Darağaçlarında ölümsüzleşen ve her birisinin ayrı bir kahramanlık hikayesi olan bu yiğitlerimizi ölüm yıl dönümlerinde “en azından” bir fatiha ile hatırlayalım. Nasıl bir gecede asılmak istersin diye sorulduğunda “Yağmurun hafif çiselediği bir gecede...” diye cevap veren Halil Esendağ’ın idam edildiği gece Buca’ya rahmet yağdıran Allah’a yemin olsun; biz “Nizam-ı Alem Ülkücüleri” olarak unutanlardan, yarı yolda bırakanlardan ve satanlardan olmayacağız! Unutmak tükenmekse biz hiç tükenmeyeceğiz!. .
2 Eylül idaresi tarafından haklarında verilen idam hükmünün uygulanması sırasında yanlarında bulunan görevli imamın Selçuk Duracık ve Halil Esendağ için; Hiç evliya gördünüz mü? diyenlere Evet, Halil ile Selçuku gördüm diyeceğimdediğini biliyor musunuz? Peki ya, idama gitmeden evvel Halil Esendağın arkadaşlarından gelinlik istediğini... Ve bu gelinliğin kefen olduğunu biliyor musunuz?Selçuk Duracık - Halil Esendağ (5 Haziran 1983 tarihinde idam edilerek şehit edildiler.)
İzmir’de Şadırvanaltı Camii’nde müezzinlik yapan Kazım Hoca, düşünce ve duygularımın örtüştüğü bir ağabeyimdi. Bir gün kendisini ziyarete gittim. Kazım Hoca müezzin odasında bulunanlarla sohbet ediyordu. Muradiye Camii imamı Abdullah Hoca da oradaymış. Kazım Hoca orada bulunanlara beni tanıştırırken, Ülkücü olduğumu, cezaevinde yattığımı söyleyince, Abdullah Hoca da Halil ile Selçuk’un infazında imam olarak bulunduğunu söyledi. Bu ne güzel bir rastlantıydı Yarabbi... Bir müddet sonra, Abdullah Hoca bana, “Ne mutlu onlara. Allah’ın izniyle onlar şehittir... Her hareketlerine şahit oldum. Ruhlarını nasıl teslim ettiklerine şahit oldum. Tekbir getirerek, Kelime-i şahadet çekerek, ölüme yürüdüler...” dedi. Bir müddet nefeslendikten sonra, olayı başından itibaren anlatmaya başladı: “Daha önce de din görevlisi olarak idam edilen solcu gençlerin infazında bulunmuştum. Onlar infaz sırasında -Allah’a ve dine inanmıyoruz, deyip, telkinde bulunmamı kabul etmemişlerdi. Son arzuları sorulduğunda, kimi kahve, kimi sigara istemişti. Sehpaya giderken de slogan atmışlardı. Onlarda bizim insanlarımızdı. İnancı düşüncesi ne olursa olsun, cezayı hak etsin veya etmesin, gencecik insanların ölümünü seyretmek beni üzüyordu. Solcular, ahiret hayatına inanmıyorlardı ama inandıkları fikirler uğuruna hayatlarını feda ediyorlardı. Bu sebeple fikirlerini benimsemesem de, idealistliklerini taktir ediyordum. Onlar infaz edilirken -Bunların yerinde imanlı bir insan olsa, acaba nasıl davranır?, diye içimden geçirmiştim... Yine bir akşam, sivil memurlar ellerinde telsizlerle evime gelip, -Hocam, bir nikahımız var. Nikah kıymaya gelir misin?, dediler. Otomobillerine binip, Buca Cezaevi’nin önüne gelmiştik. Her taraf asker doluydu. Cezaevinin kapısından girince, infaz yapılacağını anladım. İnfaz heyetinin bulunduğu salona götürüldüm. Savcılar, hakimler, komutanlar, doktorlar, infaz görevlileri oradaydı. Orada bulunanların bir kısmı, heyecanlı bir telaş içindeyken, bir kısmı da üzüntülüydü. Bir müddet sonra, görevliler elleri arkadan kelepçeli olan iki genci getirdiler. Üzerilerinde ayak bileklerine kadar uzanan kolsuz beyaz bir giysi, başlarında beyaz namaz takkesi, ayaklarında beyaz çorap ve terlik vardı. -Selamün Aleyküm, diyerek içeri girmişlerdi. O an çok şaşırmıştım. Onları sanki çok eskiden beri tanıyordum... Orada bulunanların çoğu onlarla helallaştı. Hücrelerinde yazdıkları Vasiyet Mektuplarını İnfaz Savcılığı’na teslim ettiler. Heyet huzurunda doktor, -Sağlık şikayetiniz var mı?, diye sorduğunda ikisi de, -Elhamdülilah taş gibiyiz. Hiç bir şikayetimiz yok, demişti. Son arzuları sorulduğunda, ikisi de cenazelerinin ailelerine teslim edilmesini istemişti. Telkinde bulunmak için yanlarındayken bana çok saygılı davrandılar. Kendilerine, -Kardeşlerim, her insan bu dünyada farklı bir kaderi yaşamaktadır. Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm, ahret hayatına açılan bir kapıdır. Ne mutlu Allah’a iman ederek bu imtihanı tamamlayanlara, dediğimde gözlerine bakmıştım. Gözleri sevinçle parlıyordu. -Az sonra Allah’a kavuşacaksınız, dedim. -Biliyoruz Hocam, biliyoruz; dostlarımıza söyleyin, ölümümüze üzülmesinler, demişlerdi. İkişer rekat namaz kıldılar. Ellerini kaldırıp, son dualarını yaptıkları o anı unutamıyorum... Yüzleri o kadar nurlanmıştı ki...
Az sonra görevlilerle infazın yapılacağı bahçeye çıktık. Bahçe projektörlerle aydınlatılmış, ortalık gündüz gibiydi. Sehpalar kurulmuş yağlı urgan parlıyordu. Ürpertici bir manzara vardı... Az sonra iki genç insanın dünyaları değişecekti. Bir an, kendimi onların yerine koydum... Altmışı geçmiş yaşımda, dünyadan alacağım fazla bir lezzet de kalmadığı halde, çok korkmuştum... Heyecandan elimin, ayağımın titrediğini hissediyordum. Böyle bir anda korkmadan, heyecanlanmadan normal olabilmek, kamil bir imana sahip olmayı gerektirirdi... İnfaza önce Selçuk’tan başlandı. Selçuk’un yaftası boynuna asılmıştı. Sehpaya yürümeden göz göze gelmiştik. -Allah’a gidiyorsun Selçuk!, demiştim. Tebessümle başını salladı... Tekbir getiriyordu. Sehpanın altındaki tabureye çıktı. Cellat, boynuna urganı geçirirken, Selçuk Cellat’a bir şeyler söyleyince Cellat, bir an durakladı. Selçuk, sürekli Kelime-i şahadet getiriyordu. Cellat, tabureye vurduğunda, Selçuk urganda asılı olarak bir sağa, bir sola sallanıp, kıbleye doğru boynu bükük bakar halde ruhunu teslim etti. Bir müddet asılı bekletildikten sonra, Savcı askerlerin de yardımıyla, Selçuk’un boynundan urganı çıkardı... Selçuk’u bir masaya yatırdılar. Gözleri bir başka aleme bakıyordu. Gözlerini kapatıp ona Yasin okudum... Daha sonra Halil’i getirdiler. Onun da boynuna yafta takılmıştı. Ona da, -Halil, Allah’a gidiyorsun, dedim. O da, tebessümle başını sallayarak, -Biliyorum Hocam!, diyerek karşılık verdi ve tekbir getirerek sehpaya yürüdü. Urgan boynuna geçirilirken o da, Cellat’a bir şeyler söyledi. Cellat, aynı tavrı göstermişti. Kelime-i şahadet getirirken Cellat, tabureyi ayağının altından çekti. Halil de, Selçuk gibi boynu bükük kıbleye bakar halde, ruhunu teslim etti. Halil’in de boğazından urganı Savcı çıkardıktan sonra, masaya yatırdılar. Halil’in de gözleri açıktı; sevinçle uzaklara bakıyordu… Gözlerini kapatıp, ona da Yasin okudum. Mesleğim gereği nice ölü görmüştüm; fakat bunlar hiç ölüye benzemiyordu... Onlarda yorgun bir müminin uyku hali vardı. Selçuk ile Halil’in, Cellat’a ne söylediklerini merak ediyordum. Duvarın kenarında çömelip, önüne bakan Cellat’ın yanına gittim. Halil ile Selçuk’un, ne söylediğini sorduğumda, -Ben böyle insanlar görmedim. Öncekiler bana küfür ediyordu; bunlar ise, -Hakkını helal et, dediler... diyerek, içini çekiyordu…” Mehmet Karanfil GELİNLİK... 1983 yılının Mayıs ayıydı. Konya Askeri Cezaevinden alınarak başka bir mahkemem için İzmir Buca Cezaevine getirildim. Yol boyunca tam bir ölüm mahkumu muamelesi görmüş, dünyaya bir veda psikolojisiyle bakmıştım... İçimde bir his bu güneşi, bu ağaçları, bu dünyayı bir daha görmeyeceksin diyordu. Bu duygularla bir şafak vakti, Buca Cezaevine teslim edildim. Mahkeme saatine kadar, kapıaltı tabir edilen, mahkemeye giden tutukluların toplandığı yerde bekletilecek, mahkemeden sonra da verilen karara göre ya yeniden Konya ya gönderilecek ya da Buca Cezaevinde kalacaktım..... Beni en çok sevindiren, aylar sonra Bursa Cezaevinde bulunan arkadaşlarıma kavuşmam olmuştu. İhtilalden 3 yıl sonra, onlarla ilk defa görüşecek, ilk kez de kucaklaşma imkanı bulacaktım. Ama beni asıl sevindirecek olan, birkaç hafta önce idam cezasına çarptırılan Halil Esendağ ve Selçuk Duracıkı görmem olacaktı. Bundan dolayı müthiş heyecanlanıyordum. Halil benim yargılandığım Manisa ÜGD davasında idamla yargılanıyor, başka bir davadan (Turgutlu) idam cezasına çarptırılmasına rağmen mahkemelere getirilip götürülüyordu. Sabahın erken saatlerinde geldiğim Buca Cezaevinde hep onları düşünüyordum. İdam alan ve aylardan beri ölüm hücresinde infazı bekleyen arkadaşlarımın halet-i ruhiyelerini, ölüm cezasını nasıl karşıladıklarını merak ediyordum. Mahkeme saati yaklaştıkça yavaş yavaş koğuşlardan çıkarılan tutuklular da kapıda görünmeye başladılar. Gelenler içinden tanıdıklarla kucaklaşıyor, derin bir hasretle birbirimize sarılıyor, duygulu anlar yaşıyorduk.
Koğuşlardaki tutukluların kapı altına alınması bittikten sonra, sıra ölüm hücresindeki arkadaşlara gelmişti. Merak içindeydim, üç yıl görmediğim Halil acaba ne durumdaydı? Kesinleşen ölüm cezasını nasıl karşılamıştı?.. Kafam bu sorularla meşgulken, Halil Esendağ mütebessim bir yüzle çıka geldi. Yüzü çektiği çilelerle temizlenmiş, parlatılmış gibiydi. Asırlardır birbirimizi görmemiş insanlar gibi hasretle kucaklaştık. Sanki kalplerimizden birbirimize tatlı, ılık bir şeyler akıyordu. Kısa bir hal-hatır firsatı bile bulamadan gardiyanlar çağırdı, ikişer ikişer kelepçelenerek ring aracına bindirildik. İsteğim üzerine benim elim Halil in eliyle kelepçelenmiş; böylece mahkemeye gidinceye kadar yolda birkaç kelime olsun konuşma imkanımız olmuştu... O konuşurken bütün dikkatim satır aralarına gizlenmiş gerçek düsüncelerindeydi. Acaba korkuyor muydu? Acaba herhangi bir irade zaafı geçirmiş miydi? Vakit ilerledikçe Halil in tek kelimeyle; onu yendiğini ve ona çoktan hazır olduğunu görecektim. Ölümden bahsederken gülüyor. Allah tan ne gelirse baş üstüne, diyordu... Mahkemeye gelirken zaman zaman öteki arkadaşların sorularına cevap veriyor, böylece önceki mahkemeye giderken de olup bitenlerden haberdar oluyordum...
Bir arkadaş: -Gönderdiğimiz Gelinlikleri aldınız mı? diye sorunca - Aldık demiş. - Nasıl oldu deyince de: - Biraz uzun oldu deyivermişti... Sonraları mahkeme İzmir de kalmama karar verince ben de soruyu soran arkadaşlarla beraber aynı koğuşa konulmuş ve o zaman bu gelinlik meselesini sormuştum. - Nedir bu gelinlik? Ben bir şey anlayamadım? deyince anlattılar: - Geçen mahkeme Halil, bizden iki kefen istedi. Devletin idam esnasında giydirdiği kefenin torba gibi bir şey olduğunu, o kefenleri giymeleri halinde ellerinin, kollarının içeride kalacağını, rahat can çekişemeyeceklerini söyledi. Biz de koğuşa dönünce, elimizdeki avucumuzdaki parayı bir araya getirdik ama iki kefen alacak parayı bulamadık. Koğuşta 23 kişiyiz, üzerimizden iki kefen parası çıkmadı. Sonunda bir arkadaşımızın ailesinin getirdiği iki beyaz nevresimi cezaevi terzisinde diktirerek onlara gönderdik. Gelinlik dediğimiz, onlara gönderdiğimiz kefenlerdir... Çok sonradan anlamıştım Gelinliklerimiz uzun geldi derken kefenleri giydiklerini, kimbilir kaç gece böyle Azrail i bekleyerek sabahladıklarını... Ayrıca şu satırları yazdığım sırada bile düşünmeden edemiyorum nasıl oluyordu da 23 ülkücü iki kefen alacak parayı bulamıyordu. Halbuki tam o sıralar Türkiye de ve Avrupa da paralar toplanıyordu, ama nedense bir türlü cezaevlerine ulaşamıyordu. Bu hareketin kefen soyuculuktan zengin olan nice haini şimdi saygın adam rolünde geziyor; ama kim kimden hesap soracak Mahkeme salonunda duruşma saatini beklerken artık ölümü yendiğine emin olduğum Halil e sormuştum: - Nasıl bir gecede asılmak istersin? Halil biraz düşünmüş daha sonra cevap vermişti... - Yağmurun hafif çiselediği bir gecede... Duruşmadan sonra mahkeme benim İzmir de kalmama karar vermiş, arkadaşlarla birlikte Buca Cezaevine dönmüştüm. Kapıaltında Halil aramızdan alınmış, başka bir aleme götürülür gibi götürülmüştü. Bunun onu son görüşüm olduğunu biliyordum. BÜTÜN GECE BUCA YA RAHMET YAĞDI... İzmire geldikten birkaç gün sonra, yapılan istişarede koğuş başkanı seçilmiş, koğuşun düzen ve intizamını üstlenmiştim. Cezaevinde gazeteler her sabah bir sergi üzerinde koğuş kapılarına getirilir, tutuklular da mazgal deliğinden istedikleri gazeteleri alırlardı. Gazetelerimiz birkaç defa gelmemişti. Daha sonradan bunun manasını anlamıştık. İdam cezalarının infaz edileceğine dair haberlerin yer aldığı veya mahkumlarla ilgili yeni düzenlemenin gündeme geldiği günlerde cezaevi idaresi gazeteleri vermez, böylece mahkumların olay çıkarmasını da engellenmiş olurdu. Haziran ayı gelmiş, baharın bütün tazeliğiyle kendini gösterdiği günlerden biriydi. Ama o yıllarda bize bir türlü bahar gelmezdi. Şairin: Bahar gelmiş, çiçek açmış neyleyim mısraları da bu sebeple dilimizden eksik olmazdı. O sabah günlük haberleri herkesten önce okumak için gazetelerin gelmesini bekliyorduk Bir saat, iki saat derken, vakit öğleyi bulmuştu ama gazeteler gelmemişti. Gazeteler gecikince hepimizin içine de bir kurt düşmüştü. Acaba kim? Bugün kimi asacaklar? Çok beklemeden sorumuzun cevabını almıştık. Bir fırsatını bulan cezaevi terzisi kapıya gelerek mazgalı açmış ve o korkunç haberi vermişti. -Bahçede sehpa kuruluyor, bu gece Halil le Selçuk u asacaklar!.. Koca koğuş bir anda depreme uğramış gibi sarsılmıştı. Önce ürkütücü bir sessizlik ve şok hali yaşanmış, sonra çaresizlik içinde ne yapacağımızı şaşırmış vaziyette sağa sola koşturmuştuk. Bu koşuşturma, ölüm korkusunun veya panik halinin bir neticesi değil, çaresizlik, onlara ulaşamamak ve bu zor saatlerde onları teselli edememektendi... Acaba kararı radyodan duyunca ne demiş, ne yapmışlardı? Bütün bir koğuş tek yürek olmuş onları düşünüyor, onlarla ölümü paylaşıyorduk. Haberi aldıktan birkaç dakika sonra, mahkumları toplayarak kısa bir konuşma yaptım. Kuran bilenlere cüzleri dağıtarak, sabaha kadar Kuran okumalarını söyledim. Yapacağımız tek şey vardı: Dua ve Kuran la onlara ulaşmak. Saat 24.00 e kadar iki hatim indirdik. Saat 21.00 den itibaren de her yarım saatte bir koğuş penceresine çıkarak sela okumaya, Peygamber Efendimize salat-ü selam getirmeye başladım. Koğuş penceresinden yükselen sesimin onların hücrelerine kadar girdiğine inanıyor, salat-ü selamları da o duygularla okuyordum... Cezaevlerinde idamların infazı 01.00 de olurdu. Son defa sela okumak üzere pencereye çıktım. Halil in mahkeme salonunda söyledigi sözler aklıma geldi... Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterim. Elimi koğuş parmaklıklarından dışarıya uzattım, avucumu göğe doğru açtığımda aman Allahım bir yağmur Halil in duasına icabet edercesine çiseliyordu. Kendi kendime: - Ah Halil im! O gün Rabbimizden güneşleri yağdırmasını isteseydin, Rabbim o güneşleri bile yağdırırdı diye mırıldandım. Koğuş lal olmuş, göklerle birlikte Halil ve Selçuka ağlıyordu... Yorgun bir geceden sonra gardiyanların, müdür çağırıyor demelerine uyandım. Müdür üç kişiyi odasına çağırmıştı. Halil in asılmadan önce her birimize ayrı ayrı yazarak bıraktığı hediye ve emanetleri bize teslim etti. Hediyelerinden birini bana bırakmıştı. Gümüş yüzüğünü Murat Sancar isimli bir arkadaşa, eşyalarını da dağıtılmak üzere Salih Cerit e bırakmıştı. Eşyalarını alarak koğuşa geldik. Halil ve Selçuk un son anlarında yazdıkları mektup bizi rahatlatmış, ölüme metanetli gittikleri konusundaki kanaatlerimizi pekiştirmişti. Daha sonra mazgala gelen bazı gardiyanlar da idamı anlatarak: - Bu gece bütün Buca ya rahmet yağdı demişlerdi. Önce Selçuk, sonra Halil idam edilmiş, ikisi de sehpaya metanetle yürümüş, Kelime-i şehadet getirdikten sonra altlarındaki sehpa çekilmişti. İpte bir müddet salındıktan sonra sanki ilahi bir el uzanarak ikisinin de yönünü kıbleye çevirmişti. Bir gardiyan: - Halili indirdiğimizde başındaki takke yana düşmüş, hafif yatmıştı, biz böyle bir şey görmedik, diyorlardı. İnfazda bulunan Buca Muradiye imamı ise: -Bana hiç evliya gördün mü, diyen soranlara, Evet... Halil le Selçuku gördüm" diyeceğim...demişti Halil in bize emanet ettiği eşyalar, koğuş başkanı olduğum için bana teslim edildi. Hepsini tek tek inceledim. Özel eşyalarını ayırdım. Notlarını okudum. Notlar daha çok kılınan kaza namazları ile tutulan oruçların listesiydi. Ayrıca, ölümle ilgili ayet ve hadisler, bir yığın ilmihal bilgisiyle ilgili notlar vardı. Eşyalar arasında gazete kağıdına sarılmış küçük bir paket dikkatimi çekti. Çorap veya iç çamaşırı sanmıştım. Açtım ve baktım ki: Etrafı oyalı yeşil bir baş örtüsü. O an nasıl duygulandığımı, gözyaşlarımın nasıl boşaldığını anlatamam. Bütün koğuş ağlıyordu. Rahmetli Halil tutuklanmadan kısa bir süre önce evlenmiş, murat alamadan hapishane köşelerine düşmüştü. İhtimal ki, iki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde eşinin bu başörtüsü onun dert ortağı olmuştu. Dağıtılabilir eşyalarını dağıttıktan sonra, kalanları postayla babasına gönderdik. Halil in babası çok dindar, çok mütevekkil bir adamdı. Annesi de öyle. Çok sonraları, tahliye olunca evlerine ziyaret ettiğimde bu aileden böyle bir kahramanın niçin çıktığını anlamıştım. Eşyaları gönderdikten sonra takriben iki hafta sonra Halil in babasından hepimizi ürperten bir mektup geldi. Şöyle yazmıştı: Halil in annesi; oğlum şehit oldu mu? Olmadı mı? diye çok üzülüyordu. Bir gece rüyasında kendini cennette görüyor. Bütün sahabiler toplanmışlar, Hz. Peygamberi bekliyorlar. Halil in annesi, hanım sahabilerden birine yaklaşıp soruyor: - Bugün burada ne var ki böyle toplanmış bekliyorsunuz! Hanım sahabi cevap veriyor: - Bilmiyor musun, bugün burada şehit Halil Esendağ ın düğünü var. Nikahını Hz. Peygamber kılacak, onun için bekliyoruz. Bu rüyayı kime okumuşsak gözyaşlarını tutamamış mescide kapanıp ağlamıştı.