Kızıl, eski Türkçede altın anlamındadır. Altın en kıymetli madendir. Anlaşılacağı gibi bu yüzden Türk milletinin dünden yarını hedefleyen millî ülküsünün adına “Kızılelma” denmiştir eskiden beri.
Afrin yolunda “nereye” sorusuna, “Kızılelma’ya” cevabını veren bir Türk evlâdının bu hedefi işaret etmesi, toplumda farklı algılarla karşılandı.
Kimi, yılların verdiği alışkanlıkla “ırkçı, Turancı, faşist söylem” olduğuna kilitlenirken kimi bu Kızılelma sözünü kırmızı elma zannedip camide kırmızı elma dağıttı kahramanlarımız adına.
Bizim için çok normal ve içten söylenmiş bir itiraftı.
Söz gelimi “Misak-ı Millî” bir Kızılelma’dır. Mustafa Kemal’in İngiliz işgalindeki Meclis -i Mebusan’a aldırdığı bu millî ant (yemin, sözleşme), zihinlerimizin çelik kasasında koruma altındadır.
Ülküler, hemen gerçekleşebilecek kadar sığ düşünceler değildir. Zaman ve zemin kollayarak o belirlenen hedefe yürüyüşteki pusuladır ülküler yani Kızılelma.
Mustafa Kemal, tarihin derinliklerinden gelen “hür ve bağımsız olma” ülkümüzü, (Kızılelmayı) zaman ve zemine göre yapabildikleriyle gerçekleştirerek Atatürk oldu.
Selânik’te doğup yetişme çağında Balkanlardaki kaynamayla pişen bir Mustafa Kemal’in yanında Alparslan Türkeş, daha ilkokul yaşlarında İngiliz yönetimindeki Kıbrıs’ta, Rum çocuklarının Türk çocuklarına yaptığı şiddeti görür ilk önce.
O, okula başlar başlamaz hemen arkadaşlarını teşkilatlandırır ve Rum çocuklarının azgınlık yapmasına engel olur.
Ortaokuldayken, İngiliz okul müdürü sınıfa girer ve Atatürk portresini göstererek:
- İndirin bunu, diye üç defa bağırır. Hiç kimseden ses çıkmaz. Küçük Alparslan:
- Gücünüz yetiyorsa siz indirin, der.
İnce bir kereste uzunluğundaki müdür sinirlenir, bir sandalye çeker ve Atatürk’ün portresini yerinden söker. Alparslan hızla gelip sandalyeye çarpar ve müdür yere yığılır.
- Tutun, der arkadaşlarına ve pencereden aşağıya atarlar kereste müdürü.
O yaşında ve baskı altında bile bir Türk büyüğünün fotoğrafını indirtmez.
1960’tan sonra Türk basınının (çok) ŞER’efli kalemleri, arkalarındaki karanlık güçlerin emrettikleri üzere milleti için yanıp tutuşan bu Türklük aşığını hedefe yerleştirirler.
Bizimle aynı yaşta olanlar iyi bilirler, o ŞER’efli kalemlerin ağzıyla söz birliği içindeki yaşıtlarımızın iftiralarını göğüslemek için yırtınıp dururduk.
En çok1944’teki “Irkçılık, Turancılık” suçlamasıyla haksız yere dokuz aydan fazla maddi, manevi baskı altında kalıp berat etmesini değil, içeri tıktırılmasının sahte gerekçesiyle vururlardı hep:
“Dünyada başka Türk mü var sanki” diyenden “Bütün Türkleri bir araya getirmek için Ruslarla, Çin’le mi savaşacak mısınız” gibi ahmakça sorular sorarlardı.
1990’da SSCB dağılınca, bize çemkirenlerin ağababaları bizden önce oralarda parsalarını toplamak için yarışa girdiler.
Atatürk’ün 1933’te dile getirdiği fakat aydın bilinenlerin hiç haberdar (!?!) olmadığı şu öngörü 57 yıl sonra gerçekleşmedi mi?
"Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir.
İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak susup yalnız o günü beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli."
Atatürk’ün 1933’teki bu öngörüsü, Türk Milliyetçileri ve Alparslan Türkeş’in önünde ışıktı ama arkalarına aldıkları derin ve karanlık güçlerin çizdiği yoldan sapamadı “aydın” bilinenler.
Üstelik pek çoğu Atatürk’ü istismar ederek yaptılar bunu.
Her iki Türk büyüğünün/Başbuğunun da ruhları şâd olsun.
Onların milletimiz için kaygıları bizim de kaygılarımız, kavgaları kavgamızdır.