İsrail'in çeşitli düzeylerde yanına çekmeyi başardığı Batılı büyük güçlere nazaran Sovyetler Birliği, özellikle Filistin sorunu temelinde İsrail karşıtı bloğun tedarikçisi pozisyonuna kendisini konumlandırmıştı. İsrail, girdiği hemen bütün büyük savaşlarda, Sovyetlerin teknolojisiyle ve kurmay aklıyla mücadele ediyordu. Özellikle de Arap dünyasının liderliğine soyunan Mısır'daki Nasır rejimi, “müşteri/bağımlı devlet” (client state) olarak da isimlendirilmeyi hak edecek düzeyde Sovyet üretimi silah ve ekipmana bağımlıydı. Sovyetlerin tedarik ettiği silah sistemleriyle ulusal güvenliği dolaylı olarak tehdit altına giren İsrail, kuruluş kodlarında da var olduğu üzere, büyük güçlerle açıktan mücadele etme olasılığı doğuracak eylemler içine girmekten kaçınmıştı.
1990'lı yıllarda iki ülkenin ilişkileri oldukça farklı bir seyir izlemeye başladı. İlk olarak, Soğuk Savaş dönemi sona ermişti. Çift kutuplu katı güçler dengesi sisteminin doğurduğu riskler ortadan kalkmıştı. Ruslar bu “uzun soluklu savaşın galibi” ABD'ye bir nevi boyun eğmişti. Bu yeni dönemde “yeni bir dünya düzeni” tesis etmeyi hedefleyen ABD'nin bölge politikaları da üstünlüğünü tescil ettirici ve bu minvalde bölgesel güçlerin rızalarını arayıcı bir süreci doğurmuştu. Bu dönemde bölgede gerçekleştirilen konferanslar veya elde edilen barış anlaşmaları, Beyaz Saray'ın dekoratif niteliklerini gözler önüne seren fotoğraf kareleriyle anımsanır. Haliyle bu dönemde kendisini toparlamaya çalışan Rusya, İsrail ile düşük seviyede yürüttüğü temsil ilişkilerini restore ederek işe koyuldu. İsrail, Batı dünyasına temas edebilmek ve meramını diplomatik arka kapılardan iletebilmek için biçilmiş kaftandı. İsrail'le iyi ilişkiler tesis etmek, Batılı güçlerle de potansiyel işbirliklerinin önünü açıyordu.Putin iktidara geldiğinde, söz konusu ilişkilerin seyrinde herhangi bir dalgalanma olmadı. Merkeziyetçi politikalarıyla Putin, Rusya'nın Sovyetler dönemi süper güç statüsüne özlemin cisimleşmiş haliydi. İsrail ile ilişkiler yükseliş trendine olanca hızıyla devam ediyordu.Bu eğilimin başlıca kaynağı da terörizme karşı mücadele olarak belirginleşti. Nihayetinde İsrail, ulusal güvenliğine tehdit oluşturan “terörist yapılarla” mücadelesinde mesafe kat etmiş bir devletti. Rusya özellikle de Çeçen savaşlarıyla netlik kazanan ve İslami tonları ağır basan “ayrılıkçılığın” mağduruydu. İki ülke, aynı referanslara sahip hareketlerle mücadele ediyordu. İşte bu gerekçe, iki ülkenin ilişkilerini belli bir artış eğilimine sahip kıldı. Bu aşamadaki en büyük istisna ise Rusya'nın bölge politikalarıyla ilgiliydi. Rusya, İsrail’in ulusal güvenliği açısından başat tehditler olarak görülen İran'a ve Suriye'ye silah satışlarına devam etti. İran'ın nükleer faaliyetlerini, uluslararası platformlardaki veto yetkisine sığınarak himayesine alıyordu. Kısacası Rusya'nın bölge politikaları, İsrail'le iyi ilişkilere sahip bir ülkeden ziyade, ulusal çıkarını gündeminin tepe noktasına konumlandıran bir süper gücün stratejisini andırıyordu.2015 Eylül'ü itibariyle Esed rejiminin talebi doğrultusunda uluslararası hukuk nezdinde “yasallaştırılan” Rusya'nın Suriye'ye askeri müdahalesi, İsrail-Rusya ilişkilerini çok daha sıcak bir hatta taşıdı. Artık iki devlet, görece uzaktan geliştirdikleri ve belli bir seviyede tuttukları ilişkilerini sıcak bir sahada test etme imkanına kavuştular.
1990'lı yıllarda iki ülkenin ilişkileri oldukça farklı bir seyir izlemeye başladı. İlk olarak, Soğuk Savaş dönemi sona ermişti. Çift kutuplu katı güçler dengesi sisteminin doğurduğu riskler ortadan kalkmıştı. Ruslar bu “uzun soluklu savaşın galibi” ABD'ye bir nevi boyun eğmişti. Bu yeni dönemde “yeni bir dünya düzeni” tesis etmeyi hedefleyen ABD'nin bölge politikaları da üstünlüğünü tescil ettirici ve bu minvalde bölgesel güçlerin rızalarını arayıcı bir süreci doğurmuştu. Bu dönemde bölgede gerçekleştirilen konferanslar veya elde edilen barış anlaşmaları, Beyaz Saray'ın dekoratif niteliklerini gözler önüne seren fotoğraf kareleriyle anımsanır. Haliyle bu dönemde kendisini toparlamaya çalışan Rusya, İsrail ile düşük seviyede yürüttüğü temsil ilişkilerini restore ederek işe koyuldu. İsrail, Batı dünyasına temas edebilmek ve meramını diplomatik arka kapılardan iletebilmek için biçilmiş kaftandı. İsrail'le iyi ilişkiler tesis etmek, Batılı güçlerle de potansiyel işbirliklerinin önünü açıyordu.Putin iktidara geldiğinde, söz konusu ilişkilerin seyrinde herhangi bir dalgalanma olmadı. Merkeziyetçi politikalarıyla Putin, Rusya'nın Sovyetler dönemi süper güç statüsüne özlemin cisimleşmiş haliydi. İsrail ile ilişkiler yükseliş trendine olanca hızıyla devam ediyordu.Bu eğilimin başlıca kaynağı da terörizme karşı mücadele olarak belirginleşti. Nihayetinde İsrail, ulusal güvenliğine tehdit oluşturan “terörist yapılarla” mücadelesinde mesafe kat etmiş bir devletti. Rusya özellikle de Çeçen savaşlarıyla netlik kazanan ve İslami tonları ağır basan “ayrılıkçılığın” mağduruydu. İki ülke, aynı referanslara sahip hareketlerle mücadele ediyordu. İşte bu gerekçe, iki ülkenin ilişkilerini belli bir artış eğilimine sahip kıldı. Bu aşamadaki en büyük istisna ise Rusya'nın bölge politikalarıyla ilgiliydi. Rusya, İsrail’in ulusal güvenliği açısından başat tehditler olarak görülen İran'a ve Suriye'ye silah satışlarına devam etti. İran'ın nükleer faaliyetlerini, uluslararası platformlardaki veto yetkisine sığınarak himayesine alıyordu. Kısacası Rusya'nın bölge politikaları, İsrail'le iyi ilişkilere sahip bir ülkeden ziyade, ulusal çıkarını gündeminin tepe noktasına konumlandıran bir süper gücün stratejisini andırıyordu.2015 Eylül'ü itibariyle Esed rejiminin talebi doğrultusunda uluslararası hukuk nezdinde “yasallaştırılan” Rusya'nın Suriye'ye askeri müdahalesi, İsrail-Rusya ilişkilerini çok daha sıcak bir hatta taşıdı. Artık iki devlet, görece uzaktan geliştirdikleri ve belli bir seviyede tuttukları ilişkilerini sıcak bir sahada test etme imkanına kavuştular.