Roman, hayatın kendisidir. Bâzı bakışlara göre; sathî ve uydurma mâcerâlar zinciri, iğreti ve kaba görüntüden başka bir şey değildir. Biz, romana, ne bu gözle bakanlardanız ve ne de sözünü edeceğim roman böyledir!..
Bâzıları da, her yazılan hikâye türünün bir romana bürünebileceği kanaatiyle, üslûbu gözardı etmektedirler. İnce teferruat denilen şeyler, o işin ne kadar hassas ve titiz yapıldığının ispatından başka ne olabilir!..
Tasvirler, mevzûya önder olmuş kahramanlar ve p(i)sikolojik çatışma veya mutabakatlar, hep bu, ispat çerçevesi içindedir. Çerçeve; kavi delilleri ihâta ettiği müddetçe de, roman, yazarının elinde bir oyuncaktan ibârettir.
Romancı, dili -yâni Türkçe’yi-, bu kadar yumuşak, nârin ve anlaşılır kullandıktan sonra, gerisi kolay gelir. Hele de, romancı/anlatıcı, bizzat hâdisenin kahramanlarının önde gelenlerinden biri ise, durum daha da değişir.
Uzaktan bakmakla, sathî müşâhedeyle, esere, gerekli ve yeterli derinlik kazandırılamaz. Mevzûmuzdaki durum, tamamiyle bunun aksidir.
San’atçı, şâir, tiyatro yazarı; şimdi ise, -burada- romancı, ummândaki balık değil; içinde, ummân olandır. Öyle bir ummân ki, bütün oluşları, birer birer ve fakat bir âhenk içersinde tevziye memurdur.
Emine Özgenç’in romanından söz ediyorum: “Eylül 12’den Vurdu”dan!..
Demek istiyorum ki; Emine Özgenç’in “Eylül 12’den Vurdu”su, son dönem Türk romancılığındaki böyle bir sestir. Ben, şahsen, Hâlide Edib, Sevinç Çokum ve Emine Işınsu’nun an’anevî yürüyüşünün inkıtâya uğradığından muzdariptim. Sağolsun, Emine Özgenç, bu hayâlimi gerçekleştirmiş olmakla kalmadı, Türk romancılığına bir değer daha kazandırdı.
Yaşanan hâdiselerin, müspet veya menfî cephelerini belli bir üslûba kavuşarak nakletmenin zorluğu yanında, onları, romancı tahliliyle meczetmek ayrı bir maharettir. Romancının, bu açıdan, iyi bir gözlemci/müşâhedeci olması da yetmez.
Tabiî ki; bu tür eserlerde, anlatıcının/romancının durduğu mekân çok önemlidir. Ummân, kendisindedir demiş olsak bile, o ummânı sosyal, p(i)sikolojik, kültürel yâni yaşanmakta olan zamanın, öncesini ve sonrasını da-az çok-hesaba katarak, hassas noktalarına nüfûz etmesi gerekir.
Kelimelerin kullanılışındaki an’anevî unsurların, aslî hüviyetleriyle buluşması, kültürel değerlerle uyuşması yâni içlerinin yabancı mefhûm ve değerlerle doldurulmaması da, gerek üslûpta ve gerekse tiplerin/karakterlerin/ kahramanların -hangi vasıfta olurlarsa olsunlar- yerli yerine oturtulması önemlidir ki, bütün bunları, “Eylül 12’den Vurdu’da, romancımız, bize, harfiyen sunmuştur.
“Eylül 12’den Vurdu”; bu mânâda, yaşanmışlıkların romanıdır; ve, hukukun, zulme boyun eğişinin; insanlık kelimesinin tersinden okunduğu hâdiselerin bir usûl, bir tertip ve âhenkle toplandığı bir romandır.
Kötülüklerin romanı mıdır? Diye soranlara, rahatlıkla,“Evet” diye cevap verebilirim. Fakat...bir şartla ki, mes’eleleri tersinden tahlil ile, iyilikleri işâret etmenin de en önemli bir husus olduğunun idrâkiyle!..
“En güzel yaratılan” ve “En şerefli” varlığın, hangi “aşağıların aşağısı” durumuna düşmüş/düşürülmüş/inmiş/indirilmiş varlıklar hâline geldiğini, horgörmeyle, istihzâyla, maddî ve mânevî binbir türlü eziyet ve işkenceyle intikama varan çilelerle mağdur edildiğinin romanıdır, “Eylül 12’den Vurdu!..”
Bir süre için, romandan çıkarak, biraz gerilere gitmeliyim. Türkiye’yi kan gölüne çeviren 1978-1979 hükûmeti, kürtçü-bölücü-marksistlere teslim ettiği maariften, emniyete, adliyeye kadar idâreleri, artık denetleyemez duruma gelmişti. İşbaşına gelir gelmez, kendinden olmayanları “faşistlikle” suçlayarak hedef gösteren dönemin Başbakanı, Türk’ün maddî ve mânevî değerleri olan dînine, bayrağına, vatanına, diline ve Türk dünyasına sahip çıkanları bir çizgiyle sürgünlere göndermiş; sokaklar, eli silâhlı, eli sopalı Leninci-Maocu-bölücülere peşkeş çekilmiş, okullar, İstiklâl Marşı’nın söylenemediği mekânlar olmuştu...
Devlet kadrolarındaki bütün milliyetçi-ülkücüler sürgünle tasviye edilmiş veya istifâya zorlanmışlardı. Ancak; 1974 yılında ortak hükûmet kurdukları ve kendilerine “siyâsî islâmcı” denilenlere dokunulmamış hattâ belli sahalarda, onlarla işbirliğine bile gidilmişti.
Kimse, polise gidemez, hâkime dert yanamaz, idârî bir makamdan bir şey talep edemez olmuştu. Çünkü, herkes, artık şucu-bucuydu! Artık herkes, müşterek bir değere sahip değildi!..
Bu duruma nasıl gelinmişti? Bu çok önemlidir. 5 Haziran 1977 Genel Seçimlerinden önce, “halklara özgürlük” ve “toprak işleyenin su kullananın” gibi s(ı)loganlarla ve seçimden sonra da, “Güneş Motel”de “kumar borcu olmayan 12 milletvekili bekliyorum” diyerek başka partilerden milletvekili istifâ ettirip karşılığında bakanlık veren B. Ecevit Hükûmeti, iş başına gelir gelmez, büyük çapta bir hedef gösterme ve sürgün faaliyetine başladı. Bu kitabın yazarının öğrenci bulunduğu Samsun Eğitim Enstitüsü’nde Öğretmen ve Müdür Yardımcılığı görevinde bulunan biri olarak, sorgusuz sualsiz otuz beş öğretim elemanını, bulunduğu il sınırları hârici olmak üzere liselere sürgün etmişler ve birçoğumuzun peşinden de, filânca geliyor diye ihbarda bulunmuşlardı...
Kim ne derse desin, bir yanda, bu hükûmeti arkasına alan Maocular, Leninciler ve dîğer bölücü unsurlar, diğer yanda da, “Ne Amerika, ne Rusya ne Çin her şey Türk Milleti için” diye s(ı)logan atanlar bulunuyordu ki, sürülenler, tasviye edilenler de bu ikinci g(u)ruptakilerdi. Memleket, ne yazık ki, kan gölüne çevrilmiş, kurtarılmış bölgeler ihdas edilmişti.
Bu hükûmet, 22 aylık bir zamanın sonunda, uçurumun kenarındaki bir Türkiye’yi, bir başka hükûmete bırakmak zorunda kalmıştı. Bu hâl; kanaatimce, 12 Eylül’ün ilk başlangıç adımıydı ki, idârî zayıflık son haddine varmıştı. Buna rağmen, bir ümit ışığı doğmuştu...Nasıl mı?
Bu vaziyette; 14 Ekim 1979 Ara Seçimleri önemli bir noktadır ve bu romanın da kavranması bakımından hatırlanması gerekir. Bu ara seçim, artık, yokluklara ve teröre dur demenin vakti’ni işâret etmektedir. Seçimde, MHP destekli AP, beş ilde (Konya-Manisa-Edirne-Muğla-Aydın) yapılan ara seçimlerin hepsini kazanmış, 42. T.C. Hükûmetinin Başkanı istifa etmek zorunda kalmış ve böylece 43. T.C. Hükûmeti Süleyman Demirel tarafından kurularak bir nefes alma imkânı doğmuştur ki, bu tarih, ikinci bir kırılma noktası olmuştur. Belirtmek isterim ki, menfîye yönelmenin ilk kırılma noktası, “Güneş Motel”dir.
Demirel, terörü durdurmak için, başta Türk Silâhlı Kuvvetleri olmak üzere, her türlü çare arayışına rağmen, ne yazık ki, takriben, dokuz ay sonra, defalarca kendileriyle toplantı yapıp tedbir aradığı Silâhlı Kuvvetler tarafından bir darbeye mârûz kalmıştır.
Darbe, başarıya ulaştıktan sonra, bunu, “Olgunlaşması” için bekledik sözüyle, İhtilâl komitesi Başkanı, teyid etmiştir. Halbuki, Demirel’in gayretleri bir yana, Türkeş; ayrı zamanlarda, birinci defa, “üç büyük şehirde”, ardından, “on dokuz şehirde” bilâhare de bütün şehirlerimizde “sıkıyönetimin”şart olduğunun ikâzını yapmıştı. İşte, bunlara rağmen, “Olgunlaşma” beklendi ve Türkiye, yirmi yıl aradan sonra bir “ihtilâl”le daha muhatap olarak, adâlet, “Bir sağdan bir soldan îdâm” zihniyetiyle temine(!) çalışıldı.
Romandan epeyce uzaklaştığımı biliyorum. Ancak; burada bir hatırlatma daha yapmalıyım. Bendeniz, 27 Mayıs 1960 ihtilâli olduğu zaman Askerî Lise son sınıf öğrencisiydim. Ardından, Harbiye birinci sınıfı öğrencisi iken 22 Şubat 1962 ve ikinci sınıf öğrencisi iken de 21 Mayıs 1963 hâdiselerini yaşadım ve bilâhâre, hukuksuz olarak 1459 kişi/öğrenci olarak bizi Harbiye’den attılar.
“21 Mayıs 1963 Darbesi (Öncesi ve Sonrasına Dâir Hulâsa Bir Tahlil)” başlıklı yazımda şöyle bir tespitim vardır: “Cumhuriyet Dönemi’ne bağlı kalarak, yapılan ve adına ister ihtilâl, ister darbe, ister kalkışma, ister istilâ ve isterse de mıhtıra densin, bunların müşterek bir yapı ve vasıfları bulunmaktadır.
Bu benim, nâçizâne fikrimdir ki, bütün bunlar, ister dış ve iç güçlerin desteğiyle, isterse sâdece iç güçler tarafından hazırlanıp uygulamaya çalışılsın, dâimâ “zayıf ikdidarlar zamanında” olmuştur.”(Bknz. M. Halistin Kukul,wwwkapsamhaber.com-19 Mayıs 2017-11.37; Denge Gazetesi, 20-21 Mayıs 2017, Sf. 8)
Güneş Motel ile başlatılan zayıflatma hattâ çökertme hareketi, kimin ihmâli, kimin gafleti, kimin ihâneti, kimin pususu olduğu bir yana, işi, 12 Eylül 1980’e dayandırmıştır.
Bundan ötesi; romancımız Emine Özgenç’in yaşadıklarında-yazdıklarındadır.
Roman; adâlet terazisinin iki kefesinin de işlemediği, iptal edildiği/ettirildiği bir hâdiseler zinciridir dersem inanınız.
Roman; hukuk fakültelerinde işlenmesi gereken, insan hakları ihlâllerine bir numûne romandır dersem yine inanınız.
Roman; hiçbir günâhı olmayan mâsûmların ipe götürülüşünün ve geride bıraktıklarının çırpınmalarının hiçbir işe yaramadığını anlatan bir t(ı)rajedidir, dersem inanınız.
Roman; bir babaya, bir kocaya atılan iftiralarla, onun yıllarca acı içersinde çırpınması yanında, eşinin ve çocuklarının da aynı seviyede cezalandırılmasına bir örnektir, dersem inanınız.
Roman; suçsuz ve günahsız yere, eşi mahkeme mahkeme süründürülüp, ölüm çemberlerinden geçirilen bir kadına yapılan ihânet ve iftiraların, Türk toplumundaki sosyal çöküşün hangi seviyesizliğe indiğini anlatan bir romandır, dersem inanınız.
Her sayfayı çevirdiğinizde, bizim toplumumuz böyle miydi, böyle midir, nasıl böyle oldu sorularının cevabını arayacağınız ve başınızı ellerinizin arasına alıp düşünmenizi sağlayacak bir romanla karşı karşıya bulunduğunuzu, söylesem inanınız.
Bu roman, acılarla dolu, fakat hiçbir zaman ümitsizlik taşımayan coşkun bir aşk romanıdır, dersem ne şaşırınız, ne de inanmamak için direnip sebep arayınız.
Bu roman; babaları haksız yere hapishânelerde, hastahânelerde süründürülen çocukların baba hasretlerinin romanıdır. Bu roman; kocası bu zulümlere muhatap olurken, çocuklarına kol-kanat geren mağdur ve çileli bir öğretmen annenin çileli romanıdır.
Şunu söyleyeyim ki, 12 Eylül’ün birkaç yüzü vardır. Birinci yüz; ilerde daha büyük eserlere imza atacağından emin bulunduğum Emine Özgenç’in yaşadıkları ve anlattıklarıdır. Yâni; zulüm, iftira, işkence, adâletsizlik, cinâyet, kalleşlik, kumpas...
Bir dîğeri; bir Türk olarak, bir hâkimin, bir subayın, bir emniyet mensubunun...şu dünyanın beş paralık menfaati veya makamı uğruna bunca rezîlliği nasıl yapabildiğidir!..Evet; bir Türk, mesleği ne olursa olsun, bunca alçaklığı nasıl yapabilir!?
Bir dîğer cephe; hapishânelerin dışındaki mekânlardaki durumdur. Yâni, hapishânelerde bulunmayanlar ve hapishânelerde yakını, eşi dostu bulunmayanların rehaveti ve hiçbir şey olmamış gibi günlük hayatlarını devam ettirenlerin durumu...
Bu, apayrı bir sosyolojik tahlili gerektirir. Çünkü; bunların büyük bir kısmının, hapishânelerin içersinde ne olup bittiğinden haberi yoktur. Bir kısmı, haberdâr olsa bile, -çift taraflı-olanlardan çok memnundur. Çünkü; bunlar, işkencenin kendi karşıtlarına yapıldıklarını düşünmektedirler veya öyle haber almaktadırlar.
Bir kısmı ise, işkencenin, sâdece kendi fikirdaşlarına yapıldığını sanarak, buna inanarak büyük üzüntü içindedirler fakat hiç kimse sesini çıkaramamaktadır.
Bir dîğer durum; darbenin bir evvelki günü, yâni 11 Eylül günü, birbirlerini sıkboğaz etmek isteyenler veya birbirlerinin yüzlerine bakmak şöyle dursun, kanlı-bıçaklı olanlar, birbirlerine karşı gayet temkinli ve nâziktir veya öyle görünmek zorundadırlar!..Kimsenin ağzını bıçak açmamaktadır!..Çünkü, herkes, bir ihbardan korkmaktadır..
Daha dün, eli cebinde hocasının yanından geçen bir öğrenci, düğmesini iliklemesi bir yana, iki büklüm onu selâmlamaktadır..
Türk milleti olarak, âcilen bu riyâkarlıktan kurtulmalıydık!..Samimiyetle söyleyeyim ki, kurtulamadık ve ona daha da battık!..
“ Eylül 12’den Vurdu”, bir roman olarak da gerçekten “12’den Vur”muştur!..
Bu roman; T(ı)rabzonlu Emine ile Hataylı Şahan’ın acılarının, ümitle, imanla ve direnmeyle mutluluğa ulaştığı bir aşk romanıdır aynı zamanda.... Bunca eziyet, bundan daha ‘güzel’ anlatılamazdı!..
Romancı, bir anlatıcı olarak, tamamen romanının içinde yaşamaktadır. Hiçbir ânı, onsuz değildir; ve baştan sona kadar, çocukları ve eşi Şahan da, tamamen hâdiselerin içindedirler. Hâdiselerin içinde bulunuş, başta ifade ettiğim “ummândaki balık” oluş değil; “içinde ummân olan” bir kalem erbabının ustalığıdır.
Bir hususu daha dile getirmeliyim ki, o da, bir romancının, bir başka cepheden verdiği nasihatidir.
Yazar; “Adam olmak ne demektir?” diye sorduktan sonra, cevabını da kendisi veriyor:
“Adam olmak: İnsana yakışır yaşamak; insana yakışır konuşmak, insana yakışır davranmak.
Adam olmak: Haklının yanında, haksızın karşısında olmak...
Hak bildiğin yolda yalnız da olsa gitmek..Asılacağını da bilsen doğru söylemek, doğruyu yapmak...Zulmetmemek..” (Sf. 234)
Meselâ; “adam olmak”; o zamanın şartlarında, bir “Mehmet Ali Serdaroğlu” (Sf. 282) gibi doktor olabilmektir!..
Hulâsa olarak, romanda, toplum olarak, gerçekten utanç verici bir bölüm naklederek, son sözü, romancımız Emine Özgenç’e bırakıyorum:
“Aslında öz vatanımda, Avrupa’dan gelen insan hakları heyetinin gayretiyle açık görüşe lâyık görülmüş olmamız içimi acıtıyordu. Benim devletim, kendi evlâtlarına eziyet etmekten, hatta onları, düşünmekten başka suçu olmadığı halde-insanlık dışı işkence ve muameleleri lâyık görmekten, bütün ailesini cezalandırmaktan, bu Avrupalılar sayesinde göstermelik de olsa birkaç günlüğüne vazgeçecek, insanî davranışlar içinde bulunacak; “Bakın biz tutuklulara açık görüş de yaptırıyoruz” diyecekler. Bu amaçla düzenlenen bu açık görüş, bu nedenle hem çocuklar gibi sevindiriyor beni hem de içimi acıtıyor.
Şu dilimi bilmezlerden, şu inancımı, kültürümü, medeniyetimi bilmezlerden utanıyorum. Onlara muhtaç olmaktan utanıyorum. Eşimi görebilmek için onlara umut bağlamaktan utanıyorum...Çünkü eşim mektubunda yazmıştı. Avrupa’dan gelen insan hakları temsilcileri ve parlamenterleri, “Ne sıkıntınız varsa, hangi insanlık dışı muameleye maruz kalıyorsanız anlatın.” Dediklerinde, eşim gayet inandırıcı ses tonuyla “Bizim bir sıkıntımız yok; biz, size devletimizi şikâyet etmeyiz.” Demişti.”(Sf. 315)
Bu roman; iftiraya uğramış iki insan nezdinde, bir dönemin panoramasıdır. Bunun için, tebrik kelimesi az gelir diye düşünüyorum... Milyonlarca tebrik ve başarılar diliyorum!..
Yolun açık olsun, yeni Türk edebiyatının yeni romancısı!..