Türk dünyâsı okurları için çok kısa bir değerlendirme yapacağım. Muhakkaktır ki, ele aldığım bu kişiler için çok geniş yazılar yazılmıştır ve yazılacaktır. Ancak, bu kısacık yazımda, ilk dört isimle, beşinci ismi basitçe/hulâsayla -mukayeseyle değil- gözler önüne sermek istedim, o kadar!
İlki: Gaspıralı İsmâil Bey’dir. 21 Mart 1851’de Kırım/Bahçesaray’da doğdu. Türk dünyasının çok önemli fikir adamlarındandır. “Dilde birlik, fikirde birlik, işte birlik” düşüncesiyle Türk birliğini sağlayıcılığın fikir babasıdır. Dil/Türkçe birliği, baş mes’elesidir.
24 Eylül 1914 tarihinde, doğduğu şehir Bahçesaray’da öldü. Türk birliğinin sağlanmasında öncü isimlerdendir. 1944 Kırım sürgününden sonra, Ruslar, mezarını yok etmek istemişlerdir. Hatta, O’na, o kadar kızmış olmalılar ki, Bahçesaray’daki mezarının üzerine domuz ahırı bile yaptılar. Fakat, sürgünden dönen Kırımlı Türkler, mezarının yerini tekrar tespit ederek anıt mezar yaptılar.
İkincisi; Ahmed Cevat Ahundzade’dir. Ahundzade; 5 Mayıs 1892 târihinde, Azerbaycan’ın Gence şehrinde doğmuştur. Osmanlı ordusunda görev yapmış; Balkan Harbi’ne katılmış, Bulgarlara karşı savaşmıştır. Osmanlı Kafkas İslâm Ordusu’nun Bakü’ye girişi münâsebetiyle, bütün Türk dünyasında hâlâ da ses bulan “Çırpınırdı Karadeniz” marşını/şarkısının şâiridir ve bu şiirini 1914’te yazmıştır.
Şiirde, Türk milletinin birleşme ruhunu canlı tutan mısraları yanında, Balkan savaşları sırasında efsaneleşen Osmanlı gemisi Hamidiye’ye de övgüler vardır.
Komünist devrim karşıtlığı ve Türkçülükle suçlanıp, Stalin’in “Büyük Temizlik” adıyla başlattığı katliamda, 13 Ekim 1937 tarihinde gencecik yaşında, kurşuna dizilerek hâince katledilmiştir.
Üçüncüsü; Mirsaid Sultangaliyev’dir. Tatar lider ve fikir adamı Sultangaliyev; 13 Temmuz 1892 tarihinde yâni Ahmet Cevat’tan birkaç ay sonra, Başkurdistan’nın Elimbetova köyünde doğmuştur. Orta Asya’daki Türk halklarını birleştirerek sosyalist/komünist bir Türkistan kurmak hayâlini/ülküsünü taşımaktadır.
Bunu; Lenin’in, “Milletler kendi kaderini tayin edebilir” düşüncesine göre yürütmektedir.
23 Mart 1918’de Tatar-Başkurt Cumhuriyeti’ni birleştiren kararı alır ve gerçekleştirir. Bununla; komünist Sovyet Rusya’daki bütün Türkler’in Turan Cumhuriyeti çatısı altında birliğinin ilk adımını atmış olur. Siyâsî mânada komünist olmasına rağmen, bu andan itibaren, Rusya’daki bütün Müslümanların önderi olarak kabul görüyordu.
Peki ne oldu? Hangi milletir ki, komünist Rusya’da “kendi kaderini tâyin edecektir?” Hangi Rus idârecisidir ki, sözünde duracaktır?!
Netîcede, Stalin tarafından, Moskova Lefortova hapishânesinde, 20 Ocak 1940 tarihinde ve ne yazık ki, o da çok genç bir yaşta kurşuna dizilerek katledildi.
Dördüncüsü; Mikâil Müşfiktir. 05 Haziran 1908’de Bakü’de doğmuştur. Çok önemli bir şâir ve fikir adamıdır ve aynı zamanda, Lenin’i babası gibi sevdiğini söyleyen bir Lenin hayranıdır.
Fakat bunlar yetmemektedir. Meşhur “Tar” adlı şiirini yazar ve bu şiirde, Türk hayranlığı ve SSCB devletine düşmanlık iddia edilerek tutuklanarak, 1937’de Sibirya’ya sürülür. Sonra, Bakü yakınlarındaki Bayıl cezâevine konur ve 06 Ocak 1938 tarihinde, henüz otuzunu ikmâl etmeden, Stalin’in emriyle, kurşuna dizilerek öldürülür.
Beşincisi, Nazım Hikmet’tir ve o, başka bir mecrâdadır. Ondan sitayişle bahsedenler, hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi, bir tavır içindedirler. Kısaca bilgi arzedeyim: Bütün kayıtlara göre, 15 Ocak 1902’de Selânik’te doğmuş ve 3 Haziran 1963’te Moskova’’da ölmüştür. Mezarı, oradadır.
1917 yılında Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girer ve güverte subayı olarak oradan mezun olur. 1920’de zatürre hastalığı sebebiyle çürüğe ayrılarak ordudan çıkarılır.
Bu dönemlerde, vatan şiirleri yazar. Yahya Kemal’in tesirindedir. Çünkü, Yahya Kemal, hem Bahriye Mektebi’nden hocasıdır ve hem de annesi Celile Hanım’la hayat sürmeye başlamıştır.
Ordudan ayrıldıktan sonra, zamanın şartlarında, Bolu’ya öğretmen tâyin edilerek eğitim hizmetinde bulunması istenilir. Fakat, arkadaşı Vâlâ Nûreddin’le gittiği İnebolu’da, bâzı Türk komünistleriyle tanışır. Millî Mücâdele’nin bu en çetin döneminde, kendisine verilen öğretmenlik görevinin bırakır ve Eylül 1921’de Batum üzerinden Moskova’ya kaçar. 1924’te döner. 1928 affından faydalanır. Sonraki yıllarda, Harp okulunda komünist propagandası yapmaktan ve “orduyu isyana teşvik”ten 28 yıl 4 aya mahkum olur.
14 Temmuz 1950 Genel Affıyla serbest kalarak 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan ayrılır ve Romanya üzerinden, yine, Moskova’ya kaçar. 15 Temmuz 1951’de, Bakanlar kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılır ve Müslüman olan ve aslen Polonya yahudisi büyükdedesi Mustafa Celâleddin Paşa’nın (Konstantin Borzeçki/Borzcky veya Verzenski) soyadını alır. Polonya vatandaşlığına geçer.
1953’te, Stalin’in, ölümü üzerine, ona ağıt yazar ve Budapeşte Radyosu’ndan okur: “5 Mart 1953/İlkönce kim kime /Metin ol kardeşim diyecek/İlkönce kim kime/Başsağlığı dileyecek/Hepimizindi o/ Hepimizindir/ Yoldaşlarım/Hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden/ Tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı/Aynı metanetle/Seviyorum onu/ Marks’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi/ Sevdiğiniz gibi”.
Hüngün hüngür ağlanacak bu Stalin kim midir? 25 yılı aşan iktidar süresi içersinde milyonlarca Müslüman Türk’ü vatanından süren, yerinden yurdundan eden ve katleden câni, kaatildir. 14.000 câmi ve mescidi yakıp yıktıran, binlerce san’at, din ve ilim adamını kurşuna dizdiren hâin, gaddar diktatördür.
Stalin’in ölümünden sonra, Nikita Kruşçev, SSCB’in başına geçince, “Stalin’i târihin en büyük diktatörlerinden biri” ilân eder ve şâir ve yazarlara da, “Stalin zulmünü anlatacaksınız” emrini verir.
Stalin için, “hüngür hüngür ağlamak geçiyor içimden” diyen ve bir zamanlar, Moskova havaalanına indiğinde, “Ben eski bir Moskovalıyım, eski bir İstanbullu olduğum kadar. Beni Stalin yarattı, asıl vatanıma geldim” diyerek Moskova toprağını öpen bu zat, Kruşçev’in bu emri üzerine, o çok sevdiği Stalin için, bakın, şimdi neler yazıyor!..İşte, o, ‘ölü Stalin’ için yazdığı şiir:
“Taştandı, tunçtandı, kâğıttandı iki santimden
Yedi metreye kadar
Taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan çizmeleri dibindeydik
Şehrin bütün meydanlarında.
Şehrin bütün meydanlarında
Parklarda ağaçların üstündeydi.
Taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan gölgesi.
Taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan bıyıkları,
Lokantalarda içindeydi çorbalarımızın
Odalarımızda, taştan, tunçtan, alçıdan
Ve kâğıttan gözleri önündeydik.
Yok oldu bir sabah
Yok oldu meydanlardan çizmesi
Gölgesi ağaçlarımızın üstünden
Çorbamızdan bıyığı,
Odalarımızdan gözleri
Ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın, tuncun
Alçının ve kâğıdın!”
Ne diyebilirim ki! Adam, rüzgâr esmeden, kıpırdayamayan bir varlık olan “ağaç” için, “bir ağaç gibi tek ve hür” ve birbirlerine yaklaşamayan ağaçlardan meydana gelen bitki topluluğu için ise, “bir orman gibi kardeşçesine” sözleri için alkış bile alabiliyor!..
Bu kadar mı? Hayır!..
Ölümünden iki yıl önce, yâni 7 Aralık 1961’te, Kruşçev’e bir mektup yazarak şöyle der:
“19 yaşından beri, yalnızca kalbimle ve kafamla değil, geçmişimle de Sovyetler Birliği’ne bağlıyım. Bolşevik Partisi’ne 1923’te üye oldum...Artık 10 yıldır Moskova’da yaşıyorum. Ailem de yanımda. Bütün Sovyet halkı gibi, buradaki hayâta alıştım. Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç! Yardım edin. Ben Sovyet vatandaşı olmak istiyorum!”
Tabiî ki, mektup, biraz daha uzun. Bu kadarı kâfi diye düşündüm.
Söz buraya gelmişken, şu kadarını söyleyeyim: Bu kişinin peşinden gidenler elbette gidebilirler; onu övenler, elbette övebilirler. Zâten, ben de, olmamış hiçbir şeyi yazmadım. Ancak...
En azından...Evet, en azından...Şu Gaspıralı İsmâil Bey’in, Ahmet Cevat Ahundzade’nin, Mirsaid Sultangaliyev, Mikâil Müşfik’in ve bunlar gibi yüzlerce ilim, san’at, fikir ve din adamının ve ayrıca, Sibirya’ya sürülen ve katledilen milyonlarca Müslüman Türk’ün mâruz kaldığı zulümleri de, bir nebze olsun düşünsünler!..Bir nebze!..Bir zerre yâni!..İnsâfla!..
Ve diyebilsinler ki; bu kişiler Türk milletinin istikbâli için mücâdele verirlerken, bunca zulmü çekerlerken, bu genç yaşlarında kurşuna dizilir can verirlerken, bu zat, kimlere mersiyeler diziyordu?
Onlar bu büyük mücâdele içindeyken, bu zat, “Lenin’i, Marks’ı, Engels’i, Stalin’i...” niçin övüyordu?
Ve dahası; bu övülenler arasında, beş bin yıllık Türk tarihi içinde, niçin, hiçbir Türk büyüğü yoktur? Niçin?