Türk milleti olarak çok güzel hasletlerimiz vardır. Şüphesiz ki, az da olsa, bunların bâzılarının devam ettiğine şâhit de oluyoruz. Ancak; umûmî bir nazarla, ihmâl edildiğini, savsaklandığını, sulandırıldığını ve yerine başka bir şey ikame etmek şöyle dursun, bu an’anevî hâle gelmiş millî yapımızı istismara varan hâllerle de karşılaşıyoruz.
Hani, bizde; “Sağ elinin verdiğinden sol elin haberdar olmamalı”; “Veren el, alan elden üstündür” ve “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir” hadîsleri , sâdece sözde değil, ruhumuza perçinleşmiş fazîlet numûneleriydi.
Şunu ifade etmeliyim ki, gösterişe dadandık, kötü siyâset, fikriyatımızı da, dînî ve an’anevî güzelliklerimizi de tahribe yöneldi. Fakîrin kapısını çalarken, binbir türlü şatafata gömüldük.
Ne yazık ki, bugün, Türkiye’de ve dünyânın değişik mekânlarında açlık ve sefâlet içersinde kıvranan milyonlarca insanın sesine yeterince kulak verilmemektedir. Silâha ve gösterişe harcanan paraların çok cüz’i bir kısmı bunlar için ayrılsa, dünyada fakîrlik kalmaz.
Bu mes’elede, ne yazık ki, milletler cemiyeti de, diğer hak, adâlet, hukuk diye çığırtkanlık yapan ülkeler de asla samimî değildirler.
Şunu söylemeliyim ki, bizde bile, arzu edilen, söylenenin çok çok alt seviyesindedir. Elbette ki, Devlet, “sosyal yardım” adıyla bir çok kişiye ulaşmaktadır. Fakat, bu ulaşma nerede ve ne zamana kadar sürecektir ve Devlet kasasından “Ben yaptım!” demek de utanılması gereken bir husustur.
İnsanını muhtaç hâle getirmek ve ondan sonra da, ona yardım etmek mârifet değildir. Tabiî ki, bu yardım da hakkıyla, adâletle ve usûlünce yapılabiliyorsa!..Kaldı ki, esas hüner, insanı iş sahibi yapmaktır.
Yardımlaşma, bizim en büyük hususiyetlerimizdendir. Zîra; Türk milleti, târihi boyunca, bunun sayısız örneklerini vermiştir.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîmde şöyle buyurur: “ Eğer sadakaları açıkça verirseniz, bu sadaka (riyâ olmamak şartıyla) ne iyi, ne güzeldir! Ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” ( Bakara, 271)
Peygamber Efendimiz de, bu hususta şöyle buyururlar: “Gizli sadaka, azîz ve celle olan Allahü teâlânın gazabını teskin eder.”
“Diş kirası” ve “Askıda Ekmek” töremizde yer alan, çok güzel ve faydalı özelliklerimizdendir.
Zenginlerin zenginleri ağırladığı cemiyetlerde, bunlar, belki de, gülünen ve hor görülen şeylerdir. Aslında, bilseler, bilinse ve idrâk edilse ki, bunlar, bir nezâket, asâlet ve adâlet unsurudur, inanıyorum ki, buna sarılırlar ve yapmakta yarışırlar.
“Diş kirası” şudur: Bilhassa, Osmanlı Devleti zamanında, Ramazan ayında iftarlarda, saray/konak sâhipleri/mensupları, kapılarını, misafirlere ve elbette özellikle de fakîrlere açarlar. Kendileri ne yiyorlarsa, sofradaki yiyecekler de onlar için aynıdır. Yâni, zenginle fakîr yanyana aynı mekânda, aynı masada ve bunun da ötesinde aynı hizadadır. Böylece, zenginin yediğini, aynı sofrada, fakîr de yemiş olur ve bu zatlar, birbirleriyle de tanışmış hâlleşmiş olurlar.
Yemek ikrâmı bittikten sonra ise, ev sâhibi, kapının önünde durarak misâfirleri tek tek uğurlar ve herbirine değişik hediyeler takdîm eder. Bu hediyenin adı, “Diş kirası”dır. Bu, şu demektir: “Ey misâfir(ler)im, evimi şenlendirdiniz, zahmet buyurup, onu, şereflendirdiniz. Yediniz içtiniz, helâl olsun. Benim de, sevap kazanmama vesîle oldunuz. Fakat aynı zamanda yoruldunuz da...Hakkınızı da helâl ediniz!..İşte, bunun için, ben de size bir hediye sunuyor, bir başka ikrâmda daha bulunuyorum. Bunu, lütfen kabûl ediniz.”
Türk kültüründen başka, hem yedirip/doyurup, hem de onun üstüne bir hediye veren bir başka ‘kültür’ var mıdır?
“Askıda Ekmek” ise, bir başka iftihar edilecek meziyetimizdir. Eskilerde, câmilerdeki “ sadakalık” ile, umûmî mânâdaki “yardım sepeti”nin değişik bir uygulamasıdır. Böylece; “Sağ elinin verdiğinden sol elin haberdar olmuyor” ve “ Komşusu açken, kendisi tok yatmamış” oluyor.
Fırına gittiğiniz zaman, diyelim ki, iki ekmek alıyorsunuz ammâ üç ekmek parası veriyorsunuz. Bir ekmek, sizin adınıza, “askı”ya çıkıyor ve bir ihtiyaç sahiplisine hiçbir aracı/vasıta olmadan ulaşmış oluyor. Tabiî ki, bu sayı temsilidir. İstediğiniz kadar yardım yapmanız mümkündür.
Böylece, ne ihtiyaç sâhibi sizi görüyor/tanıyor ve ne de siz onu görüyor/tanıyorsunuz. Fakat, ikrâm/yardım yerine ulaşıyor.
Bugün ve bugüne kadar, ekmek israfı ile ilgili o kadar söz edildi ki, inanınız, hiçbiri yerini bulmadı. Devlet adına “kampanyalar” bile açıldı. Meydan nutukları çekildi, emirler yağdırıldı. Hiç mi hiçbiri ekmek israfına çâre olamadı. Hep havaya konuşuldu!..
Aslında, ekmek israfını yapanlar, resmî ziyâfet sofralarıyla, zengin sofralarıdır. Fakîr-fukaranın ekmek israfı yapması mümkün müdür? Her türlü israfta olduğu gibi, yiyecekte de israfı, nafakasını binbir zorlukla temin edenlere yüklemek kadar büyük bir gaflet olamaz!..
Bununla birlikte, bugünlerde sevindirici hâdiselere de şâhit olmaktayız: “Askıda fatura”, “veresiye defteri kapatma” ve “askıda giyim eşyası ve askıda ekmek”in uygulanması, Türk milletindeki ana damar’ın hâlâ devam ettiğini göstermektedir.
Senelerce önce yazdığım “ASKIDA EKMEK” başlıklı yazımda şöyle demişim: “Tabiîdir ki, israfı önleme işi, devletindir ve öncelikle de, bunu kendisi yapmalıdır. Resmî ve hususî dâvetlerdeki, yatılı okullardaki, kışlalardaki, hastahânelerdeki…israf, nasıl önlenecekse önlenmelidir. Sâde vatandaş, zâten –mecbûren- tasarrufunu yapmaktadır.” (Bknz. Wwwkapsamhaber.com-24 Mart 2014-18.13)
Hiç aksatmadan, samimiyetle ve birbirimize itimatla, ciddî bir ‘millî dayanışma ve tasarruf seferberliği’ne girişmemiz elzemdir. Devlet ise; bu dayanışmanın öncüsü olmak zorundadır.