(Çakal, sürüngen, kurt, tavuk, adamın korkağı, yiğidi, akıl züğürdünü test çalışmasıdır)
Hayatın işleyişini gözleyen biri olarak yaptığım tespite göre, “DÜM”, dedikodu üretim merkezlerine mesafeli durmak gerekmektedir. Tek kişilik “DÜM” olabileceği gibi bazı sosyal çevreler, siyasi muhalifler “DÜM”ün karargâhıdır adeta.
Zekâ ve bilgi seviyeleri ölçüsünde insanların en alttan yukarı doğru devamlı olarak kişileri ve kişilikleri, olayları, ara sıra da fikirleri tartıştıkları bilinen bir gerçektir.
Kim ne yedi/ne dedi, ne aldı/kaça aldı, ağaçtan düşen kedi dişi miydi, kim kimi seviyor, trafik kazalarında kaç kişi olmuş, kavgalar… kısaca gazetelerin 3.sayfa haberleridir bunların diline dolanan…
Bir kaza anında kurtarma ekibinin işlerini aksatır bu tipler. İlla görecek ki anlatacak malzemesi olsun.
Kavgaya tutuşan iki kişiyi gaza getirip olayı tırmandırma, sonra ilk karşılaştığı kalibresi düşüklere ayrıntısıyla anlatarak sosYAL kazanım edinme düşüklüklerini hatırlatmaya gerek bile görmüyorum.
Bunlar futbolun ve siyasetin çukurları değil midir? Tek sermayeleri meraklanıp meraklandırmak değil midir?
Söz gelimi yıllarca değişmeyen bir konudur: Transfer döneminde aynı futbolcuyu birden fazla kulüple ilişkilendirip veya birden fazla kulübün aynı futbolcuyla ilgilendiği yalanını yazan gazeteciler, bu “DÜM” teorimi çok önceden çözmüş olanlardır.
Dedikodu kültürü kadınlara mal edilse de bu, erkeklerin kadınlara karşı zalimce saldırısıdır. Erkekliğimden utanmama sebep olmuştur bu ağzında bakla ıslanmayan düşük erkekler…
Dedikodunun da akşam pazarı vardır. Malum, akşam pazarı ucuz olur. Taze, bayat olduğuna bakılmadan anlatılan basit olaylar esnaf çay ocaklarının, bazı küçük sanat erbabının iş yerleri dedikodu kaynar.
Ucuzluk pazarının kendine has bir sözlüğü vardır: Duydun mu, benden/senden laf çıkmaz, benden duymuş olma, aramızda kalsın, kimseye söyleme…
Vallahi, satıcı, ahmak alıcı yalanıdır hepsi…
Bu özetten sonra yaptığımız sosyal deneyin ayrıntılarına geçmek istiyorum:
Etrafımdaki bu tipleri kontrol ederek yaşadım ömür boyu. Gözümün, kulağımın, sözümün yularını hiç elimden bırakmadım. Neyi, nerede, ne kadar, kiminle konuşacağımın bir ölçüsü oldu.
Efendim, gençlerle hafta sonlarında yaptığımız iki saatlik eğitim çalışmasının konusunu “DÜM” olarak belirlemiştim. Sordum “DÜM nedir” diye…
Gerekli ilgi ve dikkati topladıktan, “DÜM” ün “Dedikodu Üretim Merkezi” demek olduğunu belirtikten sonra ekledim:
-Aman “DÜM”e dikkat ederek yaşayın. Herkesin bilmemesi gereken konuları onların ağzına sakız etmeyin ama çabuk yayılmasını istediğiniz bilgileri özellikle “aramızda kalsın” diyerek üfleyin kulaklarına, bekleyin. Çok olumlu sonuçlar alacaksınız, görün bakın…
O anda aklıma gelen bir deneyden bahsettim:
-Gelin bunu test edelim. İki hafta içinde herkes benim ne kadar soğan yediğimi konuşacak, eğer bu olmazsa bütün anlattıklarımı yok sayın…
Plân hazırdı. Bir ağabeyimiz herkese hal hatır sormadan önce “Nereye gidiyorsun/nereden geliyorsun, elindeki ne (kapalıysa mutlaka yoklayarak/açıp bakarak kontrol ederdi), kaça aldın…” diye sorguya çekerdi. Hele çocuklar üzerinden her evde ne yendiğini, kimin nerede olduğunu, eve gelen misafirleri tespit edip ötede beride yavşak yavşak anlatışı vardı, tarifi mümkün değil.
Perşembe ve Pazar günleri olmak üzere haftada iki defa Pazar kurulurdu. O abimiz Pazar girişinde durur, sorgulamaya “nereye gidiyorsun” la başlardı. Pazar yerinin girişindeki insana sorulacak en son soru buydu oysa…
Cuma akşamı bunları konuştuk, pazar sabah baktım abimiz yolu kesmiş… Daha soru sormasına fırsat vermeden:
-Acelem var, pazarda soğan kalmaz sonra, deyip geçtim.
Perşembe günü yine aynı sahne, ertesi pazar:
-Yine soğan mı alacaksın, deyince deneyimin umduğum gibi sonuçlanacağına inandım.
Ertesi pazar sabahı:
-Koş koş, pazarda soğan kalmaz, diye kıkırdamaya başlayınca:
-Yemeye ekmeğin olmasa da soğanın olsun, deyip verdim gazı, yürüdüm.
-Hocam, test çok olumlu sonuç verdi. Herkes sizin ne kadar soğan yediğinizi konuşuyor, diye gülerek anlattı gencin biri…
O hafta sonu yaptığımız değerlendirmede: “Hangi sözü kime, ne amaçla söylediğimize, kimin yanında bazı konuları konuşmayacağımıza çok dikkat etmeliyiz” sonucuna varmıştık.
Söz gelimi bir projeyle ilgili ön görüşmeleri yapıp olgunlaştırdıktan sonra bunu genele yaymadan önce bir tavşan atlet yani “dedikoducu” bulup konunun hiç alakası olmayan şekliyle yayılmasını sağladım önce ki gardaş eti çiğneyenler oyalansın diye. Sonra asıl toplantıda konuyu gerçek yönüyle dile getirince fitne dağarcıkları çalışamaz halde yakalanıp arıza çıkarmalarına fırsat bırakmamış oldum hep…
Bir ara ilköğretimde adına “DÜM” denmese de böyle bir saat vardı ve her sabah öğrenciler çevrelerindeki olayları anlatırlardı. Amaç, çocukların çevredeki olaylara duyarlı olmasını sağlamak ve toplum içinde rahat konuşmalarına katkı vermesiydi belki. Baktım ki bazı öğretmenler evlerde ne yendiğini, eşler arasındaki tartışmaları bile öğretmenler odasında konuşur olmuşlardı. Birinde dedim ki:
-Arkadaşlar, bakanlık bu ders saatini işte bu sebeple kaldırdı, haberiniz yok galiba…
Ne kadar çok üzülen olmuştu bu yalanıma… Ben bu dersi, daha önemli konulara ayırdım hep eğer önemli bir olay yoksa. Ev içinde kalması gereken bir anlatım varsa onu da belirterek kısa keserdim o saati…
Biz, müfredatla DÜM üreten bir sistemin içinden çıktık ama kişiliğimizi zedelemeden, bu yanlıştan bile ders çıkararak geliştik.