Türkçe âşığı Nihad Sâmi Banarlı, “Türkçenin Sırları” adlı eserinde yer alan “İmparatorluk Dilleri” başlıklı yazısında şöyle der:
“Milletlerin dilleri üzerinde söz sâhibi olacakların; dili, milletten ve millî mâzîden ayrı varlık gibi görmeleri büyük gaflettir.
Böyle kimselerin, millî dillerini her şeyden çok sevmeleri ve sevmekten de üstün bir duyuş ve duşünüşle o dili anlamaları beklenir.
(...) Bunun için, milletimizin târihde ve coğrafyada kurduğu medeniyetlerin karakterini bilmek ve Türk Dili’nin, Türk medenî karakterine aykırı olduğunu veyâ olabileceğini sanacak kadar büyük ilim hatâlarına düşmemek îcâbeder.
(...) Bir kısım diller de vardır ki yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş, hâkimiyyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir.
Bu diller, pek tabiî olarak, medeniyet ve hâkimiyyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin, büyük diller’dir.
(...) Dünyâ târihinde hem askerî ve idârî imparatorluk, hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş milletler azdır.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bâzı mühim farklarla uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki Lâtince, Arapça, İngilizce ve Türkçe’dir.
Bu dillerin hiçbiri özdil değildir. (1)
Demek ki, daha başlangıçta, Türkçe mes’elesine bu gözle bakmak; ve ardından da, zaman içersinde, onu zedelemek, bozmak, tahrip etmek ve bu hüviyetinden uzaklaştırmak isteyen unsurlar üzerinde durmak gerekir.
Bu sebeple; Türk edebiyatı târihi içinde, en azından, Gök-Türk Kitâbeleri/Orhun Âbideleri (732-735)’nden başlamak üzere, Yusuf Has Hâcib (1017?-1077?), Kâşgarlı Mahmud (?-1084), Ahmed Yesevî (?-1166), Yûnus Emre (1241?-1321?) ve Âşık Paşa (1272-1333)’nın, Türkçe’ye verdikleri büyük emekler unutulmamalıdır.
Son asra baktığımız zaman; şüphesiz ki, bu hususta, Genç Kalemler dergisiyle, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Cânib Yöntem’in başlattığı “Millî Edebiyat” akımı/ hareketi, üzerinde, durulması gereken en mühim safhadır.
Ömer Seyfettin (11 Mart 1884-06 Mart 1920), Genç Kalemler’in ilk sayısında imzasız olarak yayınladığı oldukça uzun, “Yeni Lisan” başlıklı makalesiyle, millî dil ve millî edebiyat akımını başlatmış olur.
Bu vesîleyle; Ömer Seyfettin’in, 29 Mart 1327 yâni 11 Nisan 1911 târihli Genç Kalemler dergisinde yayınladığı “Yeni Lisan” başlıklı makalesinden çok kısa bir bölüm naklediyorum:
“Beş asırdan beri konuştuğumuz kelimeleri, me’nus denilen Arabi, Farisi kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz. Hele aruzu atıp Mehmet Emin Bey’in hecai vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisanıyla, konuşmak lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya yahut icat etmiş olacağız. Maharetimizi, sanatımızı, zekamızı yalnız beş on kişilik bir edip kümesi takdir etmeyecek, karşımızda anlayan, takdir eden, alkışlayan ve mükafatını veren bir ekseriyet bulunacak.”
(...) “Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki, bu asırda muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve terâkkinindir… İşkodra’dan Bağdat’a kadar bu kıt’ayı, bu Osmanlı memleketini işgal eden Turani ailesi, Türkler ancak kuvvetli ve ciddi bir terakki ile hakimiyetlerinin mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakki ise ilmin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında intişarına vâbestedir. Ve bunları neşr için evvela lazım olan milli ve umumi bir lisandır. Milli ve tabii bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma halinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır.(...) Evet ey gençler! Hepiniz yeni lisanı ihyâ ve icâda çalışınız, zekânızı, maharetinizi, dünküleri körü körüne taklide değil, yeni lisanı vaz ve tesise sarf ediniz. (...) Eskiler ve dünküler idraklerinde mahdut ve masumdurlar. Sathî ve behîmî düşünürlerdi, onların gayesi “hâl ve mâzi” idi, sizin gayeniz istikbâl, istikbâl, istikbâldir. Sizden sonra gelecek olan nesil, idrâkinize rağmen muhafazakâr ve mâziye muhip kaldığınızı görürse size ebedî lânetler edecektir!” (2)
Yahya Kemal ise, Edebiyâta Dâir adlı eserinde şöyle der:
"Lisan bahsi açıldıkça hâlâ mı o bahis? diyerek bezginlik gösterenler, bana, acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş , en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde hâlâ mı o bahis; diyecek bir Türk, menfûr bir kayıtsızlık göstermiş sayılır. Bu telâkkî, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı da bu derece vâriddir."
Vatan fikri bizde dâimâ vardı; fakat, Namık Kemal'in bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri daha uyanığız. Onun vatan fikrini uyandırdığı gibi, bir diğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kudsîliğini uyandırsaydı bize öğretseydi ki: Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe'dir, bu bağ öyle metîn bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar.
Türkçenin çekilmediği yerler vatandır.
Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve rûhu Türkçedir. Bu bağ, milyonlarca Türk'ü bugün birbirinden ayırmıyor; fakat dimağdan dimağa kalbden kalbe geçmiş bir teldir ki, yarın Türk edebiyâtının âteşîn, feyyâz, ceyyid(iyi, hoş, lâtif) bir devresi açılırsa, millî rûhu bir elektrik seyyâlesi gibi bütün o dimağlar ve kalblerden geçirerek bu kitleyi yekpâre bir hâlde ayağa kaldırır."
Yahya Kemâl, Türkçe'ye olan ilgisizliği "gaflet" olarak telâkkî ederek sözlerini şöyle tamamlıyor: "Heyhât bir kimse zuhûr edip de lisan fikrini kafalarımızda kudsîleştiremedi. Türkçe'yi sevmiyor değil seviyoruz. Fakat tıpkı, vatan'ı Nâmık Kemal'den evvel sevdiğimiz gibi. Bu kâfî değil. Lisan fikri bizim kafalarımızda henüz tâlî bahislerle yer tutmuş bir fikirdir. Zannediyoruz ki, bu bahisle ancak lisan meraklıları, edîbler, muallimler alâkalıdırlar. Ah bu gaflet, gafletlerimizin en büyüğüdür." (3)
Görüldüğü gibi, Türkçe, hiçbir zaman sâhipsiz kalmamıştır. Ancak; Türkçe, gafiller ve hâinler tarafından da, bir ân olsun parçalanma hedefinden kurtulamamıştır.
Türkçe’ye sahip çıkmak bu kadar önemli midir? diye soranlara, bütün cevaplar hakkıyla/gerektiği gibi verilmiştir.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan; “Nesillerin Ruhu” adlı eserinde yer alan “Dil Dâvası” başlıklı yazısında şöyle der:
“Türkiye’nin en mühim kültür dâvası, hiç şüphesiz, dil dâvasıdır. O, bütün dâvaların başında gelir. Onu hal etmedikçe, kültürle alâkalı diğer meseleleri hal etmeye imkân yoktur. Çünkü düşünce ve duyguları nesilden nesile, insandan insana nakletme vasıtası olan dil, her türlü kültür faaliyetinin temelini teşkil eder. İnsanoğlu, dil vasıtasiyle, dile dayanarak düşünür; dil vasıtasiyle bilg edinir; millî ve içtimaî tesanüt dil ile olur”. (4)
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu ise, ilim ve kültürde dilin önemi üzerinde durur: “Dil, ilmin ve kültürün de temelini teşkil eder. İnsanın bilgi, kültür ve düşünme kaabiliyetinin hududu, bildiği kelimelerin miktarı ile çizilmiştir.
(...) Bugün de dili zengin millet, medenî millettir, ileri millettir. İlim, fikir, sanat ve kültür ufuklarına bayrak açmış millettir.” (5)
- Ahmet Arvasî, “Nesiller ve Millî Dil” başlıklı makalesinde, Prof. Dr. Kaplan’ı ve Prof. Dr. Hacıeminoğlu’nu destekleyen fikirler ileri sürer:
“Bir millet, bir kültür müessesesi, hayatiyetini “nesiller” ile devam ettirir. “Nesiller” sözü, çok geniş bir kavramdır. O, bir milletin dününü, bugününü ve yarınını birlikte ifade eder. “Nesiller” birbirinden kopuk tanecikler değil, bir tesbih gibi birbirine bağlanmış yapıdadırlar. Bir zincirin halkaları, bir denizin dalgaları gibi, birbirleri ile sarmaş dolaş olmuşlardır. Her yeni nesil ile birlikte, milletler, millî kültür ve medeniyetler, millî müesseseler, kendilerini hem devam ettirirler, hem güçlendirirler, hem de yenilenirler.
Millî dil de öyledir. O da nesilden nesle intikal ederken hem kendini korur, hem kendini geliştirir, hem de yenilenir. Bir taraftan kendi iç tekâmülü ile, bir taraftan kültür temasları ile, bir taraftan ilim ve sanat kadrolarının gayretleri ile zenginleşen ve güçlenen “millî dil”, gerçekten de bir milletin “dünü” ile “yarını” arasında tam bir mânevî köprü vazifesi yapar; “millî” ve “beşerî” tecrübeleri, gelecek asırlara intikal ettirir.
Millî dil, sadece yaşayan nesillerin dili değildir. O, geçmiş ve geleceği ile bir milleti kucaklar.” (6)
Durum bu iken, Türkçe’miz üzerindeki tahribat hâlâ devam etmektedir. Bunu, senelerce önce “Türkçe’nin Geleceği” başlıklı makalemde şu cümlelerle dile getirmiştim:
“Türk Dili’nin, gizli veyâ alenî dört çeşit düşmanı vardır:
- Aslı Arapça, Farsça, Yunanca veyâ İtalyanca olan ve asırlardan beri zevkle konuşulan ve yazılan; ve, bütün Türk Dünyâsı’nda kullanılan, pek çok “Türkçeleşmiş” kelimeden, bilhassa Arapça ve Farsça asıllılara surat asıp, onları Türkçe listesinden çıkarmak isteyen gaafiller.
- F(ı)ransızca ve İngilizce’yi âdetâ anadilleriymiş gibi kabullenip, onlardan hiçbir rahatsızlık duymadan seslerini çıkarmayan mandacılar.
- Türkçe’nin temel kaidelerini ve kullanılmakta olan târihî birikimli ‘kültür Türkçesi’ni hiçe sayarak, türetme yoluyla değil; uydurmak suretiyle kelime îcadına ve katliâmına kalkışan uydurukça işkencecileri.
- Kendileri mes’ul oldukları hâlde, kendilerini, Türk Dili’nin korunması ve geliştirilmesiyle vazîfeli görmeyen ilim, san’at ve siyâset adamı safındaki nemelâzımcılar, bananeciler, vurdumduymazlar.
Türkçe, bugüne kadar ne çekmişse bunlardan çekmiştir.” (7)
Peyami Safa, “Türkçe’nin Softaları ve Züppeleri” başlıklı yazısında, Türkçe’yi çıkmaza sokmak isteyenleri ikiye ayırır ve şöyle der:
“Her büyük dâvaya iki uğursuz tip musallat olur: Softa ve züppe.
Dil softası bağırır:
-Lisanımızın tekâmüli tabiîsi üzerindeki ferdî ve içtimaî tesirler meyanında bâlâdan vâki olan müdahaleler onun terâkkisini sektedar ede.
Dil züppesi cevap verir:
Hayır! Dilimizin normal evrimi üzerindeki toplumsal ve kişisel etkiler arasında yukarıdan aşağı gelen karşıtlar onun ilerlemesini durduramaz.
Lenguistiğe (dil bilgisine) sorarsanız, ne birinci, ne ikinci iddiayı doğrulayan bir kanun olmadığını söyler. Sadece her iki iddiayı okşayan nazariyeler olabilir.
(...) Dil dâvamızda, her büyük hareketin başına çöken softanın ve züppenin cayırtılarına kulaklarımızı tıkamalı, kökleri bilgiden ziyade mizaç ve temayüllere bağlı günlük ve acele hükümlerden kurtularak faraziye, tecrübe ve ilim arasında ahenkli ve ihtiyatlı adımlar atmalıyız. “ (8)
Türkçe; her büyük dil gibi, tabiî seyri içersinde yaşamalı, korunmalı ve geliştirilme yolları ve çâreleri aranmalıdır. Zîra; bugün dâhil, Türkçe, büyük ihmâlle karşı karşıyadır.
Bir tarafta, bilhassa F(ı)ransızca ve İngilizce baskısıyla, dîğer taraftan da, uydurma kelimelerle boğuşmaktadır.
Türkçeleri varken ve bu kelimeler, asırlardan beri bütün Türk Dünyası’nda kullanılırken, bunların yerine uydurma kelime getirilmesi, Türkçe’mizin âhengini bozmuş ve nesiller arası irtibatı da büyük çapta zedelemiştir.
Birçok yerde, hattâ, ÖSYS sorularında rastladım. Atatürk’ün vecîzesi: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diye takdîm edilmiş.
Soruyorum: “Acaba, niçin, Atatürk’ün; “Hürriyet ve istiklâl benim karakterim” vecîzesindeki “hürriyet” ve “istiklâl” kelimelerini , “özgürlük” ve “bağımsızlık” olarak değiştirilmiş ve F(ı)ransızca olan “karakter” kelimesine dokunulmamıştır?”
İstiklâl, Marşı, İstiklâl madalyası, İstiklâl Harbi, İstiklâl Harbi Gazisi nasıl diyeceğiz?
Hele, hiçbir tarafı tutmayan şu “özgür” ve “özgürlük” neyin nesidir?
Bu kelimelerin hangi kökten türetildiğini söyleyebilen bir dilci var mıdır?
Birkaç defa yazdım: “Peki, dedim, ben de “güröz” veya “gürözlük” desem, nasıl olur” Ses yok!..Benim dediğim yanlış da, onlarınki sanki doğru!..Böyle dil anlayışı mı olur? Ayrı ayrı, “gür” ve “öz” kelimeleri Türkçe’dir. Fakat, ikisi bir arada, hiçbir şey değildir!..Kaldı ki, bunları, -güyâ- serbest kelimesi yerine de kullanıyorlar, tam bir dil yıkımı!..
Necip Fâzıl, “Edebiyat Mahkemeleri” adlı eserinde, “Ruhumuzun Dişleri” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Maarif Vekâletinin (Dünya Edebiyatından Tercümeler) umumî başlığı altında meşhur filozof (Dekart)dan tercüme ettirdiği ve 1943’te bastırdığı (Felsefenin ilkeleri) isimli kitabını açınız!
Hatalarımız istem alanının anlıkımızınkinden daha geniş olmasından ileri geliyor. (Sahife 58, satır 12)
Her tözün bir sanı vardır, ruhunki düşünce, cisminki uzamdır:” (Sahife 72, satır 13)
Nasıl düşünen töz, cisimsel cevher ve Tanrı üzerine seçik fikirler edinebiliriz? (Sahife 73, satır 7)
(....) Evet, ruhumuzun mâna öğütücü öz dişleri sökülmekte ve yerine bu teneke kaplı (porselen) dişler takılmaktadır. Bu dişlerle, suyu bile çiğnemeye imkân yoktur.” (9)
Bugün (2022 yılı) îtibâriyle, aradan seksen seneye yakın bir zaman geçtiği hâlde değişen fazla bir şeyin olmadığını görürüz.
Hemen hemen, bütün okul kitaplarının ilk sayfalarında, şâyet, yazar ismi belirtilmiyorsa, (KOMİSYON) kelimesi bulunmaktadır. Niçin?
Her kitabın, bir de "Dil Uzmanı" var!..Okul kitaplarında öyle yazıyor!..Şu var ki, "Dil Uzmanı" yazısının hemen üstünde "Editör" kelimesi bulunuyor. Demek ki, “dil uzman”lığı böyle bir şey!..”Editör” kelimesini idrâk edemeyen Türkçe dil uzmanı, bu dili nasıl koruyabilir?
Değişik kitaplardan birkaç örnek sunacağım:
"Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, bilinçle işlensin."(Ortaöğretim Dil ve Anlatım-9 kitabından, Sf.38)
Atatürk’e âit olduğu yazılan bu vecîzenin aslı şöyledir: "Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin..."
Bunun neresinde Türkçe’ye aykırı bir husus vardır ki, değiştirilmiştir!..
"Millet" ve "millî" yerine Moğolca "ulus" ve "ulusal", Türkçe'yi tahriptir. Meselâ; millî futbol maçı sonrası: "Millîlerimiz şahlandı" diye cümle kuran bir s(i)piker, bunun yerine "Ulusallarımız şahlandı" dese nasıl olur?
"Komşunun koşullarına koşullandırılmıştık." cümlesinde söyleyişi zorlaştıran sesleri bulunuz."(a.,g.,e., Sf. 56)
Bu, nasıl bir Türkçe anlayışıdır? Dikkat edilmelidir ki, 1943’lerden bahsetmiyorum!..Bunlar, yakın değil, ‘en yakın zamanın’ okul kitaplarında yazılan cümlelerdir!..Çocuklarımıza ve gençlerimize bu Türkçe’yle mi ilim tahsili yaptıracağız?
"Özgür düşünce; hem tutucu, gelenekçi hem de özgür olamaz. Nasıl olabilir ki düşünce özgürlüğü eski düşünce kalıplarını kırmanın ta kendisidir." (a.,g.,e., Sf.121)
Hem dil ve hem de fikir bakımında çarpık olan iki cümleyle karşı karşıyayız!... Meselâ; "Gelenekçi" olmak kötü bir şey midir? Elbette ki, bunun, birinci derecedeki muhatabı Millî Eğitim Bakanlığı’dır.
"Hür" ve "hürriyet" hattâ "serbest/serbestlik" yerine kullanılan "özgür" ve "özgürlüğü" kelimeleri, ne yazık ki, yanlışların yanlışıdır. İstiklâl Marşı'mızdaki "hür" ve "hürriyet" kelimelerini düşününüz. "Özgür" ve "özgürlüğü"n bunlarla ne alâkaları vardır?
Hem "özgür düşünce" diyeceksin, hem de, çocuklarımızın zihinlerine bu olur olmaz kelimeleri "zorla" sokacaksın, ne âlâ değil mi?
Peki; şu "eski düşünce kalıplarını kırmanın ta kendisi..." nin de ne demek olduğunu bir açıklasanız da anlayıversek!..Vah ki vah!..
Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi-9 adlı kitabın 105. Sayfasında ise şöyle deniliyor:
Atatürk: "Her birey dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur" mu demiştir, yoksa "Her fert, dinini diyânetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir" mi demiştir?
Yine; "İslam dininde yer alan pek çok emir ve yasak bireye yöneliktir" dendikten sonra, âyet-i kerîme de, "...Her birey kendi yaptığından sorumludur." (Tûr sûresi, 21) deniliyor.
"Birey"; tamamen ucûbe bir kelimedir ve Türkçe'yle hiçbir alâkası yoktur. Her kim söylüyor ve yazıyorsa yanlış yapıyor!..
Peki; en azından, cenâze namazı kılarken/kıldırırken: "Er birey niyetine... " veya "Hatun birey niyetine..." diye nasıl niyet edeceğiz/edeceksiniz/ettireceksiniz, söyler misiniz?”(10)
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, “Türkçe Meselesi” adlı kitabında, çok ibret verici bir hususa dikkat çekiyor. Diyor ki:
“Bilindiği gibi Fransızca; Latince, Grekçe kelimelerle eski Frank kelime elemanlarından mürekkep bir lisandır.
Fakat, hiçbir Fransızın, yabancıdır diye, bu kelimeleri atmak ve yerlerine kelime uydurmak, hayâlinden bile geçmez. Ya şu muazzam Anglo-Amerikan dünyasına ne dersiniz? İngilizce; bir yarısı Fransız, öbür yarısı Alman kelimelerinden teşekkül etmiştir. Fakat, Anglo-Amerikan milleti içinden hiç kimsenin ve hiçbir zümrenin çıkıp da, bunlar yabancıdır diye Fransız ve Alman kelime elemanlarını dillerinden atmak aklından geçmiyor. Çünkü, bu milletler, biliyorlar ki, bütün lisanlar, tarihen mürekkep elemanlı olarak teşekül etmiştir. Ve bugün, İngilizce, Fransızca gibi dünyanın en zengin dilleri, muhtelif elemanlı k dillerdir.
Bize gelince; senelerden beri, ardı arkası gelmeyen diktoriyal idareler, tutturdular: Hayır sen, bin senelik bir tarih içinde, aheste aheste teşekkül etmiş , her devirde biraz daha teşekkül ederek bugünkü güzelliğini, ahengini ve emsalsiz zevkini bulmuş olan millî dilini bırakacak ve benim beğendiğim dil ile konuşacak ve yazacaksın, dediler.
(....) İlmin yarısı fikir, yarısı lisandır. Fransızların dediği gibi, “Mükemmel bir ilim, mükemmel bir lisandır.” (11)
Son söz olarak; başa dönüp, Nihad Sâmi Banarlı’nın şu cümlesini nakletmeyi kâfi görüyorum:
“Milletlerin dilleri üzerinde söz sâhibi olacakların; dili, milletten ve millî mâzîden ayrı varlık gibi görmeleri büyük gaflettir.”
Türkçe’yi bu gözle, bu ruhla, bu gönül müşterekliği ve şuûruyla kucaklamanın gerekli ve şart olduğuna inanıyorum!...
KAYNAKÇA
- Nihad Sâmi Banarlı, Türkçe’nin Sırları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayını, İstanbul 1972, Sf. 20-23
- ? (Ömer Seyfettin), Genç Kalemler, İkinci Cilt, Nu:1, 29 Mart 1327/11 Nisan 1911
- Yahya Kemal, Edebiyâta Dâir, İstanbul 1971, Sf. 83
- Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, Hareket Yayınları, Ocak 1970, Sf. 150
- Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçe’nin Karanlık Günleri, İrfan Yayınevi, İstanbul 1972, Sf. 14
- S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 283
- M. Halistin Kukul, Türkçe’nin Geleceği, Türk Yurdu Dergisi, Türkçe’ye Saygı Özel Sayısı, Şubat-Mart 2001, Sf. 267-268
- Peyami Safa, Osmanlıca Türkçe Uydurmaca, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1976, Sf. 148-149
- Necip Fâzıl, Edebiyat Mahkemeleri, b.d yayınları, İstanbul 1997, Sf. 208
- M. Halistin Kukul, Okul Kitaplarındaki Türkçe Hakkında, wwkapsamhaber.com-31 Mart 2016
- Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Türkçe Meselesi, Yağmur Yayınevi, İstanbul 2006, Sf. 44-45
- EDEBİCE DERGİSİ, SAYI: 30, BAHAR/2022