Kadının adı bile yoktur bir çok İslâm sıfatlı ülkede. Kadın dediğimizde muşahhas olarak şu şahsiyetleri kastediyoruz: “Anamız, ninemiz, kaynanamız, gelinimiz, hayat arkadaşımız, kızımız, sevgilimiz, arkadaşımız, kız kardeşimiz, ablamız, teyzemiz, halamız vesaire.” Kısacası “sadece ve sadece dişi” olan değil “insan” olan ve “camiye bile doğru dürüst sokmadığımız” hanımlarımız, hatunlarımız.
21. asra doğru ilerlediğimiz şu günlerde 7 yaşındaki kız çocuğu tesettüre uygun giyinmedi diye Afganistan Taliban Emirliğinde idam edilmektedir. Endonezya, Batı Cava’da bağdaştırmacı İslâm geleneklerine uygun olarak “gusaran“ adı altında 1-3 yaşlarında kız çocuğu bebekler sünnet edilmektedir. İsteyenler vahşeti izlemek için sözcüğü yazıp yutup çağırabilir. Yine Endonezya Sumatra ve Cava adasında 11-15 yaşlarındaki kız öğrencileri MUI denen Din Bilgileri Teşkilâtının da uygun görmesiyle her yıl Nisan ayı sıralarında “test keperawanan” adı altında bekâret testine tabi tutulmaktadırlar. Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri durumu “ülkemizde fuhuş artıyor” gerekçesiyle izah etmekte ve tepki toplamaktadır, Endonezya’da. Çocuklar ellerinde “benim organımın sahibi benim” pankartlarıyla yürüyüş yapmakta rezaleti protesto etmektedir. (yıl 2013)
1990 yılında Japonya’da idim. Japon televizyonları Arap şeyhlerine 10 dolar karşılığı 9-10 yaşlarında Hintli kız çocuklarının satıldığını haber olarak geçmişti. Hayır için değil. Tabi şeriat kılıfına uydurulmuş “bir erkek, çok hanım” için kullanılmak üzere. Satırların sahibi “çok evliliği “en azından fuhşu önlüyor” diye aptalca bir gerekçe ile savunan İslâm dünyası münevverlerini de görmüştür. Örnekler boldur.
Bu konuda sicili en temiz olan Mustafa Kemâl Paşa ve cumhuriyet Türkiyesi ciddi adımlar atmış olmasına rağmen ülkemizde her gün ortalama 6 kadınımız şiddet vesilesiyle öldürülmekte olduğunu gazetelerde okuyoruz.
Peki bugün rahmetli Atatürk’e küfür edenlerin kurs ve benzeri yerlerindeki “tecavüz, bademleme, alenen çocukların yakılması gibi yeniden hortlayan istismarlarına” ne demeli?
Siz bakmayın şu “ulama” din adamlarına. Konuşmaya ve palavra kesmeye geldi mi üzerlerine yok. Gerçekleri yüzlerine vurmalı bunların. Bir de sıkılmadan içinde bir tane hanımın bulunmadığı “İslâm’da kadın hakları” adı altında uluslararası, turistik harcırahı bol, milletin kesesinden çıkan giderlerle turlar düzenlerler. Daha da garibi bu turlar da her tarafı doldurmuş “er” lerden baka bir yaratık yoktur. Birbirlerini dinlerlerken de bilmem nerelerini de avkalarlar. (Bu ifadeler için okuyuculardan özür diliyorum. Başka türlü gördüğümüz manzarayı kibar ifadelerle izah edemiyoruz.) Bol bol atıp tutarlar. Malezya, Endonezya, Türkiye bu açıdan birbirine benzemektedir.
“Zeytindağı“ adlı eserinde Falih Rıfkı Atay 1915 yılındaki Filistin Araplarının durumundan bahsederken şunları yazıyor: “Şeyhlerin ceza usulleri için garip hikâyeler işittim. Meselâ bikrini (kızlık) arzusuyla yok ettiren kadınla erkeği kendi babalarına yahut kardeşlerine idam ettirmek adetmiş. Katiller ya diyet veriyor yahut öldürülüyor. Diyet kırk adi deve, bir beyaz dişi hecin, evlenebilir kızdan ibarettir. Bu kız ölen adamın en yakın erkek akrabasının çadırına götürülür ve bir erkek çocuğu doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik eder. Doğurduğu çocuk sağ koltuğuna bir kılıç sıkıştırdığı vakit sağ elinde testi tutabilecek yaşa gelir gelmez katilin zavallı kızı, Şeyhler Meclisi’nin huzuruna çıkar ve efendisine --Bu çocuk kimindir? der. Eğer adam --Yemin ederimki, benimdir! Cevabını verirse, çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle ilgisini keser ve familyasının yanına döner.” (Syf. 123, Pozitif 2016, İstanbul, Kültür Bakanlığı Sertifikası: 1206-34-004355, İstanbul, Toplam 171 sayfa. www.artidagitim.com)
Evet 1915 lerde durum bu idi. Tabi bu noktada şunu ısrarla vurgulamak gerekir, din mi? Ulusal karakter mi? Bu ikilemi çözmek için düşünmek yeterlidir. Her yerde ulusal karakter dine damgasını vurmaktadır. Pislik içinde yüzen Cakarta, Glodok, Budist Çin tapınakları ile tertemiz Tokyo, Shinjuku Budist tapınakları aynı dine iki farklı milletin vurduğu damgayı ispatlar: Japon milleti temizlik, düzen ve disiplin Çin milleti ise pislik ve dağınıklık karakterini ispatladığını satırların sahibi bizzat gördü ve tecrübe etmiştir.
Bu noktada ırkçılık hissiyatı içinde değil de millet olarak şunu vurgulamak gerekmektedir:
Din; ulamanın dediğinin aksine derilere ve gırtlaklara kadar işler. Yüreklere kadar işleyen bir din sadece uyuşturulmuş şeyhlerin beyin kapasiteleri ölçüsünde köleler üretmek için kullanılmıştır. Eğer İslâm dini akıl ölçeğinde ilerleseydi beyinlere ve yüreklere işleyecekti.
Yukarıda kaydettiğimiz manzaralar olmayacaktı.
Bunu kanıtlamak için Türkiye’deki “müezzinlik” uygulamaları ile diğer İslâm ülkelerindeki aynı türden uygulamaları karşılaştırmanız yeter. Ulamaya sorarsanız kafanızı karıştırırlar. Size sadre şifa cevap veremezler.
Hiçbir zaman inanmıyorumki Hazreti Muhammed’in anlattığı ve yaşadığı İslâm bu değildi.
İslâm; şeyhlerin, müritlerin, cemaatların, salamoncuların, narcıların, çizicilerin, burgucuların, tenzilcilerin, nayratçıların, Pensilvanya haininin ve türdeşlerinin ufku ile bakılacak bir din değildir. Hazreti Muhammed’in uygulamalarına bakınız ve aklınızı kullanınız diyorum. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyen kurnazların peşinden gitmeyiniz. Yoksa herşeyiniz gider, evladu iyaliniz, kızınız, oğlunuz da telef olur gider bu yollarda.
Eğer “İslâm’ın şartı beş, altıncısı insaf” diyen atalarımızın yolundan gideceksek hanımlarımızı ve alevi kardeşlerimizi kucaklayacak bir İslâm zihniyetine ihtiyacımız vardır. Bu da lâiklikle olur. Cemaat veya cerahat çerçeveli siyaset ve idare ile değil. Millet ölçekli, “sılai millet” ufuklu (sılai rahim değil) uygulamalarla hak ettiğimiz yerlere ulaşırız vesselâm.
21. asra doğru ilerlediğimiz şu günlerde 7 yaşındaki kız çocuğu tesettüre uygun giyinmedi diye Afganistan Taliban Emirliğinde idam edilmektedir. Endonezya, Batı Cava’da bağdaştırmacı İslâm geleneklerine uygun olarak “gusaran“ adı altında 1-3 yaşlarında kız çocuğu bebekler sünnet edilmektedir. İsteyenler vahşeti izlemek için sözcüğü yazıp yutup çağırabilir. Yine Endonezya Sumatra ve Cava adasında 11-15 yaşlarındaki kız öğrencileri MUI denen Din Bilgileri Teşkilâtının da uygun görmesiyle her yıl Nisan ayı sıralarında “test keperawanan” adı altında bekâret testine tabi tutulmaktadırlar. Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri durumu “ülkemizde fuhuş artıyor” gerekçesiyle izah etmekte ve tepki toplamaktadır, Endonezya’da. Çocuklar ellerinde “benim organımın sahibi benim” pankartlarıyla yürüyüş yapmakta rezaleti protesto etmektedir. (yıl 2013)
1990 yılında Japonya’da idim. Japon televizyonları Arap şeyhlerine 10 dolar karşılığı 9-10 yaşlarında Hintli kız çocuklarının satıldığını haber olarak geçmişti. Hayır için değil. Tabi şeriat kılıfına uydurulmuş “bir erkek, çok hanım” için kullanılmak üzere. Satırların sahibi “çok evliliği “en azından fuhşu önlüyor” diye aptalca bir gerekçe ile savunan İslâm dünyası münevverlerini de görmüştür. Örnekler boldur.
Bu konuda sicili en temiz olan Mustafa Kemâl Paşa ve cumhuriyet Türkiyesi ciddi adımlar atmış olmasına rağmen ülkemizde her gün ortalama 6 kadınımız şiddet vesilesiyle öldürülmekte olduğunu gazetelerde okuyoruz.
Peki bugün rahmetli Atatürk’e küfür edenlerin kurs ve benzeri yerlerindeki “tecavüz, bademleme, alenen çocukların yakılması gibi yeniden hortlayan istismarlarına” ne demeli?
Siz bakmayın şu “ulama” din adamlarına. Konuşmaya ve palavra kesmeye geldi mi üzerlerine yok. Gerçekleri yüzlerine vurmalı bunların. Bir de sıkılmadan içinde bir tane hanımın bulunmadığı “İslâm’da kadın hakları” adı altında uluslararası, turistik harcırahı bol, milletin kesesinden çıkan giderlerle turlar düzenlerler. Daha da garibi bu turlar da her tarafı doldurmuş “er” lerden baka bir yaratık yoktur. Birbirlerini dinlerlerken de bilmem nerelerini de avkalarlar. (Bu ifadeler için okuyuculardan özür diliyorum. Başka türlü gördüğümüz manzarayı kibar ifadelerle izah edemiyoruz.) Bol bol atıp tutarlar. Malezya, Endonezya, Türkiye bu açıdan birbirine benzemektedir.
“Zeytindağı“ adlı eserinde Falih Rıfkı Atay 1915 yılındaki Filistin Araplarının durumundan bahsederken şunları yazıyor: “Şeyhlerin ceza usulleri için garip hikâyeler işittim. Meselâ bikrini (kızlık) arzusuyla yok ettiren kadınla erkeği kendi babalarına yahut kardeşlerine idam ettirmek adetmiş. Katiller ya diyet veriyor yahut öldürülüyor. Diyet kırk adi deve, bir beyaz dişi hecin, evlenebilir kızdan ibarettir. Bu kız ölen adamın en yakın erkek akrabasının çadırına götürülür ve bir erkek çocuğu doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik eder. Doğurduğu çocuk sağ koltuğuna bir kılıç sıkıştırdığı vakit sağ elinde testi tutabilecek yaşa gelir gelmez katilin zavallı kızı, Şeyhler Meclisi’nin huzuruna çıkar ve efendisine --Bu çocuk kimindir? der. Eğer adam --Yemin ederimki, benimdir! Cevabını verirse, çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle ilgisini keser ve familyasının yanına döner.” (Syf. 123, Pozitif 2016, İstanbul, Kültür Bakanlığı Sertifikası: 1206-34-004355, İstanbul, Toplam 171 sayfa. www.artidagitim.com)
Evet 1915 lerde durum bu idi. Tabi bu noktada şunu ısrarla vurgulamak gerekir, din mi? Ulusal karakter mi? Bu ikilemi çözmek için düşünmek yeterlidir. Her yerde ulusal karakter dine damgasını vurmaktadır. Pislik içinde yüzen Cakarta, Glodok, Budist Çin tapınakları ile tertemiz Tokyo, Shinjuku Budist tapınakları aynı dine iki farklı milletin vurduğu damgayı ispatlar: Japon milleti temizlik, düzen ve disiplin Çin milleti ise pislik ve dağınıklık karakterini ispatladığını satırların sahibi bizzat gördü ve tecrübe etmiştir.
Bu noktada ırkçılık hissiyatı içinde değil de millet olarak şunu vurgulamak gerekmektedir:
Din; ulamanın dediğinin aksine derilere ve gırtlaklara kadar işler. Yüreklere kadar işleyen bir din sadece uyuşturulmuş şeyhlerin beyin kapasiteleri ölçüsünde köleler üretmek için kullanılmıştır. Eğer İslâm dini akıl ölçeğinde ilerleseydi beyinlere ve yüreklere işleyecekti.
Yukarıda kaydettiğimiz manzaralar olmayacaktı.
Bunu kanıtlamak için Türkiye’deki “müezzinlik” uygulamaları ile diğer İslâm ülkelerindeki aynı türden uygulamaları karşılaştırmanız yeter. Ulamaya sorarsanız kafanızı karıştırırlar. Size sadre şifa cevap veremezler.
Hiçbir zaman inanmıyorumki Hazreti Muhammed’in anlattığı ve yaşadığı İslâm bu değildi.
İslâm; şeyhlerin, müritlerin, cemaatların, salamoncuların, narcıların, çizicilerin, burgucuların, tenzilcilerin, nayratçıların, Pensilvanya haininin ve türdeşlerinin ufku ile bakılacak bir din değildir. Hazreti Muhammed’in uygulamalarına bakınız ve aklınızı kullanınız diyorum. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyen kurnazların peşinden gitmeyiniz. Yoksa herşeyiniz gider, evladu iyaliniz, kızınız, oğlunuz da telef olur gider bu yollarda.
Eğer “İslâm’ın şartı beş, altıncısı insaf” diyen atalarımızın yolundan gideceksek hanımlarımızı ve alevi kardeşlerimizi kucaklayacak bir İslâm zihniyetine ihtiyacımız vardır. Bu da lâiklikle olur. Cemaat veya cerahat çerçeveli siyaset ve idare ile değil. Millet ölçekli, “sılai millet” ufuklu (sılai rahim değil) uygulamalarla hak ettiğimiz yerlere ulaşırız vesselâm.