Bugünlerde “Almanlaşma” denildiğinde akla neyin geldiğini, meşhur tarihçi Niall Ferguson’un kaleminden dökülen ironik satırlar çok güzel özetliyor. Ferguson 2021 yılını tasvir ettiği yazısında, Güney Avrupalıların ülkelerine yerleşmiş Almanlara hizmetçilik ve bahçıvanlık yaparak geçinecekleri bir gelecekten bahsediyor. Wall Street Journal’daki makale, krizden sonra AB ülkelerini iki ayrı geleceğin beklediğini ileri sürüyor. Senaryoya göre İngiltere gibi üyeler Birliği terk ederken, kalanlar entegrasyonu daha da derinleştiriyorlar.
Yukarıdaki tahminler gerçekleşirse, “Avrupa Birleşik Devletleri’nde daha fazla ülke, Volker Kauder’in manşetlere taşınan ifadesiyle, “Almanca konuşacak”. Hristiyan Demokratların emektar Parlamento grubu lideri, bu sözlerle bütçe disiplininin öneminin artık fark edilmeye başlandığını anlatmaya çalışıyordu. Paris’teki Merkel-Sarkozy Zirvesi’nden gelen haberler, AB’deki dil değişimini teyid ediyor.
“Merkozy” mutabakatı şu ana unsurları kapsıyor. Öncelikle, tercihen 27 üyenin tamamının, bu mümkün olmazsa Avro alanındaki 17 ülkenin kabul edeceği yeni bir AB Antlaşması için çağrı yapılıyor. Mart ayına yetişmesi istenen yeni hukuki çerçeve ile bütçe açığı milli gelirinin % 3’ünü aşan üye ülkelere otomatik yaptırımlar uygulanacak. Ulusal anayasalara bütçe dengesi hakkında hükümler konması da mutabakatın bir parçası. Bu altın kurala ne kadar sadakat gösterileceğini Avrupa Adalet Divanı denetleyecek. AB bünyesinde IMF’in rolünü üstlenecek Daimi Yardım Fonu’nun bir yıl öne çekilerek 2012’de işlevsellik kazanması öngörülüyor. Avrupa Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dokunulmazken, tüm Avro alanını kapsayan ortak tahvil çıkarılması fikrinden vazgeçiliyor. Yunanistan’da yaşananların yaygınlaşmasından endişe eden liderlerin de kriz sona erene kadar aylık toplantılarda bir araya gelmeleri isteniyor.
Bu kararların alınış biçimleri AB projesinin aşamadığı eşikleri gösterirken, içerikleri krizin ciddiyeti hakkında fikir veriyor. Acil durumlarda Brüksel’in ve AB’nin kurumsal mekanizmalarının atlanarak hükümetler arası uzlaşmaların aranması yeni bir şey değil. Ancak iki ülke liderinin zirve trafiği, 90’lar ve 2000’ler boyunca başarılı yönetişime örnek gösterilen
Birlik kurumlarına duyulan güveni daha da azaltıyor. Tüm önemli kararlar iki kişi tarafından alınırken, demokrasi ve katılım gibi merkezi değerleri vurgulamak kolay değil. Ayrıca Roma ve Atina’da iktidar koltuğunu devralan “Avrokratları” da bu resme eklemek lazım.
Mutabakat, kapsam ve derinliğini ise kötümser beklentilerin derinleşerek yayılışına borçlu. Krizin AB’nin merkezine dayandığını işaret eden çok sayıda parametre karşımızda duruyor. Örneğin geçen hafta Almanya, ihraç ettiği 10 yıl vadeli tahvillerin ancak yarısına faiz arttırmadan müşteri bulabildi. Standart & Poor’s, aralarında Almanya’nın da bulunduğu AAA kredi notuna sahip avro alanındaki altı ülkeyi, derecelerinin düşebileceği hususunda uyardı. Ayrıca Avrupa’nın artık merkezinden duyulmaya başlayan kötü haberler, diğer aktörleri de harekete geçmeye sevk ediyor. ABD’nin de desteği ile IMF bünyesinde Avro alanında yaşanacak krizlere müdahale için özel bir fonun kurulması yönündeki faaliyetler bu durumun göstergesi.
Öte yandan “Almanca”nın yayılışından tedirginlik duyan Birlik ülkeleri, geleneksel tutumlarını kara günler için bile olsa terk etmeye hiç niyetli gözükmüyorlar. Geçtiğimiz hafta, Ortak Savunma ve Dış Politika çerçevesinde özerk bir askeri karargahın kurulmasını İngiltere tek başına veto etti. Cameron hükümeti, AB’nin uluslararası örgütlerdeki bazı faaliyetlerine de itirazlarda bulunuyor. Kıta Avrupa’sındaki Avro kriziyle artan Alman nüfuzunun yarattığı kaygılar, kökleri uzun bir geçmişe dayanan bu tavırları perçinliyor. Merkozy mutabakatı, AB karşıtı reflekslerin kuvvetlendiği bu ortama denk düşüyor. Londra’nın gevşek bir ağ şeklindeki AB tasavvurunun karşısına, güçlü bir blok haline gelme hedefi yerleştiriliyor. Ancak hiç kimse İngilizlerin Almanca’ya merak saracaklarını düşünmüyor.
Öyleyse ne olacak? Bu soruyu cevap arayan herkes gözlerini 8-9 Aralık’taki AB zirvesine dikmiş durumda.