Ali Bulaç’a göre İslamcılığın tanımı yaklaşık şu şekildedir:” İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle yeni bir insan, toplum, siyaset, devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı bir örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam birliğini hedefleyen, entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası bir harekettir.” Bulaç bu tanımı ümmet toplum birimini esas alarak yapıyor. Yani halkları Müslüman olan devletler her türlü farklılıkları, kendi gelenek ve kültürlerini, etik değerlerini ve diğer ayırt edici özeliklerini bir tarafa bırakıp hangi milletten olursa olsun özdeş fertler olarak ümmet birliğini kuracaklardır. Bu, İslam toplumları için çok uzak bir ütopyadır. Bulaç tanımı içinde ahlaktan bahsetmiş ama “akçeli” işlerde Müslüman davranışının ne olacağı hakkında ipucu vermemiştir. Oysa Türkiye’de İslamcılığı tüketen, öldüren ve yok eden çok az istisna ile yaklaşık tüm İslamcıların haram, rüşvetin post-modern şekilleri, adam kayırma, kul hakkı yemenin vb. yolsuzlukların tamamını ahlaksızca işlemeleridir. Her türlü yanlış işi çarpık yorumlarla meşrulaştırma yollarını denemiş ve uygulamışlardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Avrupa’dakine benzer şekilde milletler demokratik ve çağdaş bir olgunluğa ve dürüstlüğe ulaşmadan ümmet birliği olmaz. Ümmet birliği standart fertler üzerinden değil, demokratik milletler üzerinden olabilir. Demokrasiyi sürekli söylememizin sebebi şudur: Ümmet birliğine Müslüman halklar karar verebilir. Bu birliği Müslüman halkların hepsi istiyor. Ancak Müslüman milletler kendilerini yöneten tiranlar üzerinde etkin olmadıkları için ümmet birliği sadece sözde bir ütopya olarak kalıyor. Müslüman milletleri, emperyalizmin kulu olan yöneticiler yönetiyor. Bu durumun, Türkiye dâhil, hemen hemen hiç istisnası yoktur. Demek ki Müslümanlar önce demokrasilerini bağımsız olarak kurmalıdır, milli devletlerini ümmet birliğine katacak uygarlık seviyesine çıkarmalıdırlar. Yani halklar yönetimde etkin olmalıdır. Aksine ise diktatörlükler; zulüm, mezhep savaşları, bölünme ve sömürülme getirir. Zira rant ve soygun üzerine kurulan iktidarlarını ancak böyle sürdürebilirler. O halde Müslüman milletler Avrupa’daki gibi bir ümmet birliğine çok çok uzaktır. Kısaca bu durumda standart fert anlayışı ile ümmet birliği fantezi ve ütopyadan öteye geçemez. Yine de İslam İşbirliği Teşkilatı bu birlik için iyi bir başlangıç sayılabilir.
Osmanlıdan gelen ve cumhuriyetin başlangıcında hayata devam eden Babanzade Ahmet Naim yüzde yüz diyebileceğimiz bir İslamcıdır. Türklere, Türk devletlerine ve Türklükle ilgili ne varsa adeta hepsine düşmandır. Zaten aileden gelen iki paşa Osmanlı’ya bile isyan etmiştir. Ancak bu şahıs gelmiş geçmiş en entelektüel İslamcıdır. Yine de çağa uygun felsefi bir programı yoktur. Sonradan gelen İslamcılar arasında onu aşacak kimse çıkmamıştır. Politik sığlık içinde, ideolojik bağnazlığı aşamayan –Necip Fazıl’ın deyimi ile- “sahte müçtehitlerin” sayısı hayli yüksektir. Böylesine temelsiz olmalarına rağmen bu sahte İslamcıların propaganda ve cahil halkımızı kandırma güçleri maksimumdur. Ayrıca istismar edilince çok çok rant sağladığı bilinen yüce dinimiz, iliklerine kadar sömürülmektedir. Milli şairimiz Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi değerli yazar ve şairler, fanatik İslamcı ideologların sahiplenmesinin aksine hem İslamcı hem de milliyetçidirler. Akif tam İslam ölçüleri gereğince dürüst, İstiklal Marşından ve “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirlerinden de anlaşıldığına göre milliyetçidir ve üstün bir insandır. Tavsiyem; milliyetçiliği ırkçılık olarak anlayan zekâ ve kültür fukaraları Alparslan Türkeş’in milliyetçilik tanımını okumalıdırlar. O “Milliyetçilik Türk milletini , kültürünü, tarihini ve vatanını sevmektir” diyor. Bu coğrafyada yaşayan herkesi de Türk kabul ediyor.
Milliyetçiliği ayakları altına alanlar ise etnik gericilik seviyesinde kimselerdir ve milleti değil milletin sadece oyunu ve parasını severler.
Milliyetçiliği ayakları altına alanlar ise etnik gericilik seviyesinde kimselerdir ve milleti değil milletin sadece oyunu ve parasını severler.
Türkiye İslamcıları en gelişmiş propaganda tekniklerini kullanıyorlar. Bu hususta ellerine su dökecek başka bir topluluk yoktur. Hitler’in propaganda bakanı J.Goebels’in yönteminden de ileri bir propaganda yöntemleri kullandıkları açıktır. Bir röportajda ona “Alman halkını Nazizm’e nasıl inandırdınız?” sorusuna şu cevabı veriyor: ”Halklar yalanın büyük olanına inanırlar, biz yalanları büyük söyledik, çok tekrar ettik gerçek sandılar. Zaten gerçek denen şey yalanın çok tekrar edilmiş halidir.” İfadesini kullanıyor. Bugün “hırsızlığın ortaya çıkarılışının” adı ve mahiyetinin değiştirilerek “darbe” anlamına geldiğine halkımızın önemli bir kısmının inandırılması çok ilginç bir propaganda örneğidir. Çok kesin olarak ahlak ve İslam dışı bir algı operasyonudur. Bu algıyı tamamlamak üzere demokratik hukuk kaldırılıp yerine bir vesayet hukuku geliştirilmiştir.
Siyasi propaganda düzeyini aşamayan, yalan ve sahte İslami görünüme dayanan İslamcılık düşüncesinin dünya ve Türkiye’de son durumu nedir? Bunun Avrupa ve Türkiye ayaklarına bakalım: YAZININ DEVAMI
Prof. Dr. Mustafa Özdemir/kapsamhaber