Allah’dan ne istiyoruz? Talebimiz nedir? Arap bencilliği, seks köleleri ile evlenmek hastalığı, İran inadı ve mezhep taassubu, Endonezlerin pasifize olmuş aşırı iyimserliği, Türklerin bölündükçe üreyen parçalanmışlığı, Arnavutların sadece kendi önüne bakan inatçılığı, Arapların psikolojik hezeyanını Afganların ve Pakistanlıların taassubunu mu? ‘Önümüze Allah adına diktiğimiz putları aşmamak için mutlu bir dünya ve ahiret talebimizi kısıtlamakta’ kendimizi avutmamıza numune olan şeylerdir bunlar.
Aslında; İslâm’dan ne istiyoruz? Allah’tan ne istiyoruz? Dünyadan ne bekliyoruz? Ahretten ne bekliyoruz? Sorularını peşpeşe sorup da hiçbirinin ötekisinden bir farkı olmadığını temel bakışı bir yakaladık mı sorunun tamamen çözülebileceğini görebilsek; çözüm yoluna girip de adam olmaya aday olacağız. Asrı saadet, illa da asrı saadet diyen İslam aydınlarının milyonlarca dolarlık villalarda korumalarla geçirdikleri tatlı günlerini jet sikilerle tatil merkezlerinde tamamlama bencilliğinin altında yatan cehaleti hemen kavrayacağız. Asrı saadet zihniyetini savunan İslâm züppelerinin bu yaman çelişkisi, günümüzde askeri yargıyı demokrasi adına savunan yargı çevresindeki züppelerden de bir gram farkı olmadığını da anlamamıza yardımcı olacaktır. Ama soruyu bir türlü aklımızı önümüze koyup da soramıyoruz: İslâm’dan ne bekliyoruz? Hep bizim yerimize başkalarının düşünmesini istedik.
Mutlu bir dünya ve ahiret yaşamına talip olmamamızın en net delili olarak; kentlerimizin sokaklarından akan lağım derelerinden tutun da en üst düzey zenginimizden en alt düzey fakirimize kadar ortak karakterimiz olan dilenci kültürü, ve bunu İslâm kaynakları ile yoğurma girişimlerimiz önümüzde durmaktadır. İslâm bize istediğimizi veriyor. Ama biz İslâm’a istediğini veriyor muyuz?
Allah bizden akılcı bir yolda ilerlememizi, ahirete taşıdığımız sorumluluklarımızın şu anda ve Dünyada her an gerçekleşmekte olan olgularla sıkı sıkıya ilgisi olduğunu ve peşinen ödememiz gerektiğini istemektedir. Bir ünlü şarkıcımızın Allah Allah diye bir ünlü şarkısında 66 kez Allah diye tekrar ettiği gibi biz de gün de bir kez de olsa serenat dahi olmasa bir kezcik O’na inandığımızı belgelemek için onu en çok istismar ettiğimizi kendi kendimize itiraf ederek yüreğimize ve aklımıza tanışmak sorumluluğunu üstlenmeliyiz.
Aynı gurubun yükünü taşıyorsak, aynı İslâm dünyasını temsil ediyorsak, görmezden gelmek vurdumduymazlığının, aymazlığının, görmezden gelme ama zamana bırakma yöntemini terketmek zorunda olduğumuzu anlamalıyız. Sürekli görmezden gelme, idareyi maslahat tarzında yaşama felsefesi, ruhların ölü canları taşıdığını hastalığı ve onulmaz felci beslediğini anlamak zorundayız. Biz müslümanız ama sorumsuzuz. Tavrımız karşımızdakilere bunu söyletmektedir.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi canlı cansız herşey onun emrinde (Casiye, 13) diye varlıkların en üstünü (İsra, 70) diye nitelendirdiği insana neden müslümanlık anlayışımıza dayalı sorumsuzluk anlayışı şırıngalıyoruz? Neden yaşamaya ciddi bakmıyoruz? Yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olmak (Sad, 71) sadece bize ait değil midir? Allah bizi çamurdan yarattı ve kendi ruhundan üfledi. İçimizde Allah’tan bir parça var.
İnsanların fıtratındaki din; tevhit olduğuna göre neden birbirimizi boğazlıyoruz?
Müslümana düşen görev o fıtratı geri döndürecek numuneleri ortaya koymak olmalıdır. Yeryüzünde Allah’ın numunesi olduğuna inanan müminlerin yaşadıkları sokaklardan lağım akıyor. Mezhep taassubu, itimatsızlık, sadaka kültürü adı altında dilenci üretimi diz boyu böyle bir görüntü ile hangi millete örnek teşkil edeceğiz.
İdrak ettiğimiz evren; uçsuz bucaksız kainat ise; kurallarımız da uçsuz bucaksız kainatı kucaklamalıdır. Ama hala; el ile yemenin sünneti şerife uymak zorunluğu olduğunu ciddi ciddi anlatıyor ve nesillerimize öğretiyor isek önünümüzde bir 1.500 sene daha varki üzerimize sorumluluk duygusu çöksün. Kendimizi önce sorumluluk alanımızın, bedenimizin çevrelediği alan olarak görüp de sonra da bedenimize ait sorumluğumuzu başkalarına terkederek, başkalarının sırtına yükleyerek, İslâm’ı yaşadığımızı sanıyoruz.
Aklımıza ve kişiliğimize bir gram saygısı olmayan liderlerimiz; İslâm adına yaptıkları hizmetler için bizleri çıkar kaynağı olarak gördüklerinden cesetlerimize ve gözyaşlarımıza son derece saygılı ama cüzdanlarımıza ve bedenlerimize karşı saldırgan, altın yumurtlayan tavuk edasıyla son derece iştahlı olduklarını görmemiz için onların nasıl yaşadıklarına bakmamız bize yeter ve artar bile. Cesetlerimiz ve kanlarımız onların yaşam kaynağı olarak ellerine tarafımızfan teslim edilmiştir. İdrak ettiğimiz İslâm bize düşünmememizi emretmekte olduğundan önümüzde uzun ve ince bir yol inşa etiğimizi görememekteyiz. Bu ülke zaten yalan üzerine inşa edilmiş sahte bir düzenin nereye kadar gideceğini tecrübe etmekte olduğundan insanlarımız; öncelikle aklını kullanmayı öğretmemiz gereken bir İslam zihniyetine ekmek su kadar ihtiyacımız olduğu aşikardır. “Kuran’a zarar veriyorsa İslam’a zarar veriyor” diyerek kolaya kaçıp, sorumluluğu atmanın en halis delili olarak önümüzde duruyorken “Neden Kuran’a verilen zarar dediğimiz şey aslında bizim kendi kendimize verdiğimiz zarar oluyor?” sorusuna tebdil olamamaktadır. Öğrettiğimiz İslâm; bize akıl kullanmayı yasaklamakta; gideceğimiz cehennem yolunun taşlarını saydırmaktadır. “Cennete gideceğimizi söyleyenler canla başla bizim cennet yoluna ortak olmakta, kendileri cennete giderken bizi hiç akıllarına bile getirmemektedirler” Tabiiki bu cebimizdeki İslâmi güç söz konusu olduğunda cennetimizin yoluna ortaklık davası olmakta ama beynimizden çıkan bir fikir söz konusu olduğunda ise küfre varan bir suçlama ile karşılaşmamak elde değildir.
“Kuran’a verilen zarar” denilen yorumlamalar; düşünmeyen beyinleri harekete geçirmek için atılmış bir küçücük alev topu olabilirdi. Çünkü Kuran’a ve İslâm’a verilen zarar diye bize yutturulan beynimizi kullanmamak ve bizim yerimize beyinlerini kullananlara tabi olmaktır, öyle değil mi?
Niçin hep “kime güveneceğiz?” sorusuna takılmakta ve oradan bir adım öteye bile gidememekteyiz? Sadece ve sadece birbirimize asla ve asla hiç itimat etmemek üzere yemin ve iman etmişiz. İslam bizden bunu mu istemektedir? Korkuyla hareket edip güvence alabilecek bir mecra, bir menba arıyoruz. O da çok kolay! Yerimize düşünenler var. Baktığımız Kuran sadece bizim köye inmiştir de ondan! Belki de köyümüzdeki hocaefendiye. Bu hocaefendi T.V de boy gösteriyor diye sizin köy ile bizim köyü karıştırmanın gereği de yoktur.
İtimat edememek, güvenememek, birbirinden şüphe etmek bizi başkalarının gıpta ile bakacağı zenginliklerimizden uzaklaştırmakta ve özendirici sistem kurmamızı engellemektedir. Sokaklarımızın akla gelebilecek her türlü çevresel sorunla karşı karşıya olması, İstanbul’daki 300 dereden lağım akması bizim İslam dinine özünden bakamadığımzın en acıklı bir kanıtıdır. Resmi açıklamadır 300 dereden lağım suyu aktığı.
Müslümanlığımızın en güzel kanıtı yaşadığımız çevre, oturduğumuz ev, yattığımız yatak, gezdiğimiz sokaklar, sürdüğümüz arabalar, aklınıza gelebilecek her türlü ortam olduğuna göre; neden dini eylemlerimizi yaşadığımız çevreyle hiç ilişkisi olmayan apayrı sanal bir Dünyaya ait sorumluluklarmış gibi gördüğümüzü kendi kendimize sormalıyız. “Tanrı insanı, insanlar kenti yarattı” diyen bir İngiliz atasözü bizim insan olarak medeni yaşama yaptığımız katkıyı veciz bir ifade ile vurgulamaktadır.
Aynı yolun sonuna kadar gittiğimizde teknoloji ve bilgi üretenleri hayranlıkla seyredip aşağılık duygumuzu “Almanlar, Japonlar ne kadar da zekiymiş” diyerek kendi aklımıza en büyük hakareti yapmakta olduğumuzu, şahdamarımızdan da bize yakın Allah’ın verdiği 15 santim kadar yukarıdaki beynimizde taşıdığımız aklımıza hakaret olduğunu idrak etmek gerekmektedir.
İslam bizden ne istiyor? Biz İslâm’dan ne istiyoruz? Her iki soru da ‘ha kel Hasan ha Hasan kel’ Anadolu kaba tabirinde istikameti gösterilen doğru yolu bulmamız için giriş güzergahı olduğunu anlama zamanımız gelmiştir.
Biz İslâm’dan birbirimize güvenmemeyi bize salık vermesini istiyoruz, ama İslâm ise bizden insana güvenmemizi salık vermektedir. Bu kadar basittir.
Eğer bir din “insana indim” diyor ise kafamızı kaldırıp “güneşi” görebileceğiz. Bunun dışındaki bir söylem; bizi dini liderlerimizin veya güncel tabiriyle kanaat önderlerinin insafına terkedecektir.