70. Yaşımın Eşiğinden düne bakış…
19 Mayıs’ta Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla Samsun’a çıkmaya yetişememişim ama Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği günün öncesinde doğurmuş anam beni.
Yaşımı sormayın. Doğduğum günden beri yaşıyorum işte.
Her yaşın kendine göre sorumlulukları var.
Bundan kırk yıl önce böyle düşünemezdim. O zamanlar her şey bendim. Bilirdim, yapabilirdim, başarırdım, elimden iş kaçmazdı…
Şimdiki yaşımdan bakınca “Vay be…” dediğim olmuyor değil ama “Tüh be” demiyorum asla.
Başaramayacağımdan hiç endişem olmadı çünkü bilgim, kendime güvenim, azmim, gayretim vardı.
Sorardım gördüğüm farklı bir işin nasıl yapıldığını. “Kusura bakmayın, ben öğretmenim, öğreneyim ki öğreteyim” der girerdim konuya. Böyle böyle doldururdum dağarcığımı…
Bugün ne yapacağımı değil yarın ne yapacağımı düşünüp planlayarak yaşadım hep. Öylesi çok kolay oluyor.
Babamın “İşten kaçma, iş senden kaçsın” sözü ile “Yaptığın iş banaysa öğrendiğin sanadır” diyen büyüklerimin öğüdü, önümü aydınlatan el feneri oldu yıllar yılı…
“Yerine göre çalı süpürgesi, yerine göre elektrik süpürgesi” olmayı bildim.
“Kimse yoksa ben varım” diye öne atılanlarla oldum her zaman.
“İş gördün sıvış, aş gördün giriş” düşüncesindekiler benden hiç hoşlanmadı, ben de onları sevmezdim…
Topluca yapılacak işlerde sıvardım paçaları dalardım.
Elimi belime koyup kimseye emretmedim ve böylelerinden hiç hoşlanmadım. Onlar da beni sevemedi zaten.
O konudaki düşüncem farklı olsa da çoğunluğun ortak kararlarına saygı duydum. Hiç yan çizmedim. Hiçbir işi savsatmadım, yarıda bırakmadım kimseyi.
“En iyi dinlenme yöntemim” farklı işlere yönelerek çalışmaktı.
Okuduğum kitaptan yorulup sıkıldıysam o saati başka kitap okuyarak, olmadı bir şeyler yazarak, bağlama çalarak, balkona/bahçeye çıkıp fidanlarla ilgilenerek farklı işlerle dinlendim.
En üzüldüğüm insanlar “Canım sıkılıyor” diyenlerdi.
-Bu canın vidaları nerede ki durmadan sıktırıp duruyorsunuz, der gülerdim.
Bunu bilen öğrencilerim sorardı::
-Hocam, sizin hiç canınız sıkılmaz mı, diye…
-Evet, sıkılır. “Canım sıkılıyor” diyenlere canım çok sıkılır, derdim.
Yemek seçmek gibi bir ayrıcalığım yoktu. Ne bulsam yer, işime bakardım.
İş yerinde, kalabalıklarda yediğini, içtiğini, aldığı eşyaların fiyatını, kalitesini üstelik ballandırarak anlatanlar olursa uzaklaşırdım oradan.
Kimseye, “Bunu kaça aldın, nereden aldın” gibi gereksiz sorular sormadım.
Birisi çalıştığı yerdeki durumunu anlatırken “Öyle fazla bir işim yok. Karışanım, görüşenim yok. Keyfime göre takılıyorum. Ben orda öyle çok çalışmıyorum” gibi cümleler kuruyorsa ondan uzak durdum hep. Asalakları sevmem.
Elini bir işe sürmediği hâlde devamlı işe karışan tembel yumurtaları, benden uzak dururlardı.
“Ne giysem, ne yesem” diye dert edinenleri “gereksiz” buldum, sevemedim.
Bir işe başlarken teşvik edici, yüreklendirici olmayan konuşmalarla vakit öldüren epeyce adamcığı kovalamışımdır etrafımdan.
Her işte fitne çıkaranları toplum dışına iterek geçti ömrüm. Bu türlere, bazı bazı danışır, söylediğinin tersini yapardım ki bir daha etrafıma uğramasın diye…
Babam “Bunu birisi yapmışsa ben de yaparım” der besmeleyle girişirdi işe. Bu yüzden azmim çeliklendik ve “Başaramazsın, böyle olmaz” diyenlere kabak asa asa geldim bu yaşa.
Öyle çok ilklerim var ki görev yaptığım yerlerde, anlatmakla bitmez.
Kimsenin yapmadığını, denemediğini denemek, başarmak ne kadar dinlendirici, bilseniz...
Aynı işi ikinci defa tıpatıp aynısıyla yapmadım, yaptırmadım. Tekrarlanan programlarda, gösterilerde mutlaka küçük ayrıntılarla da olsa değişiklikler yapmışımdır.
Zamana uymayanlarla aram hiç iyi olmadı. Derslerime geç girmedim ki öğrencilerim gevşek, cıvık adamlardan olmasınlar.
Toplantılara, ortak çalışmalara geç kalanlara yüzüm gülmedi, başka zamanlarda onlarla ortak çalışmalara girmemeye gayret gösterdim.
Dersime geç gelen öğrenciler, bundan ne kadar huzursuz olacağımı bilirlerdi.
Öğrencilerim, doğru söylediklerinde cezalandırılmayacaklarını, yalan söylediklerinde kendilerine küseceğimi bildikleri için bana yalan söylemezlerdi…
Ders defterlerini öğretmenler odasında değil hep sınıfta imzaladım ömür boyu. Ders yılı başı/sonu, dönem sonu/başı, bayram öncesi/sonrası gibi işi yavaşlatıcı bir ayıbım olmadı. Sınıfta bir kişi varsa, dersimi yaptım hep.
Yılın son haftasında ilk derslere girmeyen öğrenciler dersime gelirler, sonra yine yok yazılırlardı. Sebebini soran idarecilere verdikleri cevap beni hep duygulandırıp gururlandırmıştır:
-Eğer derse girmezsek Abdullah Hocamız üzülür…
“İnsan insanın aynasıdır” diyenler ne kadar haklıymış meğer.
Gördüğünüz gibi, bundan daha gerçek boy aynası olur mu?
Birisi hakkımda övücü sözler söylediğinde saklanacak yer aramışımdır hayat boyu.
Emeklerimi anlamazdan, görmezden gelen amirlerime aldırmadan doğru bildiğim işleri yapmaktan geri durmadım. Bir baktım ki sonradan o işi onların emriyle yapıyormuşum gibi sahipleniyorlar, buna ayrıca keyiflenmedim değil.
Her yaşın kendine göre sorumlulukları var.
O yaşlarda sorumluluklarımızı elimizle yerine getirme gücümüz vardı. Bugün aynı şeyleri dilimizle gerçekleştirebiliriz.
Birikimimiz var.
Gönlümüz genç.
Yarına ait endişelerimizin bertaraf edilebileceğine dair umutlarımız halâ taptaze.
Milletlerin tarihini iyi bilenler çizer/yazar talihini.
Yapabilemiyorsak, bilebiliyoruz çok şükür.
Örselemeden, usanmadan, kırmadan tatlı tatlı anlatacağız dağarcığımızda taşıdıklarımızı.
Biz “Kıyamet günü de olsa, elinizdeki fidanı toprağa dikin” diyen bir dinin dalında olgunlaşmış meyveleriyiz.