Sıradan bir Felemenk vatandaşına şunları hatırlatmak lâzım: Felemenklerin Güneydoğu Asya’da 1600-1941 arasında 350 yıl süren bir sömürü kemiri ve ırz düşmanlığı üzerine kurulu siyasetleri İslâm toprakları üzerinde uygulanmıştır.
Endonezlerin koç dövüşü anlamında adu domba dedikleri birbirine kırdırma siyaseti içerden satın alınan din ve devlet adamları (bangsawan dan ulama) vasıtasıyla icra edilmiştir. Yine Endonezlerin Tanam Paksa dedikleri 1830-1910 yılları arasında uygulanan zorunlu tarım adı yapılan uygulamalar ise bir felâketin içinde bölge insanını adeta yamyamlığa kadar itmiştir.
Öylesine ki kendi çocuklarını satan veya öldürüp yiyep analara dahi raslanacak derecede açlık ve kıtlık görülmüştür. Bu zulme dayanamayan Felemenk kaymakam yardımcısı pozisyonundaki Eduard Eduard Douwes Dekker (1820 –1887), görevinden istifa etmiş ve Hollanda’ya geri dönerek Multatuli takma adıyla Max Havelaar (1860) adlı romanını yazmıştır. Söz konusu romanda uygulanan istismar ve rüşvet siyaseti temalı olaylar kaleme alınmıştır.
Ayrıca Felemenkler 350 yıllık süreçte Nyai adı altında evde hizmetçi işlevi görünümünde malum ihtiyaca da cevap veren ve yaşları 13 e kadar düşen kız çocuklarına da dadanmışlar ırz düşmanlığı yapmışlardır.
Hırsızlık ile zulüm adeta milli karakterleri olmuş sömürüp kemirdikleri Endonezya adalarında çalıştırdıkları insanları üç sınıfa bölerek yerliler (pribumi) Avrupalılar (orang Eropa) ve melezler (peranakan) adı altında maaş bordolarını hazırlamışlardır.
1901 yılında Batı Cava Sukabumi kentinde Pegadaian adı ile Devlet Rehine ve Tefeci Şirketi’ni Bakara suresi 283. ayete dayanarak kurarak şeriat adına yüzde 30 faizle para toplayan gişeleri açmışlardı. Söz konusu şirket halen Endonezya devlet şirketi olarak (BUMN) faaliyet göstermektedir. Bu hususları Endonezya ile ilgili yazdığımız 30 kadar kitapatan 10 kadarında dile getirdik.
Bosna Hersek katliamında Sırp katillerle işbirliği yapan Felemenk ırz düşmanlarının torunları idi. 1992-1995 sürecinde Bosna – Hersek katliamında 300 bin insan Avrupalıların gözü önünde yok edildi. Tecavüz olayları ve hunharca katliam uygulandı.
“En azından Hollanda, Türkiye gibi teröristlerin üreme alanı değil.” diyen Felemenklere bunları hatırlatmak lâzım.
Ya Almanlar: 3.5 milyon Türk vatandaşının yaşadığı Almanya için ise şu tarihi anekdotu okuyucularımıza hatırlatmak isteriz:
1915 yılında Birinci Dünya Savaşı günlerinde Mehmet Akif Ersoy Teşkilat-ı Mahsusa tarafından müttefikimiz Almanya’ya gönderilir. Üç ay müddetle Almanların müttefiklerden esir aldığı Hintli, (sepoy) Arap, Orta Asyalı müslüman askerlere ve İslâm ülkelerine yönelik propaganda amaçlı buroşür hazırlar. Savaş sırasında İngilizler Türklerden Kudüs’ü alır. Gece boyu kilise çanları çalar ve müttefikimiz Almanlar, Avusturyalılar kiliselere koşarlar. Çan sesleri çok gürültülüdür. Kaldığı mütevazi otel görevlisine neler olduğunu sorar: “Kudüs ‘haç’ına kavuştu cevabını alır.”
O günlerin arefesini rahmetli Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı eserinde yazmıştır.
Almanlar birlikte savaştığımız İngilizlere karşı bir üzüntü duymak yerine sevinçlerini belirtmektedir. Esasında biraz düşününce bunun doğal olduğunu da anlamamız gerekmektedir. Karşımızda haçlı ruhu vardır: İşte kanıtı: Kutsal Roma Cermen İmparatoru Friedrich Barbarossa, 3. Haçlı Seferi'nde ordusu ile Filistin'e giderken 10 Haziran 1190 günü Ekşiler Köyü yakınlarında Göksu Irmağı'nda boğulmuştu. Burası tahmini bir yer olup Göksu Irmağı’nın çok derin aktığı bir vadi idi. Burada ırmağa girip yüzmek ve temizlenmek istemiş ama boğularak ölmüştü. Söz konusu yere 1971 yılında Alman Büyükelçiliği kitabe dikti. Tarsus’tan Silifke-Konya yoluna doğru tırmanırken yaklaşık 9-10. kilometresinde yolun sağ tarafındadır.
Böyle baktığımızda Almanlar riyakârlık değil atalarının yolunda gitmekte olduğunu anlarız. Akif müttefiğimiz Alman “riyakârlığını” şu satırlarla izah eder:
“Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz;
Medeniyet denilen maskara, hain, yüzsüz…”
“Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim de iman dolu göğsüm gibi serhaddim var,
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar?
Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar!”
Ancak bize düşen hayal kırıklığı yaşamak değildir. Haçlı ruhu karşısında aklımızı “Benim de iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” mısrası üzerine kalbimiz yanında “aklımızı” da inşa etmektir. Ruh varsa akıl da vardır. Avrupalıdan istediğimiz yüksek standartları ülkemizde gerçekleştirmektir. Adına ister Tunceli ister Diyarbakır standartları adını koyalım farketmez. Adına Kopenhag demeyeceğimiz standartlar için artık ne İngiliz ne Alman ne de diğer türdeşlerine güvenemeyiz. Bu nedenle “siyaseti” uzmanlarına ve devlet adamlarına terkedip ülkemiz için çalışmak ve “katma değer üretmek” ana istikametimiz olmalıdır. Bunlardan bir şeyler beklemek bizleri “hayal kırıklığı” na uğratmıştır, uğratmaktadır. Uğratacaktır. Ülkemizde liyakat esaslarına dayalı bir örgütlenme atalarımızın “gâvur” dediği küffar milletine karşı bizi ayakta tutacaktır. Kısacası ruhumuzu Mehmet Akif mısralarından, aklımızı da genç çocuklarımıza vereceğimiz fırsatlardan devşirerek Dünyadaki acımasız yarışta hak ettiğimiz seviyeye çıkmak için gece gündüz çalışmalıyız.