Kadir Amca (Çakmakçı Kadir) Umre ziyareti sırasında Rahmetullah’a kavuşmuştur.
İki kapılı bu hanın doğum kapısından çıktığı yolculuğunu, tam olarak gönlünün istediği topraklarda ölüm kapısında sona erdirerek tamamladı.
Allah ondan çok razı olsun, rahmetini daim etsin.
Doğru dürüst okul yüzü görmediğini biliyorum ama o, “Hayat Üniversitesi”nin çok değerli hocalarındandı.
Aşağıda bizzat ondan dinlediğim bir olayı konu alan bir hikâye okuyacaksınız. Çok önceleri yazılmış bu hikâyeyi onu daha iyi anlatabileceğimi düşünerek, dualarınızı dileyerek sunuyorum…
İMAM-I GAZÂLÎ BASTON OLUNCA
Dükkânda genellikle o konuşup anlatır. Kış günlerinde, kaynamakta olan ıhlamurdan bir bardak ikram etmişse bu, gelenin sohbetinden hoşlanıyor demektir. O zaman hem çalışır, hem dinler. Dinledikçe elleri çabuklaşır, yorgunluğu duman duman dağılıverir sanki bir bardak ıhlamurda.
Çilingir dükkânı değil de sanki bir okul, bir kütüphanedir burası. Birçok kişi “Kadir Amcanın Kıraathanesi” der dükkânına. Duvarlarda bulabildiği her boşluğu ya gazetelerden kesilmiş yazılar, ya bir şiir veya özlü bir sözle donatmıştır. İlk bakışta gelişigüzel serpiştirilmişçesine dağınık bir görüntü verse de, şuraya buraya bırakılmış gazete ve dergiler, her an bir müşterinin gözlerinin içine içine bakmaktadır sanki. Alış verişten edeceği kârdan daha çok, bir kişinin bir kelime öğrenmesinden kârlı çıktığını düşünür Kadir Amca...
Bir yandan elinin ustalığına güvenmenin rahatlığında çalışırken, öbür yandan gözleriyle geleni, gideni tarar, kimlik ve kişilik tartısı yapar. Daha karşısındaki bir istekte bulunmadan eli tezgâhlarda dolanır, konuşmanın ritmini bozmadan alışılmış bir işaret diliyle müşterisini yolcu eder.
Ona göre bu küçücük dükkâna üç çeşit insan uğrar:
Alıcılar, satıcılar, gelip geçiciler.
Konuştuğu zamanlardaki müşteriler alıcı sınıfında okuyanlardır. O an, Kadir Amcanın en lezzetli anıdır. Coştukça coşar, anlattıklarına yazar adları, eser sayfaları da eklenince, sohbetin tadı tuzu bir başka hâl alır. Bir kere tadanlar, lezzetinden vazgeçilmeyecek bu ziyafet sofrasından gecikerek kalkar, varacakları yerlere gecikerek ulaşırlar.
Eğer dinliyorsa, iyi bir satıcıdır gelen. O zaman dikkatli bir öğrencinin gözlerinin berraklığında bakar gözleri. Bildiği bir konuda konuşuluyor olsa bile, yine aynı canlılıkta dinler, ara sıra sorular sorar. Bunu, genellikle dükkânda bulunanlar için yapar. İster ki konu iyice anlatılsın ve anlaşılsın. Herkes dağılıp yalnız kaldığınızda kulağınıza eğilip: “İyi oldu, herkes kısmetine düşeni almıştır inşallah,” deyip keyifli keyifli gülerken konuşulanların önemini yeniden keşfetmiş olursunuz.
Gelip geçiciler sınıfındakilerse ilk defa uğrayanlarla, ara sıra gelenlerdir. Onların işlerini çabuklaştırıp gönderir. Sohbetin soğumasını engellemedeki bu ustalığı ancak Kadir Amcayı tanıyanlar fark edebilir...
İkindi namazından çıktığında her zamankinin aksine dükkânına dönmedi. Avluda şöyle sohbet edebileceği birilerini araştırdı gözleriyle. Yaz günlerinde ara sıra ikindi namazından sonra yandaki çay ocağına geçer, biraz sohbete dalardı. Böylece dükkânın dışındaki dünyada olup bitenlerle tanışmış olurdu...
Bakınırken avlunun sol tarafındaki çay ocağına doğru yürüyen beş kişiye takıldı gözleri. Uzun aksakalı, başında beresi, şalvar üzerine giyilmiş cüppemsi açık gri paltosu, elindeki gösterişli bastonuyla hemen fark edilen birinin bir adım gerisinde dört kişi, saygıda kusur etmemek istercesine, konuşmadan yürüyorlardı. Son günlerde birden bire cami çıkışlarında bu görüntüye sıkça rastlıyordu. Nereden türemişti bunlar?... Merak ediyor, konuşabilmek için can atıyordu. İçlerinden birisini şöyle
böyle tanıyordu. “ Bu iyi,” dedi kendi kendine. “Cılız da olsa bir dalımız oldu hiç yoktan. Varıp konalım dalcağızımıza. Bakalım dal bizi çekecek mi? ” Böyle geçti aklından, o tarafa yürüdü...
Selâm vererek yanlarına oturdu. Eh işte, öylesine bir selâm alışları oldu. Sadece dükkânında birkaç kere iş gereği konuştuğu, gençlikten orta yaşlılığa geçmekte olanı buyur etti. “ Sağ ol canım,” dedi. Baktı kimsenin konuşmaya niyeti yok, o da diğerleri gibi gözlerini yere indirerek sessizce beklemeye başladı...
Dakikalar geçiyor, konuşulmuyordu. Anlamıştı varlığının bu sessizlikteki payını. “Sen misin bu kadar meraklı olan… Şimdi kös kös oturursun işte böyle!” diye geçirdi içinden. Bir ara kalkmayı düşündü, vazgeçti. Ağızları çözülünceye kadar beklemeye karar verdi. Bekledi, bekledi...
Böyle konuşmadan, dinlemeden, gözlerini karşısındakilerden kaçırırcasına bir noktaya dikmiş halde oturmaya alışık değildi...
Duramadı. Gözlerini yavaş yavaş yerden kaldırırken uzun akça sakallı olanın kendisine bakmakta olduğunu fark etti. “İyi ki varlığımdan haberdar oldunuz” dedi kendi kendine. Üzerine gümüş kakma ile besmele yazılı bastonunu görünce: ”Bu da öbürleri gibi, ham softanın gösteriş meraklısı, hem de cahili... ” diye geçirdi aklından.
Arap harfleriyle dikine kazınmış besmelenin üzerinde alt alta “A, U ” harfleri de vardı. Adının baş harfleri olmalıydı.
- Üstadım, dedi, lütfetseniz de heybemizi biraz doldursak...
Anlamadı üstat, şaşkın şaşkın:
- Ne heebesi?... diye sordu kaba bir sesle.
Şimdi yakalamıştı en can alıcı yerinden. İlk görüşte, kılık kıyafetine az gelenlerden olduğunu sezmişti zaten. Bilgi ve görgü noksanlığıydı bunları farklı giyindiren, alışılagelmişin dışına taşıran. Sık sık: “Viran dükkânın gösterişli camekânı olur” der dururdu ya, bu onlardandı. Keyiflendi:
- Gönül heybesi üstadım, gönül heybesi... Sizin gibi üstatlarımız olmasa gönlümüz boş kalır.
-Ne konuşalım ki!... diye fısıldadı kısık, fakat azıcık gururu okşanmışçasında bir sesle. Ortada bir mevzu yokken...
- Size mevzu kıtlığı mı olur üstadım.? Anladığım kadarıyla arkadaşlar zatı âlinize saygıda kusur etmemek için susuyorlar. Bari siz susmayın da ilminizle bereketlenelim.
Rahatlatmıştı karşısındakini. Son cümlesindeki ses tonunda, yeni konuşmaya başlayan bir çocuğun saf öğrenme merakı vardı. Sohbetin kapısını aralamaya başladığını hissediyordu. Kadir Amcanın böyle durumlarda karşısındakini incitmeden, ürkütmeden sözü, sohbeti başlatmada üstüne yoktur zaten.
Adam açılmış, konuşmaya başlamıştı. Diğer dört kişi, yere bakmayı bırakmışlardı artık. Kadir Amcanın yüzüne bakarak, anlatılanların tesirini okumaya çalışıyorlardı. Belki içlerinden, “ bir kişi daha kazandıklarını” bile düşünüyorlardı.
Söz döndü, dolaştı, sakala, bıyığa geldi. Üstat, uzun sakalına rağmen, bıyıksızdı. Benzerleri gibi bıyıksız, cüppeli, şalvarlıydı. Derken esas bombayı patlattı:
-Bıyık haramdır, dedi kesin bir sesle. Diğerleri yeni bir şey öğrenmenin şaşkınlığında alt dudaklarını ısırmış, birbirlerine bakıp “Yaa!... Bak, gördün mü?” gibilerden başlarını hafi hafif aşağı yukarı sallarken Kadir Amca, şaşırmış ve hayret etmişti:
- Öyle mi üstadım?.. diye sordu.. Adam, sözlerinin tesirini görünce, yerinden şöyle bir ırgalanıp sakalını birkaç kere sıvazlarken:
-Evet, haramdır!.. İmam-ı Gazâlî’de okudum. Orada diyor ki: “Bıyık, yemekte on kere kaşığa değse, haram olur...”
Kadir Amca, öbürlerinin yüzüne baktı. Çok önemli bir şey öğrenmenin hazzı yansımıştı yüzlerine. Bunlar, bilgiden yoksun adamlardı. Kulaktan dolma ne öğrendilerse o vardı akıllarında. Bir de gözleyerek öğrendikleri…
İşte yeni bir konu daha öğrenmişlerdi. Kılığı, kıyafeti biraz düzgün, başkalarından farklı kim ne söylerse, ona inanırlardı. İlk söyleyen ne söylemişse onu alır, doğru olsa bile, sonradan duyduklarını, imanlarını çalma gayreti sayarlardı.
Derin bir nefes aldı Kadir Amca ve sordu:
- Bu konuyu Gazalî’nin hangi eserinde okuduğunuzu öğrenebilir miyim?..
Adam irkildi. Deminden beri gittikçe dikleşen omuzları birden bire aşağıya düştü. Böyle bir soru beklemiyordu. O, böyle sorulara alışık değildi. Aklına geleni söyler, etrafında dolaştırdığı adamlar dinlerdi. “Nereden çıkmıştı şimdi bu soru. Böyle uluorta soru sorulur muydu? “ Keyfi kaçmış bir halde, yarım ağızla:
- Şimdi hatırlamıyorum, derken bakışlarını yere indirdi.
- Üstadım, Gazâlî’nin hangi eserlerini okudunuz?
- Bir sürü eseri var Gazâlî Hazretlerinin. Hangisini sayayım...
- Üstat, Gazalî hangi asırda yaşamıştır?
-....
-Peki, onu geçelim, çok da önemli değil zaten. Haram nedir, mekruh nedir? Önce buna cevap ver bakalım. Kadir Amca, sesini böyle yükseltip kaşlarını hafifçe çatınca, kabaca diklendi adam:
- Sen beni imtahan mı ediyorsun? diye çıkıştı. Diğerleri sabırsızlanmaya, derinden derine solumaya başlamışlardı bile. Öfkeliydiler. “Şunun şurasında uzatacak ne vardı? Üstat haram demişse, bir bildiği vardı elbet...”
Kadir Amcanın bu şekilde seslenişi zavallıya yetti. “Sen beni imtahan mı ediyorsun?” dedi demesine ya, karşısındakinin zerrece geri adım atmayacağını da sezdi. Ezildikçe ezilmeye, sözü dolandırmaya çalışıyordu. Gazalî’nin sadece adını duymuştu, o kadar... Etrafındakilerin bu ismi daha önce hiç duymadıkları her hallerinden anlaşılıyordu.
-Söyle bakalım, haram nedir, mekruh nedir?...
-...
-Bunu da bilmediğin belli. Besmele’yi bastonuna yazdırmışsın ama onu belden aşağıda dolaştırıyorsun. Türk –İslâm kültüründe böyle bir davranış yok... Hadi kalın sağlıcakla...
Hışımla kalktı yerinden...
Dükkâna döndüğünde Kadir Amcanın pek tadı, tuzu yoktu.