'Acı' kelimesi gerçekten de, zihinlerde hissettirdiği düşünce gibi, acı'dır. Merhale merhale, insanın içine işler, zaman olur ki, onu, deler geçer...fakat gitmez!..Geride mutlaka bir tortu, bir iz bırakır!..
Yani; her acı, ne kadar unutulmaya çalışılsa da, insanda, zerre miktarda sızısı bulunur.
"Allah, kimseye, evlât acısı vermesin/göstermesin" veya "Evlât acısı gibi içine çökmek/oturmak" ifadelerini, elbette ki, bizzat yaşayanlar kadar kimse bilemez.
Bir şey daha var ki, o da, riyâ ile, kalleşlik ile, kahpelik ile, ihânetle gelen 'acı'dır ki, bunun, unutulabileceğini asla düşünemiyorum.
Herhâlde, bunun ne olduğunu ve tıpkı evlât acısına bedel bir acı olduğunu sezdirebilmişimdir!..
Bu; 'vatan acısı'dır ki, hak ve adâletin yok olduğu, kaba kuvvetin, alçaklığın ve şerefsizliğin kol gezip her şeyi tahakkümü altına aldığı zamanlarda, mâsûm insanları kırıp geçirilmesi ve yurtlarının da yerle bir edilmesidir.
Şüphesiz ki, bu dünya, bu acılarla dopdolu ve bir cephesiyle de, haysiyet ve şerefi tartışılan bir dünyadır. Kim, kendini ne kadar haysiyetli ve şerefli görüyor ve addediyorsa da, her ne surette olursa olsun, insan hakkına tecâvüz ettikten sonra, asla bu hüviyetlere sahip olamaz. Bunları mevzû etmesi, sâdece boş lâftan ibârettir.
Bu acılardan, Türk milleti de, ne yazık ki, nasibini almıştır. Zaman, bizi, bu cihette uyandıramamış, -belki de, biz uyanmak istemedik, bilemiyorum-birlik şuûrunu tesis ettirememiş ve takatsiz bırakmıştır. Hâliyle; musibetler de yakamızdan bir türlü eksik olmamıştır.
Her zaman söylenen ve teselli kaynağı olan, "Efendim biz, öyle bir coğrafyada bulunuyoruz ki, tarih bize, zorlukları bırakmıştır...Bu coğrafyada, hiçbir zaman rahat yaşamak mümkün olamaz!.." gibi sözlerin arkasında, sâdece isteğe bağlı bir "rehâvet" bulunduğunu söylemek isterim.
Elbette ki, bu coğrafya zorluklarla doludur...O zaman, ona göre hayat tarzı seçmeyi ve yürütmeyi denemelisin, değil mi?
Mâdemki, târih, bize böyle bir mes'uliyet yüklüyor, daha çok çalışalım, daha çok birbirimizle kaynaşalım, daha çok bilgi sahibi olup daha çok üretelim!..Çekişip- didişip, vuruşup-kırışıp, sövüşüp-dövüşüp, bölüşmeyelim!..Buluşup-görüşüp, tanışıp-konuşup, sevişip-bilişip , el ele yarışalım!..
Hayır!..Ya ne? Sen öylesin; ben, böyleyim; o, şöyle!..
Mete Han'dan bugüne intikal eden nasihatteki: " Daha deniz daha muran/Gün tuğ olsun gök kurikan" yani; öylesine bir gayet ve emel üzerinde olmalıyız ki/olmalısınız ki, mevcut hâlimiz/hâliniz bize/size yetmez. Daha çok denizlere, daha çok nehirlere sahip olmamız/olmanız lâzımdır. Öyle ki; Güneş tuğumuz/tuğunuz, gökyüzü çadırımız/çadırınız olmalı!..
Yani, büyük hedef!..
Peki, bu ülküye bağlı millî ve mukaddes yürüyüş nerede?
Geçmiş yazılarımda, dil mes'elesinden/Türkçe'den söz ederken, sık sık Türk Dünyâsı Türkçesi tâbirini kullandım. Bu da şu demekti(r) ki; Türk Dünyası'na "tek bir vücût" olarak bakmamız lâzımdır.
Tabiî ki, millî kültürü teşekkül ettiren birinci unsur olan dilden başlayarak bu birliğe giden yolu açmak esestır.
Bir gün, Karabağ Hocalı'da yaşadığımız acı'yı, bir dîğer gün Kerkük'te, bir öbür gün Gümülcine'de, bir başka gün Urumçi'de yaşamadık mı?
Buralarda yaşanan acıları, Anadolu'nun bağrında, müşterek bir kalb olarak hissetmedik mi? Bu kalb, aynı hızla atmadı mı? Anadolu'da, Balkanlar'da yaşanan fâcialar, oralarda tek ses olup çınlamadı mı?
Bir husus var ki, bu hissediş ve bu kalb atışı'ndan hangi hisseyi alarak bugünlerin inşâsına girişebildik, bütün mes'ele burudadır!!!
1992 yılının Şubat ayının 25'ini 26'sına bağlayan gece, Azerbaycan'ın Hocalı kasabasında, dünya adâletinin dilini lâl, gözlerini kör, kulaklarını sağır, idrâkini murdâr eden korkunç bir hâdise sahnelenmiştir.
Yaşanan bu hâdise, insanlık âleminin vicdânına kapkara bir leke olarak nakşedilmiştir. Bu da, kuvvete dayanan bir hukuk anlayışıyla dünyâya hükmedenlerin idârecilerinin alınlarında bir necâset olarak taptâze ve capcanlıdır.
Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan, 9-10 bin nüfusa sahip Hocalı kasabasına yapılan bu hâin ve acımasız saldırı, hiçbir şeyden habersiz, silâhsız ve korumasız mâsûm insanların gaddarca, vahşîyâne bir şekilde katledilmeleri, hem adlî ve hem de vicdânî mânâda; konuşmamayı, duymamayı, görmemeyi ve hissetmemeyi gerektiren bir fiil midir?
Bu fiil, nasıl konuşulmaz, nasıl duyulmaz, nasıl görülmez ve nasıl hissedilmez? Demek ki, öyle bir idrâk hâsıl olmuş ve mevcuttur ki, şerefsizlik çukurundan hâlâ çıkamamıştır!..
Bilinmektedir ki; Hocalı'da işlenen cinâyetin fâili, mechûl değildir.
Câniler besbelllidir..."Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" hükmüne göre, bütün destekçiler de alenîdir ve sırıtarak dünyaya ahkâm kesmektedirler.
Bilmeliyiz ki, dünlya durdukça, bu sahtekâr cambazlar, bu soykırımları hiçbir zaman görmeyeceklerdir. O hâlde..
Böyle bir dünyanın içinde olduğumuzu, burada, kendimize mahsus bir mekâna ve kültür âlemine sahip olmak zorunda bulunduğumuzu bilmemiz değil ; kendi ilmimizle, kültürümüzle, san'atımızla irfânımızla ve fizikî gücümüzle, dünyanın şuûruna kabul ettirmemiz şarttır!..
Bir Aziz Sancar, bir Oktay Sinanoğlu değil; yüzlerce Sancar, binlerce Sinanoğlumuz olmalıdır!..Buna mecbûruz!..Bu olmadıkça da...boşuna kürek çekmekle vakit öldürürüz!..O kadar!..
Dünün Mevlânaları'nın, Yûnusları'nın, Sinanları'nın, İbn-i Sinaların, Gazalileri'nin...bıraktığı asîl ve ihtişamlı emânetin, en azından devamını sağlayabilecek merhaleleri yakalamalıyız.
Rus destekli Ermeni cânilerin, o gece katlettiği mâsûm Türk evlâtları, resmî rakamlara göre, 63 çocuk, 106 kadın ve 70 ihtiyar olmak üzere 613 şehittir. 1275 mâsûm kişi rehin alınmıştır. 487 mâsûm insan, sakat kalmıştır. 68'i kadın, 28'i çocuk olmak üzere 150 kişi kayıptır!..Bunlar, hâlâ da bulunamamıştır.
Türk milleti olarak, hâlâ ciddî bir muhasebe yaptığımız kanaatinde değilim!..Zamanımızı âdeta "hay-huy" la geçiriyoruz. Birbirimize ve öteye beriye lâf yetiştirmekle meşgûlüz!..
Dünya Türklüğü..Doğu'dan Batı'ya...Güney'den Kuzey'e kendine çekidüzen vermelidir!..
Günübirlik siyâsetin kimseye bir şey kazandırmadığı hâlâ anlaşılmadı mı?
Hocalı katliâmına bizzat katılan, Zori Balayan adlı kaatilin 1996 yılında yayınladığı "Ruhumuzun Canlanması" adlı kitabından, bir îtirafını, bir insanî utanç vesîkası olarak tekraren naklediyorum. Kendisine "insan" denilen bir mahlûkun, işlediği bir vahşeti, bu kadar soğukkanlılıkla anlatabilmesi için, canavar olması bile az bir vasıftır.
Diyor ki: "Biz Hacatur’la ele geçirdiğimiz bir eve girdiğimizde, askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğu çok ses çıkarmasın diye Hacatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini onun ağzına soktu. Daha sonra ben ensesinden ve karnından derisini soydum, sonra saat tuttum ve yedi dakika sonra Türk çocuğu kan kaybından hayatını kaybetti. Ruhum halkımın öcünü aldığı için gururluydu. Hacatur daha sonra çocuğun cesedini parçalara ayırdı ve köpeklere attı. Akşama kadar aynı şeyi 3 Türk çocuğuna daha yaptık. Biz Hocalı'yı otuz bin kişilik çirkeften temizlemeyi başardık. Daha sonra kiliseye giderek dua ettik."
Bu satırlar, sözün de, insanlığın da tükendiği yerdir!..Acımızın tâzelendiği yeni bir yıldönümünde, Hocalı'nın mâsûm şehitlerine Allah ü teâlâdan rahmet diliyorum!..
Sözü; 1992'nin bu acılı günlerinde yayınladığım "KARABAĞ ACILARI" başlıklı şiirime bırakıyorum:
"Benim kime kinim, hasedim vardır;
Benim, özyurduma hasretim vardır!
Yıllarca aradım parçalarımı...
* * *
Arzumdur: Oğulum, kalmasın yetim;
Hürriyettir ona tek vasiyetim!
Niçin alev sardı hep civarımı?
* * *
Ben ki eritmiştim, buz dağlarını;
Yakmıştım hürlüğün çerağlarını!
Kırdılar o cânım civanlarımı...
* * *
İnsanım diyorum, başım hep eğik;
Karşıma çıkıyor: Ne ki, şu AGİK?
Yaban eller çaldı yavrularımı...
* * *
Sorarım; gizlerim, hep hicabımı;
"Şu insan hakları", rol icâbı mı?
Duymuyor kimseler âh ü zârımı...
* * *
İçimde kin değil, aşk yarasıdır;
Gayretim Türklüğün gür nârasıdır!
Bu kara; dünyânın yüzkarasıdır!
Olmayınca hürlük; al, hep varımı...
* * *
İnanın, dağlarda böcek hür değil!
Demet edemem ki, çiçek hür değil!
Nasıl söylesem ki, gerçek hür değil!
Em, ey kara toprak acılarımı...
* * *
Cümle âlem bilsin, Karabağ bizim!
Zincirleri kırdık yeni çağ bizim!
Yemyeşil vâdiler, karlı dağ bizim!
Kabul eyle Rabb'im, duâlarımı...
M. HALİSTİN KUKUL