Amerikalı ünlü profesör Cliffort Geertz (1936-2006) son 9 aydır sürekli okuduğum ve etkisinde kaldığım bir klâsik. Öylesine etkisinde kaldıkki hakkında 420 sayfalık bir kitap bitmek üzere.
80 yıllık hayatının 60 yılını alana yani en doğu İslâm ülkesi Endonezya ile en batı İslâm ülkesi Fas’a harcayan gerçek bir profesör. Alan profesörü. Masa değil.
Amerikalı gözüyle bakmanın verdiği bir iki saplantısı hariç eserlerinden esinlenerek aşağıdaki yazıyı yazdık.
Peşinden sürükleyen ülkücü fikirlerin Sanskritçe ve Arapça’dan devşirildiği birbirine zıt iki kültür üzerinden Endonezya insanının yaşamına girdiği bir İslâm; Endonezya adalarına egemendir.Tarihi olarak Endonezya adalarına bizim din davası güdenlerin gözüyle bakamıyoruz. Onların aradıklarını değil bizim gördüklerimizi yazacağız: Tıpkı Geertz gibi.
Panteist yani tanrısal gücün her şeye hulül ettiği Hindu ile evrene hükmeden kadiri mutlak güç İslâm düşüncesinin bir arada, İslâm beyinli insanların ürettiği Endonezya İslâmı; Cava Adası’nda adeta bir başka din olarak başkalaşıp Cava dinine (Kejaven İslam) büründü.Bir tarafta Felemenklerden maaş alan idareci sınıf (priyayi, bupati) diğer tarafta ticari ayrıcalığı ile ülke içi gür suların aktığı ırmaklarda büyük takalarla yapan tacirler (pedagang) ırmak kenarlarında inşa ettikleri küçük mescitler (langgar) vardı.
Tacirler İslâmî kimliklerini tebliğ-ticaret bir arada yürütmüş, diğer tarafta onları karada bekleyen Hindu atalarının etkisini her zaman taşımış uysal insanlar; senkretik İslâm icraatlarının baş aktörleri olmuşlardı.
Endonezya’da yoksul ve cahil müslümanlar en zayıf yerlerinden “hac ekonomisi aracılığıyla” sömürüldü. Senkretik kabalistik sipekülasyonlar yoksullara umut müslüman tacir ve Felemenk sömürgenlerin kasalarına döviz dağıttı.
Arap asıllı İslâm tacirler; göbekten Mekke hac işlemlerine bağlı bir maliyenin baş aktörü olarak Felemenkler tarafından kullanıldı.Örneğin bugün bile Singapur’da meşhur olan “Al-Saqaf” adlı holdingleşmiş aile; merkezi bugün Cakarta Kota meydanında Cafe Batavia binasında olan hac deniz ulaşım şirketinin “peygamber soylu ama Ebu Lehep meşrepli “ bir temsilcisi idi. 1860lı yıllardı. Ne hikmettense bu tür yaratıklar İslâm dünyasında “mehdi, mesih” sıfatıyla hep var oldular. Var oluyorlar. En son Türkiye’den çıkan iki tanesini herkes biliyor:
Pensilvanyalı papazımız ile Çengelköylü kedicik hastası. Bunlar bizim içimizden çıkanlar bir de Ağa Han diye birisi varki o oteli kapatıp mübarek adam diye büyük abdestini yaptıktan sonra içine altın koyup katılan güzel hanımlara hediye vermek için yedirmişti. Bizimkilerle bunun arasındaki fark bizimkini dışkısını havadan kapan müritleri vardı. Neyse. Peşlerinden giden köleleri; böylesi yaratıkları çağımızda yaşadıkları gerekçesiyle peygamber soylu önderler kabul edip peygamberden de üstün gören köleler yetiştirmek için çok hevesliler.
Herkes biliyor ama hastalığa teşhis koyabilsek türleri tükenecek nesilleri yok olacak ve İslâm dünyasının barsakları paklanacaktır. Mehdilere teşhis koyuyoruz da mehdigillere neden koyamıyoruz? İşte o noktaya geldik bugünlerde. İmza attık da mühürleyemiyoruz.
Her neyse bunu da geçelim.
Cava adası yemek yemede Felemenk, ibadet etmede Arap, ülkesel teşkilâtlanmada Japon tarzını benimser. Kendisine özgün olan şey ise hitap biçimi ve yaşamın her yerinde egemen olan güvensizlik esaslı sülaleci tarzı sürdürür.
İslâm der ama tüm yemekleri barbekü tarzında yer. İslâm der ama yemek artığı bırakmayı pek de yadırgamaz. Ama dinsel teşkilatlanma tarzında egemen olan Arap biçimi savrukluk, şeriat ille de şeriat dediği düzeneklerden kaynaklanan şeriat keşmekeş ve kargaşası (galau syariah) hiçbir şekilde yargılamadığı tutum ve tavırlarının ana yoludur. Bizi delâikliği keşfetmeye götüren bu yaşayarak gördüğümüz olgulardır. Aramadıkları düşünce ve derinliği Majelis Taklim denen cami cemaat guruplarının sabah kuşağı vaaz yayınları esnasında üstaze ve üstadların ağzına bakarak giderir. Bu noktada Arap etkisinden uzaklaşır ve tamamen ulusallaşır.
Kadınlar camilerin içinde, salonlarda, cami bahçelerinde cıvıl cıvıl cemaat üniformalarıyla boy gösterirler. Bu da yetmez kasideci hanımlar kaside döktürür. Piyano eşliğinde ilâhiler ve bayan musiki gurupları boy gösterir, soy sürer.
İlmihaldeki Arap etkisi biter, günlük yaşamda din ile iç içe ve insan olan hanım ile birlikte yaşar. Belki de bu yönleriyle Güneydoğu Asya müslümanları özgün ve çekici bir İslâm yaşantısının temelleri üzerinde yükselir. Sadece ticaret değil aynı zamanda siyaset ve din alanındaki hanım önderler Endonezya’da olağan görülür.
Endonezya işte bu asaleti ile ayağa kalkarsa tam kalkar savımızı bir daha yinelemek isteriz. Endonezya İslâmı sadece sadece mozayik değil, müze gibi gezilesi görülesi bir alan değil aynı zamanda bir yaman çelişkiler topraklarıdır.
Geertz’i okuyunuz lütfen. Ülkemizdeki ve İslâm dünyasındaki “peygamber soylular sorununu” görünüz.
Özetinde özeti budur: Tanrının ışığı paranın peşinde gider vesselââm.
O nedenle parayı Tanrı’nın ışığına harcayacağız diyenler daha baştan sahtekârdırlar.