Kültürel kopma; kültürel sapma'nın yaygınlaşması, bir ileri merhaleye ulaşmasıdır. Kopma'nın birinci basamağı ise, yalan'dır. Yalan; aynı zamanda, sosyolojik anlamda bir "ayıp"tır. Aldatma/kandırma/saptırma/dolandırma/ikiyüzlülük/asıl'ı inkâr'dır.
Yalan; her türlü kötülüklerin ve ahlâksızlıkların başıdır. Kültürün temelinde ise; gönüllere doğruluğu sindirme/hazmettirme, iyiliği ihyâ ve güzelliği bezeme/nakşetme olmalıdır.
Olmalıdır çünkü, bunların olmadığı kültür değerleri, cemiyet âhengini bozar, tahrip eder. Adâlet ortadan kalkar. Adâletin bulunmadığı yerde de, hiçbir vicdânın mevcudiyetinden ve insanlığın terakkisinden bahsetmek mümkün olamaz.
Elbette ki, akla şu da gelebilir: Öyle bir cemiyet düşününüz ki,iltiması, fuhşu, cinâyeti, içkiyi, kumarı, tefeciliği, yalanı, dolandırıcılığı, riyâyı, aldatmayı, hırsızlığı...meşrû görsün ve bunları kültür değeri olarak kabûl etsin. Olamaz mı?
Dünyada yaşayan ve yaşamış olan insan nesillerinin meydana getirdiği her cemiyetin, bu ve buna benzer değerleri yok mudur?
Türk milleti olarak, bizim, sakınmamız, uzak durmamız veya uzak durup terkettiğimiz kötü değerlerimiz olmamış mıydı ve bunlara yeni fakat iyi olan değerler katmamış mıyız?
Öyleyse; biz, iyi, doğru ve güzel üzerinde olmalıyız ve bu istikametteki kültür değerlerini mehaz kabûl etmeliyiz.
Kur'ân-ı Kerîm, yalancıları lânetler. İşte birkaç örnek âyet-i kerîme: "Cehâlet içinde gaflete dalmış olan yalancılar kahrolsun" (Zâriyât,10); "Yeminlerinizi aranızda hile ve fesat sebebi yapmayın" (Nahl, 94); "Adâleti ayakta tutanlar ve velev kendinizin, velev ana babanızın veya yakınınızın aleyhine de olsa, zengin veya fakir de bulunsa Allah için şahitlik edenlerden olun" (Nisâ, 135) ve "Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Alahü teâlânın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar yalancıların ta kendileridir." (Nahl, 105)
Yalan; insanı, adâletten saptırır, dalâlete düşürür. Menfaati körükler ve insanî duygularını köreltir. Bu sebepledir ki, yalan söylemek, âyetlerle de sâbit olduğu gibi, İslâm'a göre, haram olup, çok büyük günahtır.
Peygamber Efendimiz de, birçok hadîsinde yalan'ın kötülüğünden bahseder. Meselâ; "En büyük günah, yalan yere yemin etmektir."; " Mü'min her hataya düşebilir ama hâinlik yapamaz ve yalan söyleyemez." ve "Yalan, nifak kapılarından biridir" bunlardan sâdece birkaçıdır.
Sosyolojik olarak mes'eleye açıklık getirmek bakımından, kültürün târîfine tekrar bakmamızda fayda vardır. Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri adlı eserinde kültürü şöyle târîf eder:
"Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddî ve mânevî kıymetlerinden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi, alâkaları, itiyatları, kıymet ölçülerini, umumî atitüt, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî bir hayat tarzı temin eder." (Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı yayını, İstanbul 1972, Sf. 56)
Şâir ve edip Yavuz Bülent Bâkiler diyor ki: " Kültür, bir milletin yaşama tarzıdır. Kalabalıkları, millet şuuru etrafında toplayan özellikler bütünüdür. Bu bakımdan bizim kültür dünyamız, dilimizden, dinimizden, tarih şuurumuzdan, gelenek ve göreneklerimizden, güzel sanatlarımızdan, bizi başka milletlerden ayıran özelliklerimizden ibârettir. " (Bknz: Oğuz Çetinoğlu- Mehmet Şadi Polat, Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı,Yakın Plan Yayınları, İstanbul, Aralık 2016)
Buradan hareketle, mevzûya , devlet tarafından tertip edilen, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri merasiminde, Cumhurbaşkanı'nın konuşmasının ilgili bölümünü sunuyorum: "Sâdece iki alanda arzu ettiğimiz seviyeye ulaşamamış olmaktan fevkalâde üzgünüm, bunlardan biri eğitimdir, diğeri kültür sanattır." (Hürriyet GÜNDEM, 28 Aralık 2016, 12.51)
Şimdi; bu târîf ve bu tespiti esas alarak en azından son yılların kültür anlayışına göz atarak, kısa da olsa, sosyo-kültürel bir tahlile girişelim.
Kültür; bana göre çift başlıdır. Biri; tavanda/havâsta/aydın veya münevverdeki, san'atkârların, ilim, fikir ve siyâset adamlarının yâni (her ne kadar tabaka yoktur deniliyorsa da) okumuş tabakanın kültür anlayışı; dîğeri de, tabandan gelen, avâm'ın/halkın vesâir yaygın kümelerin topyekûn müşterekleştiği kültür değerleridir.
Tabandan gelen, târihî bağlarla da örülüdür. Yavaş yavaş ilerler. Atılmalar ve katılmalar olur. Belli merkezlerde/noktalarda kümelenebilir. Yaygınlaşamayabilir. Kız alıp vermeler, pazaryerlerinde alış-verişler, dînî , mahallî ve kavmî hususiyetler, yayla gelenekleri, cenâze definleri, yemek/damak zevkleri, halı-kilim estetik anlayışları, halk oyunları, mûsıkîleri...birebir tabanı alâkadar eder, târihî kök benzerlikler taşıyarak ,farklı ifade ve tarzlarla kendilerini gösterirler fakat şehirlerarası münâsebetlerle ve yayın vasıtalarıyla birbirlerine daha da yakınlaşırlar ve zaman içinde, müşterek değer olarak kucaklaşırlar.
Bir Erzurumlu'nun Çaydaçıra'yı, bir T(ı)rabzonlu'nun Erzurum barını, bir Aydınlı'nın horonu, deliloyu, bir Elâzığlı'nın atabarını sevmemesi, herbirinden haz almaması mümkün müdür ?
Tavandan gelen kültür, daha ziyâde tavsiye'dir, telkîn'dir. Kısmen baskıcıdır, zorlamacıdır. Tavsiyelerinde, nasihatlerinde ve telkînlerinde, bu unsurlar sezilir, görülür zaman zaman da belirgin bir hâl alır/alabilir.
Bu durum; umûmî müştereklik, millî birlik ve millî menfaat bakımından, Devlet'in 'maarif ve kültür siyâseti'ni ilgilendirdiği kadar 'adâlet/hukuk sistemi'yle de muhataptır.
"İki alanda " arzu edilen seviyeye ulaşılamaması ve bunların da "eğitim" ve "kültür sanat" oluşu, gerçekten üzülecek bir durumdur. Hiç şüphe edilmemelidir ki, menfî olarak, bunların sebebiyet verdiği ârızalar, sâdece kendileriyle de sınırlı değildir, kalmamıştır. Çünkü; böyle bir maarif ve kültürün, iktisât başta olmak üzere, sosyoloji, matematik, fen ve dîğer edebî ilim ve san'atlar üzerindeki menfî tesirleri de kaçınılmazdır.
Bu da şu demek ki; geçen zaman içersinde, çocuklarımızı ve gençlerimizi, dünyanın arzu ettiği şartlara göre yetiştirememişiz. Hazret-i Ali Efendimiz: "Çocuklarınızı yaşadığınız çağa/zamana göre değil, onların yaşayacağı çağa/zamana göre yetiştiriniz" buyurmaktadır.
Bizim çocuklarımız, 2015 PISA sonuçlarına göre; 72 ülke arasında, Fen'de 52., Matematik'te 49. ve Okuma-Anlama'da yâni Türkçe sahasında ise 50. sırada ve en başarılı üniversitemiz de dünya sıralamasında 440. sıralarda bulunuyorsa, kim kime dert anlatacak, dert yanacaktır?
Kaldı ki; her seviyeli okulumuzda, disiplin zaafiyeti de ileri safhalardadır. Maarif bir ilim/tâlîm ve terbiye işi ise, öğretmen yetiştirilmesine niçin gereken ehemmiyet verilmemektedir ve niçin öğretmen liseleri kapatılmıştır? Bunun yanında; maarifin üzerinde -her dönemde farklı esen- partizanlık rüzgârı kaldırılmalı ve insanımız öğretmenlerin emin ellerine teslim edilmelidir.
Bu hâl, elbette ki,bu kadar da değildir. Ancak; bilinmelidir ki, bu, en azından kültürün ihmâlidir ve tavandan tabana sirâyet eden en mühim âmildir. Hem liyâkata önem verilmeyiş, hem kitap muhtevâlarının hantallığı ve hem de sergilenen tavır olarak, bu, böyledir!..
Çünkü; insan istihdamının temeli olan maarifin ihmâli, kayıtsız şartsız milletin istikbâlini ilgilendirir. Çocuklarımızın ve gençlerimizin dünya milletleri ve devletleri arasındaki vaziyeti bu ise, tedbirlerinin de, âcilen alınması gerekir . Fakat, ne yazık ki, böyle bir hamlenin mevcudiyeti de orta görülmemektedir.
Mes'eleyi biraz daha açalım: 26 Eylül 2004 târihinde "zînâ"yı suç olmaktan çıkaran kanun, 12 Ekim 2004 târihli Resmî Gazete'de yayınlandı. Bu hâl, şu soruyu da beraberinde getirmektedir: Türk Milleti'nin, Müslüman olmadan önce ve Müslüman olduktan sonra, an'anelerinde böyle bir hususun, bırakınız meşrû hâle getirilmesini, mevcudiyetine olan tepki çok ileri safhadaydı.
Bu, asla ve asla bir kültürel sapma'nın değil, tamamiyle bir "kültürel kopma"nın emâresi olmuştur.
Meselâ; Eurovision şarkı yarışmalarına "İngilizce" parçayla katılmamız da, yine, büyük çapta, hem de milletlerarası seviyede, bir " kültürel kopma"dır. Çünkü; binlerce senelik ve üçyüz milyon insana lisân olan Türkçe terkedilmiştir.
Yine; 11. Cumhurbaşkanı 'nın, "Türkler, bir milyon Ermeni, 300.000 Kürt kesti" diyerek Türk milletine iftira atan kişi için: "Orhan Pamuk, Türkçe yazdığı için Nobel Edebiyat Ödülü'ne lâyık görüldü. Bir bakıma Türkçeye verildi bu ödül." demesi, bu kopmanın büyük halkalarından birini teşkil ettiği kanaatindeyim.
Meselâ; akademik ünvanlı bir milletvekili çıkıp: "Türk ırkı diye bir ırk yoktur." diyebiliyor. Kendisine söz söyleme salâhiyeti olan hiç kimse de onu, tek kelime ile uyarmıyor. Yâni; "Sükût, ikrârdan gelir." Herkes, bundan memnun!..Adam; Türkiye'de/Türk yurdunda/il'inde/vatanında ikamet ediyor, Türk bayrağı altında yaşıyor ve Türkçe yâni Türk diliyle konuşuyor ammâ, "Türk diye bir ırk yoktur" diyebiliyor!!!
"Türk ırkı diye bir ırk yoktur" veya " hepimiz Türk olmaktan kurtulduk" gibi ifadeler, millet olma şuûrunu tahrip eden câhilâne sözlerdir deyip geçiştirilecek sözler değildir.
Meselâ; bu kişilerin, Orhun Kitâbeleri'nden haberdar olmamaları mümkün müdür?
Veya; "Vefâlıdır geldi giden , yol ver Türk'ün bayrağına" diye dinleyeni şahlandıran Çırpınırdın Karadeniz 'i söylememiş olabilirler, bundan imtinâ da edebilir ammâ duymamış da olabilirler mi?
Irksız/soysuz canlı olabilir mi?
Meselâ; eski Başbakan Davutoğlu'nun, "Mezopotamya ruhu" diye bir ruh icat ederek" : "Buradan, Irak'a dönüp sesleniyorum, Kerkük'teki Kürt'e, Musul'daki Arap'a, Şii'ye, siz bizim kardeşimizsiniz. Haseki'deki Kürt kardeşime, Halep'teki Arap kardeşime, Bayırbucak'taki Türk kardeşime sesleniyorum." demesi; Kerkük'te, Musul'da, Halep'te , Haseki'de, Türk yoktur demektir ve Türk kültürünün o diyârlardan kopması'nın îmâsı demektir.
Meselâ; Başbakanlığı döneminde Erdoğan da: "Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız" demişti.
Bu tarzdaki sözlerin, müşterekliği zedeleyebileceğini, millî târih ve millî ülkü birliğini tahrip edebileceğini hatta koparabileceğini söylemek mümkündür. Tehlike buradadır! .. Mâzî olmayan millet olabilir mi? Târih, her millet için hâfızadır. Hâfızası olmayan millet nasıl olabilir?
Milleti birleştiren unsurlar, köprüler, yollar, havuzlar, oteller, gemiler, çeşmeler, tüneller değildir; onlara yüklenen mânevî hava/mânâ'dır.
Bakınız, Allahü teâlâ ne buyuruyor: "İnsan, en güzel biçimde yaratılmıştır"(Tin,4) ve "üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılınmıştır" (İsrâ, 70)
Demek ki; her "insan güzel" ve "şerefli" bir varlık olarak yaratılmıştır. Fakat; aynı zamanda, buyuruluyor ki: "Sizi, milletler ve kabileler kıldık ki, birbirinizi (soyunuzu, babalarınızı) tanıyasınız"(Hucurat,13) ve "Dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetlerindendir" (Rûm, 22
Bu emirlerinden anladığımıza göre, insan, "millet/kabile/kavim" olarak yaratılmıştır. Bu âyet-i kerîmelere rağmen, bu tarz sözlerin, asla faydalı olabileceği kanaatini taşımıyorum.
Elbette ki, bu hususta, Peygamber Efendimizin: "Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi kavmine hizmet edendir." ve "Soylarınızı biliniz" hadîsleri de ibret ve örnek olmalıdır.
Bu mevzûya ışık tutabilmek bakımından, "İman ve İslâm Atlası" adlı bir ilmihâl kitabı ve "Çöle İnen Nur" adlı bir kitap yazacak kadar da Peygamber Efendimize bağlı, son Sultân'üş-Şuara Necip Fâzıl 'dan birkaç nakil yapmanın da faydalı olacağını düşünüyorum.
"22 Mart 1946 tarih ve 21 sayılı Büyük Doğu'nun kapağında yer alan "Cevap hazırlayınız!" başlığı ile neşrettiği polemik yazısına yaptığı giriş bir millî şuur lirizmidir.
"Soyumuzla, sopumuzla, derimizle, derimizle, ruhumuzla, imanımızla mensubu olduğumuz aziz Türk milletinin hak ve haysiyet dâvacısı olarak...
"Mukaddime"de İbnî Haldun, Hazret-i Ömer'den nakleder:
"Soyunuzu öğrenin; ve asılları sorulduğunda (şu veya bu köyden geldim) diye cevap veren Mezopotamyalı Nabatî'ler gibi olmayın."
"(...)Türk'de bozulan ancak Türk'de düzelebilir...Türk'de düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir."
"(...) Biz, gerçek Türk varlığının, Türk târihinin, Türk ruhunun son ihtiyat akçesiyiz."
"(...) Nutuklarımı Türkçe söylüyorum, yarın öldüğüm zaman da affımı Türkçe isteyeceğim..." (Bknz: Ahmet Kaplan, İşte Necip Fâzıl, Türkav Yayınları, Antalya, Mayıs 2003)
Necip Fâzıl'ın: "Efendim, irşâd edicim, can kurtarıcım, mürşidim", "Efendim! Benim Efendim!Benim, güzellerin güzeli Efendim!" diye hitâp ettiği, Abdülhâkim Arvasî Hazretleri, bir sohbetinde şöyle demiştir:
"- Ben seyyidim. Yani bu demektir ki, Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler silinse de üç Türk kalsa, biri ben olurum. İki Türk kalsa gene biri ben olurum. Son Türk kalsa da gene ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa, bugünkü mânâda İslâmiyet de olmazdı. " (Bknz: Mustafa Necati Özfatura, Ortadoğu Gazetesi, 23 Ağustos 1995)
Kaldı ki, Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü'nde şöyle der:
"İslâm inkılâbında milliyet görüşü, her şeyi ana ruh vâhidine bağladıktan sonra, o ruh vâhidini en iyi aksettiren yâhut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıp ve madde ölçüsü olarak da (dâimâ bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasına sever.
İşte Gaye-İnsan ve Ufuk Peygamberin "Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılamaz!" meâlindeki muazzam Hadîsinde, dışarıdan ve ilk bakışta o kadar kolay sanılan nâmütenahî derin mânaya bir yol; ve hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe bir işaret...
İslâm inkılâbında milliyetçilik görüşü, Müslümanlıkta mahdut o sınırlı milliyetçiliktir ki, bu sınırın en küçük mikyasına kendisini hudutsuz ve başıboş bilen hiçbir milliyetçilik ulaşamaz; ve böyleleri bizimle uyuşamaz." ( Bknz: Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü, b.d. yayın, İstanbul 1976)
Kısa da olsa, verdiğimiz bu örneklerden sonra, kültürel kopma'nın hangi mertebelerde bulunduğunu görmemiz mümkün müdür?
Necip Fâzıl'ın ifadesiyle, "hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe" karşı durarak, "her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almak", ' şahdamarı kesmek' gibidir.
Kaldı ki, devamlı olarak "bu millet" diyerek, bu milletin adının/ Türk kelimesinin söylenmesinden imtinâ edilmesi de bu kopma'da en mühim işârettir.
Bir dîğer husus da, mübârek dînimizi istismar ve tahrip eden sözler, telâfisi mümkün olmayan tesirler meydana getirmekte ve yaşlı-genç herkesi sarsmaktadır. Basın tarafından da kamuya intikal eden bu sözlerden bâzıları dehşet vericidir. Meselâ; "Allahü teâlânın bütün vasıflarını kendinde toplamış lider..."; "Peygamber gurur yaptı biz yapmadık"; "Herkesin görevi, Uhud'daki okçulardan daha az önemli değil"; "Bu, Tayyip Erdoğan'ın sünnetidir"; "Ben, size (bir kişiye) tapıyorum"; "Başbakana dokunmak bile ibadettir"; "Erdoğan'ı üzmek, Allah'ı üzmektir" bunlardan sâdece birkaçıdır.
Düşününüz ki, dîğer taraftan, bir ülkenin hapishânelerinde ikiyüz bin civarında mahkûm bulunmaktadır. Düşününüz ki, cinâyetler ve bilhassa kadın cinâyetleri çok ileri safhadadır. Herkesin belinde tabanca, herkesin elinde bıçak saldırır bir cemiyetle karşı karşıyayız. İnsanlar; sinirli, gergin, uyuşmaz, gülmez, birbirine itimatsız, müsrif, kibirli, komşular, kardeşler, akrabalar, mahalleliler uzlaşmaz...ve ayrıca, t(ı)rafik canavarları hız kesmeden artar vaziyettedir.
Düşününüz ki, bu ülkenin, okuma oranı dünyanın en düşük seviyesindedir. Düşününüz ki, kahvehâneleri her yaşta işsiz insanla tıklım tıklım doludur. Geniş verimli arazileri ekil(e)mez durumdadır.Verilen arazi ekim paraları, tembelliğe sevketmekten başka bir şeye yaramamaktadır. Bu arazilerde, hayvancılıkla meşgûl olmak, eziyet görülmektedir. Okumayan, keşfetmeyen, hiçbir şey üretmeyen bir sistemle yaşıyoruz.
Devlet'in dili "Türkçe"dir. Peki, niçin, bâzı yerlerde, bâzı resmî ve hususî mekânlara "başka" denilen dil ile, tabelâlar asılmıştır. Ve niçin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne Başbakanlık yapmış bir kişi, Fethi Sekin'in şehâdetinden sonra, twitter'da: "Şehîde min e eziz! Mekâne te cennet be. Welat minetdare te ye. " diye yazma ihtiyacını duymuştur.
Millî kültür böyle mi kuvvetlenir, millî birlik böyle mi sağlanır? Ne dersiniz?
Yalan ve argo/küfürlü/müstehcen konuşma, cemiyetimizi dörtbir yandan kuşatmıştır. Televizyonlar, gazeteler yâni yazılı ve görülü basın, sokaklar, meydanlar ve nihâyet okul koridorları,üniversite salonları ve Gazi Meclis'teki sözler ve hâller...Hep bu hâllerdir! Kopma hâlleri!..
Nezâket, adâlet, hoşgörü...önce âilede/evde başlamalıdır. Kötü sözden, hakaretten uzak durulmalıdır. Bugün, esefle ifade etmeliyim ki; 'lütfen, ricâ ederim, estağfirullah, istirham ederim, affedersiniz..." gibi kelimeler unutulmuştur. Fakat ne yazık ki, bugün, bu sözlerin çoğunu devleti idâre edenlerin veya onlarla yakın irtibat hâlinde bulunanların ağzından da duy(a)muyoruz.
Ancak; yalanlı/argolu/müstehcen kelimeleri, duymadığımız gün değil, an bile olmuyor. Bu sözlerin bâzılarını buraya nakletmemiz, elbette ki, mümkün değildir. Ancak; yaygın olarak söylenenleri de belirtmeden geçmek olmaz, diye düşünüyorum.
Bilhassa, TBMM çatısı altında bulunanların birbirlerine söylediği sözler ile, sokaktaki vatandaşın müstehcen sözlerinden hiç de farklı değil:
"Şerefsiz, ulan, yahu, be adam, köstebekler, nesebi gayri sahih, bre densizler, aklı evveller, bastonluk yapıyorlar, lejyonerler, yuh, esfel-isafilin/hayvandan aşağı, şeyini şey ettiğimin şeyi, koltuk değneği, bedbahtlar, ucube, fırıldak, devşirme, zavallı, Truva atı, kepaze, mandacı, provakatör, diktatör, diktatör bozuntusu, haçlı şövalyesi, maskara, rezil, alçak, hırsızlar, yalancı, alçakça iftira atanlar, nâmussuz, ahlâksız herif, darbeci, hâin, tuzluk, virüs, terörist, müfteri, şarlatan, câhil, çete, münafık, kumpasçı, paralelci, gafil, dar kafalılar, soygun çetesi, ..."
Tabiî ki, bunlar en hafifleri!.. Haberler ise, birbirinin ardından sıralanıyor: "Hastahânelik olanlar var...Birbirlerine tekme atıyorlar...Filânca filâncaya arkadan vurdu...Filânca filâncayı ensesinden yakaladı...Bacağımı ısırdı, aşı oldum...Filâncanın burnu kırıldı...Şu da şuna yumruk sallıyor...Tutturamadı herhâlde!..Sıranın üzerine çıktı, etrafa lâf yetiştirmeye çalışıyor...Bir kadın canhıraş bağırıyor: Boğazımı sıktı, işte izleri... Utanmaz adam...Filânca da kavgaya koşuyor. Koşarken de ceketini çıkarıyor...Gömleğinin kollarını kıvırıyor...Hadi lân. Suç işliyorum, sana mı sorucam? diyor, TBBM'de kadın milletvekilleri tekme tokat, saç saça baş başa kavga etti. Filâncanın gözü şişti, filâncanın yüzü morardı. Filânca kolunu tutuyor, kırılmış veya çatlamış olmalı..."
Sonra?..Acaip!..
"Filânca da, ağzını eliyle kapatmış kıs kıs gülüyor!.."
Filânca ise, netîceden pek memnun, kahkaha atıyor!..
"Fırat Kalkanı" devam ediyor...Tanklarımız ilerliyor!...Dolar yükseliyor!..Asgarî ücretli ve emekli kıvranıyor. Pazar yerleri ateş pahası!..Cinâyetler, bilhassa kadına karşı işlenenler durdurulamaz hâlde!..
Bugün de dört polis şehit oldu!..İki askerimizi defnettik!..El, bab'da beş askerimiz daha şehit oldu. Dokuz yaralı var...Şehitler için binler yürüdü!..
"Şehitler ölmez vatan bölünmez!.."
Filânca siyâsetçi, filân cami avlusunda, cuma namazı çıkışında, şunları söyledi. ..Filân salâhiyetli, filân câmi avlusunda, cuma çıkışında şunları söyledi...Filân siyâsî kişi de, filân câmi avlusunda, cuma çıkışında, halkla sohbet etti...Oradan, bir çay ocağına geçti...Dert dinledi...Dert!!!
Mevzûmuzdan çıktığımızı sanmayınız...Mevzûmuz, 'Kültürel kopma'dır ve tam da bunu yaşıyoruz; hem de en üst perdeden!..
Kültürel kopma, tek yönlü değildir. Sosyal tabakaların hepsine bir 'vidüs' gibi sirâyet eder. Zaman içinde, alışılır/alıştırır. Âdeta 'morfin' tesiri yapar, uyuşturur. Tabanla tavan/ havâsla (aydınla) avâm (halk) arasında, ifade aynîleşir.
Yer isimleri, çocuk isimleri; ikide bir "farklılıklar zenginliğimiz" uyutmacası/yutturmacasıyla, ayrıştırılır, coğrafyada 'yer kapmacalar' başlar. Filânca yere Kapadokya, filâncaya Kilikya, Amisos, Norşin, filâncaya Amed, Demre, Efes dersen..."biz de filâncaya filânca deriz'ler dile getirilir."
İşte o zaman!..
İşte o zaman, "bu millet" denilen ve ismi de fazla telâffuz edilmeyen millet, milletlikten çıkar. İsimsiz, hüviyetsiz, mâzîsiz, an'anesiz, târihsiz, ülküsüz bir kalabalık olur. Çünkü; vatanın da, bayrağında, milletin de, devletin de elbette ki, dilin de adı vardır. Ardından...
Târih tartışılır, coğrafya tartışılır, dil tartışılır, bayrak tartışılır, devlet tartışılır, millet tartışılır!..
Bilinmelidir ki, bütün sistemler 'inanç'lar üzerine p(i)lânlanmış, kurulmuş/inşâ edilmiştir. Teknoloji, ancak, bu inançların kavileşmesi, pekişmesi ve takviyesi içindir. Her teknoloji; yönlendirici /yardımcı/hâdim olabilir ammâ, hiçbir kültür'ün hâkimi ve hâmisi olamaz/olamamıştır.
Teknoloji, müstehcenleşen, ahlâksızlaşan, kabalaşan hangi kültürün derdine çâre olabilir/olabilmiştir?
Türk kültürü, asîl menşeinden gelen zarâfetle, dâimâ duru akan bir pınar edâsıyla şanlı bir 'zihniyeti' temsil eder. Bu temsile temel olan, hiç şüphesiz ki, adâlet ve ahlâk güzelliğidir.