kapsamında kurulmasını kabul ettik. Bu kararı, Doğu Akdeniz’e donanma göndereceğimizi ve terörle mücadelede İran’la işbirliği yapacağımızı ilan ettiğimiz bir konjonktürde aldık. İran tepkisini, Çin ve Rusya’yla beraber bir füze savunma sistemi üzerinde çalıştıklarını açıklayarak gösterdi. Tam bu sırada Pekin’le askeri ilişkilerimizi arttırmaya başladığımızı ve ABD’nin Ankara’dan açıklama istediğini öğreniyoruz.
Bazı başlıklarına işaret ettiğimiz son birkaç haftanın haberlerine göz atın, çarpışma noktasına doğru hızla ilerleyen kutuplar ve peş peşe manevralar yaparak “aradaki” pozisyonunu korumaya çalışan Türkiye’yi aynı karede buluşturan bir fotoğraf göreceksiniz. İsrail karşısında dik durabilmek için hem ABD hem de İran’ı en azından nötr bir mesafede tutmamız gerekiyor. Tel Aviv’le gerilimin tırmanması bizi İran’la çatışma menzilinin dışına taşıyor. Ortadoğu’nun dönüşümünde üstlenilen hayati rol gibi diğer faktörlerle birlikte radar için verdiğimiz onay ve Suriye’ye yaptığımız baskı da ABD ile ilişkilerimizi yumuşatıyor.
Yani bıçak sırtında ilerliyoruz. Bu sırada Türkiye’nin bölgedeki faaliyetlerini tedirginlikle izleyen odaklar, ayağımızın sürçmesini dört gözle bekliyor. Türkiye’yi, reform süreci tamamlanmamış kurumlarıyla nasıl sonuçlanacağı belirsiz bir çatışma sarmalına iterek dengemizi bozabilirler mi? Bazı başkentlerde bu soru üzerinde kafa patlatıldığını düşünmek için iyi sebeplerimiz var. Bu yüzden, Türk dış politikasının özellikle dengeleme ve telafi mekanizmalarını felç etmeyi hedefleyecek yeni krizlere hazırlıklı olmalı, gerektiğinde “ön alıcı” stratejik hamleleri çekinmeden yapabilmeliyiz.