Yavuz Çağlar
Vahşet senesinin evladıyım ben. Bu kahpe dünyaya acı, zulüm, kan ve gözyaşı ile veda edenlerin öcünü alacakmışçasına parlayan adalet kılıçlarının kuşağındanım. Bir gün bile ağlama fırsatı tanınmadan henüz annelerinin karnındayken öldürülen kardeşlerimin acısına ortakmışçasına onların da yerine çatlarcasına ağlayarak doğanlardanım. “Haçlı’nın zulmü”ne karşı “Hilalin adaleti”nden, “Hilal’in kudreti”nden aman bekleyen kocamışların torunlarındanım.Vahşetin senfonisini aktarmak istiyordum sizlere, “insan”ım diyenin içini parçalayan günahkâr notalarla. Ancak mümkün olmadı; yapamadım, beceremedim… Gözünün önünde evladının derisi soyulan bir ananın feryadını hangi nota karşılayabilirdi? Ecdat yadigârı köprülerin, kubbelerine “âmin”lerin dolduğu ve kubbelerinden tekbirlerin taştığı camilerin feryadını hangi saz, hangi nota, hangi ağıt anlatabilirdi. Toprağı vatan yapmak üzere toprağa düşen kan damlalarının, kan ile toprağa maya olmak üzere dökülen gözyaşlarının o acı ahengine eş notaları aradım, kovaladım; ama ne aradığımı bulabildim ne de kovaladığımı yakalayabildim. Aradığım notaları ne Itri’de ne de Mehteran’da bulmak mümkün olmadı.Evet! Medeni(!) dünyanın gözleri önünde cereyan eden bir vahşeti –Bosna Soykırımı’nı- anlatamamanın, anlatabilecek kelimeler bulamamanın ıstırabını çekiyorum. Bu ıstırabın nedeni, yetersizlik ve beceriksizlik değil. Tek neden Sırp canavarlarının sergilediği vahşet ve kalleşliğe uygun düşecek kelimelerin aziz Türk milletinin lügatinde bulunmuyor olmasıdır. Türk, kahramanlara dünyanın en güzel destanlarını, methiyelerini hediye eder. Türk, erkekçe savaşanlara hakkını teslim etmesini bilir. Ancak Türk, kalleşliği, namertliği bilmediği gibi bu kara kavramların izahını da yapmakta güçlük çekmektedir.Adına ne dersek diyelim; soykırım, katliam, vahşet… Tüm bu isimlerin ortak paydasında tarifi imkânsız acılar, kederler, zulümler yatmaktadır. Tüm bu acıların sorumlularını yıllarca aradık, bu canavarlara lanetler yağdırdık. Ancak tarih süzgecinden geçirerek, deneyimlerimizi damıtarak ölümsüzleştirdiğimiz kelamlardan birini yine görmezden geldik; “iğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batır”amadık. Yanlışlarımızı, eksiklerimizi oturup kendi aramızda sorgulamadık. Balkanlar’ın niçin elden çıktığını tartışma gereği duymadık. Bundan sonrası için neler yapılabilirin kavgası verilmedi. “Bir gün Yugoslavya dağılırsa Yugoslavya sonrasına nasıl hazırlanmalıyız?” sorusu sorulmadı. Bosnalı kardeşlerimiz kadar Türk Dünyası ve İslam Âlemi’nin ağabeyi olan devletimiz de hatalıdır. Çünkü lanet ettiğimiz zalim Sırplar, zalimliklerinin ve canavarlıklarının gereğini yerine getirerek kendilerine yakışanı yapmış olmalarına rağmen bizler –adalet ve nizamın temsilcisi olan bizler- kendimize, şanımıza yakışan tarihi vazifeyi tam anlamıyla ifa edemedik.Bu büyük acıyı da tarih sahnesinde var olduğumuzdan bu yana hiç ama hiç kolay olmayan diğer sınavlarımız hanesine not ettik. Zaten bizler hiçbir zaman kolay bir sınavla karşılaşmadığımızın ve karşılaşmayacak olduğumuzun şuurunda olanlarız. Talebesi Türk, hocası tarih olan bir sınavın kolay olabileceğini düşünmek zaten ahmaklıktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Ancak her sınavın bu zamana kadar yapmış olduğumuz çalışmaların sonucu olduğu kadar bundan sonraki sınavlar için de bir ders niteliği taşıdığı gerçeğini hiçbir zaman unutmamak zorundayız.Derslerimizi doğru almamız ve pratiğe dönüştürmemiz elzem. Her şeyden evvel kuvvetli bir iman ve azimle çalışmak mecburiyetindeyiz; eğer Mostar’ın yine bir gün acıyla kıvranmasını, Drina’nın kan akmasını istemiyorsak.Hem de nasıl çalışmak…Tıpkı kâh bir inşaatta, kâh savaş meydanında; ama ne olursa olsun ümmetinin yanında, ümmetiyle birlikte kan ter içerisinde çalışan iki cihan güneşi Efendimiz(s.a.v.) gibi…Zorluklara, zahmetlere ne şekilde göğüs gerdiğini,“Dün gece yar hanesindeYastıcağım taş idiAltım toprak, üstüm yaprakYine gönlüm hoş idi.” mısralarıyla haykıran atam Yavuz gibi…Söğüt’ten kök almış yüce bir çınarın yüz binlerce yaprakları olarak bir lahza dahi yeise düşmeden kökünüze; dolayısıyla yaprakları olma şerefine nail olduğunuz bu ulu çınarın geleceğine “nasıl daha iyi hizmet edebilirim”in davacıları olacaksınız. Bileceksiniz ki; sizler dökülüp yok olsanız dahi sizin mücadeleniz sizden sonraki milyonlara hayat olacak, aş olacak, vatan olacak…Çalışacak, başaracak ve haklı gururunuzla Osmanlı’nın emanetçileri, şehitlerinizin bekçileri olarak meydan okuyacaksınız medenilere(!). Tüm gücünüzle haykıracaksınız Avrupa’ya ”hilal”in varlığını. Camiler, meydanlar, haneler yeniden şenlenecek; şehitlerinizin ruhu böyle şad olacak.Velhasıl-ı kelam zafer yine inşallah bizim olacak.Akif’in dizeleriyle selam ediyorum Bosnalı kardeşlerime, ciğeri yanık analara, babasız evlatlara. Akif’in dizeleriyle selam olsun kahraman şehitlere:“Bir dileğim var ölürüm isterimYurdumu tek düşman ayak basmasın.Âmin desin hep birden, birden yiğitlerAllah-u ekber gökten şehitler.Amin amin amin Allah-u ekberAmin amin amin Allah-u ekber.”
Vahşet senesinin evladıyım ben. Bu kahpe dünyaya acı, zulüm, kan ve gözyaşı ile veda edenlerin öcünü alacakmışçasına parlayan adalet kılıçlarının kuşağındanım. Bir gün bile ağlama fırsatı tanınmadan henüz annelerinin karnındayken öldürülen kardeşlerimin acısına ortakmışçasına onların da yerine çatlarcasına ağlayarak doğanlardanım. “Haçlı’nın zulmü”ne karşı “Hilalin adaleti”nden, “Hilal’in kudreti”nden aman bekleyen kocamışların torunlarındanım.Vahşetin senfonisini aktarmak istiyordum sizlere, “insan”ım diyenin içini parçalayan günahkâr notalarla. Ancak mümkün olmadı; yapamadım, beceremedim… Gözünün önünde evladının derisi soyulan bir ananın feryadını hangi nota karşılayabilirdi? Ecdat yadigârı köprülerin, kubbelerine “âmin”lerin dolduğu ve kubbelerinden tekbirlerin taştığı camilerin feryadını hangi saz, hangi nota, hangi ağıt anlatabilirdi. Toprağı vatan yapmak üzere toprağa düşen kan damlalarının, kan ile toprağa maya olmak üzere dökülen gözyaşlarının o acı ahengine eş notaları aradım, kovaladım; ama ne aradığımı bulabildim ne de kovaladığımı yakalayabildim. Aradığım notaları ne Itri’de ne de Mehteran’da bulmak mümkün olmadı.Evet! Medeni(!) dünyanın gözleri önünde cereyan eden bir vahşeti –Bosna Soykırımı’nı- anlatamamanın, anlatabilecek kelimeler bulamamanın ıstırabını çekiyorum. Bu ıstırabın nedeni, yetersizlik ve beceriksizlik değil. Tek neden Sırp canavarlarının sergilediği vahşet ve kalleşliğe uygun düşecek kelimelerin aziz Türk milletinin lügatinde bulunmuyor olmasıdır. Türk, kahramanlara dünyanın en güzel destanlarını, methiyelerini hediye eder. Türk, erkekçe savaşanlara hakkını teslim etmesini bilir. Ancak Türk, kalleşliği, namertliği bilmediği gibi bu kara kavramların izahını da yapmakta güçlük çekmektedir.Adına ne dersek diyelim; soykırım, katliam, vahşet… Tüm bu isimlerin ortak paydasında tarifi imkânsız acılar, kederler, zulümler yatmaktadır. Tüm bu acıların sorumlularını yıllarca aradık, bu canavarlara lanetler yağdırdık. Ancak tarih süzgecinden geçirerek, deneyimlerimizi damıtarak ölümsüzleştirdiğimiz kelamlardan birini yine görmezden geldik; “iğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batır”amadık. Yanlışlarımızı, eksiklerimizi oturup kendi aramızda sorgulamadık. Balkanlar’ın niçin elden çıktığını tartışma gereği duymadık. Bundan sonrası için neler yapılabilirin kavgası verilmedi. “Bir gün Yugoslavya dağılırsa Yugoslavya sonrasına nasıl hazırlanmalıyız?” sorusu sorulmadı. Bosnalı kardeşlerimiz kadar Türk Dünyası ve İslam Âlemi’nin ağabeyi olan devletimiz de hatalıdır. Çünkü lanet ettiğimiz zalim Sırplar, zalimliklerinin ve canavarlıklarının gereğini yerine getirerek kendilerine yakışanı yapmış olmalarına rağmen bizler –adalet ve nizamın temsilcisi olan bizler- kendimize, şanımıza yakışan tarihi vazifeyi tam anlamıyla ifa edemedik.Bu büyük acıyı da tarih sahnesinde var olduğumuzdan bu yana hiç ama hiç kolay olmayan diğer sınavlarımız hanesine not ettik. Zaten bizler hiçbir zaman kolay bir sınavla karşılaşmadığımızın ve karşılaşmayacak olduğumuzun şuurunda olanlarız. Talebesi Türk, hocası tarih olan bir sınavın kolay olabileceğini düşünmek zaten ahmaklıktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Ancak her sınavın bu zamana kadar yapmış olduğumuz çalışmaların sonucu olduğu kadar bundan sonraki sınavlar için de bir ders niteliği taşıdığı gerçeğini hiçbir zaman unutmamak zorundayız.Derslerimizi doğru almamız ve pratiğe dönüştürmemiz elzem. Her şeyden evvel kuvvetli bir iman ve azimle çalışmak mecburiyetindeyiz; eğer Mostar’ın yine bir gün acıyla kıvranmasını, Drina’nın kan akmasını istemiyorsak.Hem de nasıl çalışmak…Tıpkı kâh bir inşaatta, kâh savaş meydanında; ama ne olursa olsun ümmetinin yanında, ümmetiyle birlikte kan ter içerisinde çalışan iki cihan güneşi Efendimiz(s.a.v.) gibi…Zorluklara, zahmetlere ne şekilde göğüs gerdiğini,“Dün gece yar hanesindeYastıcağım taş idiAltım toprak, üstüm yaprakYine gönlüm hoş idi.” mısralarıyla haykıran atam Yavuz gibi…Söğüt’ten kök almış yüce bir çınarın yüz binlerce yaprakları olarak bir lahza dahi yeise düşmeden kökünüze; dolayısıyla yaprakları olma şerefine nail olduğunuz bu ulu çınarın geleceğine “nasıl daha iyi hizmet edebilirim”in davacıları olacaksınız. Bileceksiniz ki; sizler dökülüp yok olsanız dahi sizin mücadeleniz sizden sonraki milyonlara hayat olacak, aş olacak, vatan olacak…Çalışacak, başaracak ve haklı gururunuzla Osmanlı’nın emanetçileri, şehitlerinizin bekçileri olarak meydan okuyacaksınız medenilere(!). Tüm gücünüzle haykıracaksınız Avrupa’ya ”hilal”in varlığını. Camiler, meydanlar, haneler yeniden şenlenecek; şehitlerinizin ruhu böyle şad olacak.Velhasıl-ı kelam zafer yine inşallah bizim olacak.Akif’in dizeleriyle selam ediyorum Bosnalı kardeşlerime, ciğeri yanık analara, babasız evlatlara. Akif’in dizeleriyle selam olsun kahraman şehitlere:“Bir dileğim var ölürüm isterimYurdumu tek düşman ayak basmasın.Âmin desin hep birden, birden yiğitlerAllah-u ekber gökten şehitler.Amin amin amin Allah-u ekberAmin amin amin Allah-u ekber.”