Bu başlık, bizi, şiirin târifine kadar götürür ve yine bir çıkmaza sokar. Benim maksadım asla bu değildir. Çıkmaza girdikten sonra niçin kendimi tehlikeye atayım. Bildiklerimle mes’eleyi savuşturmak varken, sıkıntıya girmek de neyin nesi!..
Bunca şiir târifi var ammâ hiçbiri de “İşte bu oldu; bu iş taman!..”dedirtmedi.
Zâten, öyle olsaydı veya olabilseydi, ben de, o târiflerden birini alır, bu iş hâloldu derdim. Hattâ ve hattâ, belki onbeşi, yirmiyi bulan şiir târiflerimden birini alır, yeni bir târif yapmış gibi satardım.
“Satmak”, biraz kaba oldu değil mi? Lütfen bunu nezâket kaideleri içinde düşününüz. Ne kadar bu safa çeker ve tahayyül ederseniz, beni de o kadar rahatlatır memnun edersiniz.
Şiirin ne olduğunu, bunca estetikçi, bunca edebiyatçı, bunca felsefeci, bunca ilâhiyatçı, belki de bunca sosyal bilinci sorgulamış, herkes kendince bir neticeye varır görünmüş ammâ, aslında, bunların herbiri, ‘görünmüş’ kaldığını da biliyordu.
Yâni...
Bunların herbiri, şâyet, ‘Bu işin sonunu getiremiyorum, bu iş beni aşıyor veya ilerde, ömrüm vefâ ederse yine bu hususu düşünme fırsatım olursa devam ederim’ demişse ne âlâ, aksi takdirde, hepsi, biraz yalana tevessül etti demeyeceğim, hepsi biraz fikir kaçamağı yaptı.
Şiiri, bediîyatçılar yâni estetikçiler, iç muhtevâ olarak kavrayamazlar. Yaygın san’at anlayışları üzerinden şiire bir baş dalar- çıkarlar, o kadar!..
Felsefeciler, şiiri, akıl terâzisinde tartar dururlar da bir türlü aşk bahsine giremez ve işi, metafizik cephesinden omuzlamayı “akıl” edemezler değil, bilerek etmezler. Çünkü, onların yegâne ölçüsü, kendi/münferit akıllarıdır ki, herbiri, bir diğerine kafa tutar, uygun zeminler aramak yerine, çatışmayı tercih ile, çelişkileri artarak, mes’eleyi daha çapraşık hâle sokarak esas çıkmaza o zaman girerler.
Şiir; her ne kadar “ben” muhtevâlı ise de, “benlik”ten uzak ve her tür san’at arayışlarına kapı açan/aralayan yegâne daldır.
Sosyoloji, işi, yaygınlaştırır ve kabîle kavgası mecrâsına taşır. Şâiri; sâde bir irtibatçı olarak görür. Onca şâir, sâdece kuru bir telkinciden ibârettir. Elbette ki, şiirde tebliğ de vardır ammâ, o, ne bir meydan nümayişçisi ve ne de bir satıh papağanıdır.
Muhakeme yaptıramayan şiirin kuru tebliğden başka ne hissesi olabilir!..
Estetikçinin en son işi, belki de, şiirdir. Önce, estetiğin ne olduğunu, kavrayabildikleri ölçüde, uzun uzun anlatırlar, ardından resim san’atından devam ederler, biraz da mûsıkîden dem vururlar ve şâyet yer kalırsa, biraz da şiirden söz ederler. Onu da, Aristo’yla başlatır, sürrealizm veya ekzistansyalizmle sonlandırırlar. Dönüşleri, ekseriyâ, yine, maalesef Aristo’dur!..
Siz, hiç, Necip Fâzıl ve S. Ahmet Arvasî’den başka, poetikasında ve estetik arayış ve anlayışta, Yûnus Emre’den bahseden bir estetikçiye rastgeldiniz mi?
Siz, hiç, bunlardan başka, dopdolu bir “Poetika”yla ve ufuk açan ve bütün san’at dallarına gerektiği önemi verdikten sonra, şiirin de hakkını tesîm eden “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”le karşılaştınız mı?
Hiç kimse, şiire, şâir gözüyle bakmak kadar itinalı değildir. Hiç kimse, şiiri, şâir gönlü kadar ihâta edici bir ufka sâhip değildir. Hiç kimse, şâir-şiir münâsebetini, bediî, içtimâî, aklî, kalbî hususiyetleri bakımından şâir gönlü kadar kavrama gücüne ve idrâkine mâlik değildir.
O hâlde, şiiri, bir şâire sorarsanız, onu, başkalarının sakladığı dehlizlerden günışığına çıkarıp, kendi fazîlet, edep ve bediîyatı içersinde şaha kaldırarak ve der ki: ‘Sen ey, san’atların pîri!..Seni, ne sakîm bir aşk sarhoşluğu ve ne de akıl kibri durdurmaya muktedirdir!..Sen; hâlis kalb ve selîm aklın âhenkli mahsûlüsün!.. Sükûnet iklîmindeki hâlinle, haykırış hâlindeki şahlanışının kalblerdeki heyecanı aynıdır.’