İslâm ne idi ne oldu? Elveda İslâm demeye ramak kaldı herhalde.
İslâm dünyasında İslâm egemenlerinin İslâmı ile halkın İslâmı bir arada ve aynı güzergâhın aynı istikametinde yolculuk ettiğini tarih yazmamıştır. Hazreti Muhammed’in vefatının ardından daha mübarek cesedi defnedilmeden hemen önce başlayan tartışmalar günümüze kadar sürüp gelmiştir. Tartışmaları yapanlar halktan ziyade egemenler idi. İslâm tarihi aşağı yukarı böyledir “Bir elinde Kuran bir elinde kılıç” diye halka öğretenler aslında perde gerisindeki egemenler olmuşlar ve “cihat” diye diye de kendi egemenliklerini sürdürmüşlerdir. İslâm münevverlerinin yani fakih, müfessir, muhaddis ve benzerlerinin tasarımladığı İslâm; mutsuzluk ve çatışma ürünü olmuş İslâm topraklarında esenlik ve barış egemen olmamıştır. Durum şimdi de böyledir. Tacirlerin anlattığı oranda ve tacirlerin egemenliği ile çatışmayan bir İslâm geleneği özellikle Güneydoğu Asya’da yerleşip yayılmıştır. Arada sırada “Elveda İslâm”diyoruz 15 Temmuz 2016 günü olduğu gibi. İslâm bayraktarlığı yapan bir gurup ülkemizde Meclisi bombalamayı insanlarımıza kurşun sıkarak şehit etmeyi iman iştahıyla yapmıştır. Ardından bir başka 15 Temmuz sürecini başlatıyoruz. Diğer cemaat veya cerahat guruplarıyla birlikte. Siz hiç duydunuz mu “şeyhim böyle diyorsunuz ama ben de şöyle bir şey gördüm” diyen bir tarikat veya cemaat üyesi. Görmediniz. Görmeyeceksiniz. Çünkü kölelerin, kulların, esirlerin konuşma ve fikir beyan etme hürriyeti yoktur. Onun Tanrısı daha baştan ölmüştür. Canlı ve diri (hay) değildir.
Gerçeği öğrendiklerinde iş işten geçmiş oluyor. Bu hep böyle oluyor ve tarih aptallar için tekerrür edip duruyor. Şu anda da olan budur. Soyut bir zalime çevirdikleri Tanrıyı öldürüp öldürüp diriltiyorlar. Ama şu soruyu soran yok “sizin tanrınız öldü bizimkisi yaşıyor o nedenle de size inanmıyoruz.” Böyle yazıp konuşanları derisini yüzerek öldürmüşlerdir. Hallacı Mansur gibi.
Birazcık anlatırsınız bir şeyler “O İslâm değil” derler. Hakikisi nerede? diye sorarsınız. Hakikisi şudur der izah kendi ülkülerini izah ederler. Toplarlar etraflarında bir gurup tabi bu yıllar alır. Sonra o adamlara bir hayal kırıklığı daha yaşatırlar ve çuvallarlar. Çünkü insanlığı kurtarmak adına hareket ederler ve akıl kullanmanın yasak olduğu bir beyinleri vardır. Beyinleri vardır ama beyinlerinin içinde kutular vardır. İstedikleri kutuları açarlar, istemediklerini değil. Mübareklerde “pandora kutusu” bir tane değil ki. Nasıl olsa layüseller. Yani onlara dokunulamaz. Baştan mübarek ve kutsaldırlar. Çünkü cemaat ve tarikat yoluyla cennet defterine kayıt olmuşlardır bile.
Türkiye “elveda İslâm” sürecinde ilerlerken bir kez daha İslâm münevverlerinin siyaset ağırlıklı kolu elinde “İslâm paradigması” iflas edecektir. “Katılım bankacılığı” “belediyelerdeki riya kokan uygulamalar” da böyledir. Eğer devlet kürsüsüne oturanlar alevi cemevi ile sünni camiyi bir arada inşa ettirmedikçe bu ülkede bir hoşgörü ortamından söz etmek zor olacaktır. Türk İslâmı dediğimiz de budur: Cami-cemevi birarada “hocaefendi ile dede”nin de arada sırada şerbet içtiği bir ortak çayevi olan ortamda. Çok mu zor? Kolay olsaydı Samsun Havzada Pamuk Dede’nin yanında kendisini korkusundan sünni diye yutturup yatan Alevi dedenin kim olduğunu öğrenmeye merakımız olurdu.
İslâm sözcüğünün “barış ve esenlik” cihat sözcüğünün de “kendi nefsi ile mücadele etmek” anlamını söylemezler ama sizden cihat adına evinizdeki çatal kaşığa varıncaya kadar dilenirler. Yetmedi “ne güzel kızınız var” dediyse şeyh efendiniz; ertesi gün kendi ellerinizle canınızı, ciğerinizi; 60 lık şeyh efendinin evinin önüne bırakırsınız. Nerede? Endonezya’da. Nerede Türkiye’de. Nerede? Hindistan’da. Böylece ailenize ve evinize gelen mutsuzluk ve huzursuzluk şeyh efendinin yatağında tek taraflı mutluluk olarak tecelli eder. Hayatının 28 yılını tek hanımlı yaşayan Hazreti Muhammed’in vaz ettiği İslâm dini neden “erlere hizmet eden dişiler” olmaktan öteye geçemiyor? Bunun adı İslâm’dır. Neden Avrupa’ya küfür ediyoruzki. Benzeri gerçekleri yazanlar onlar. Bizim araştırıp bulup ortaya çıkarmamız gereken gerçekleri onlar yazıyor.
Yıl 1860, Multatuli yazdı bunları gerçi o Türkiye olarak değil de Endonezya örneği üzerinden giderek yazdı ama. “Kahve İhalesi” adlı Eduard Douwes Dekker’in eseri bir ibret vesikasıdır bu açıdan. İslâm dininin egemenler (bupati) eliyle nasıl sömürülmek için
kullanıldığının tarihi birinci elden belgesidir söz konusu kitap.
Ülkemizde de 2017 lerde durum o günleri anımsatan uygulamalara şahit olmaktadır. Din istismarı “infak” “kadın” üzerinden devam etmektedir. Bosna’dan gariban kızları getirip nikâh kıyan yaşı 60 üzerinde tuzu kuru “mücahitler” bulunur ülkemizde. “Güle güle İslâm.”
Nice İslâm bayraktarı olan “zekât” şampiyonu görünen ve hayırsever diye bilinenlerin esasında “fakirliği kutsayan ve yücelten, yoksulluğu koruyan ve zenginlikden ayıran” bencil ve enaniyet sahibi beyin fakirleri olduklarını anlamak gerekiyor.
Ülkemizden çıkan ve ağzından tükrük, burnundan sümük akıtarak milyarlarca dolar toplayıp ihanet eden eden haine ve ardından gidenlere bakınız. Düşününüz. Çok şey öğreneceksiniz kendi kendinize. Hain ve türdeşlerinin umurunda değildir: Türkiye’nin bölünmesi. Ülkeleri yoktur çünkü. Umurlarında değildir milletin parasını nasıl üfürüp çaldıkları. Bu işi yaparken çöpe attıkları ve sapına kadar istismar ettikleri İslâmi değerler. “Haçlılar işgal etse bu kadar zulmetmezlerdi” diye beyanat vererek ülkesi ve milleti olmadığını “dininin şeytanlık” olduğunu bir kez daha kanıtladı. Umurlarında değildir hiçbir insani ve İslâmi değer. Tek şey geçerlidir onlar için sahip oldukları kölelerin sayısı. Döviz ve arazileri. Ülkelerini, bayraklarını, milletlerini ve karizmalarını bu üçlü içinde arayacaksınız: Köleleri, dövizleri ve gayri menkulleri. Başka hiçbir değerleri yoktur. Allah rızası adı altında zulüm ve adam kayırmanın daniskasını yaparlar.
Osmanlı Türkçesi öğreten risalei narcılara bakınız hadisenin arka yüzünü göreceksiniz. Bizim okuduğumuz “Risalei Nur” Allah’ın ışığının peşinden gider. Adalet terazisinin tartısıyla tartar. Onlarınki ise nepotist bir terazidir.