“Kul sıkışmayınca, Hızır yetişmezmiş” diye bir atasözümüz vardır. Arzularımız, bizi, büyük hedeflere teksif ederse, beklentilerimiz de o derecede yüksek oluyor.
Nice zamandır güzel şiire hasret bekliyordum. Bir ay kadar önce, mühendis şâirimiz Mehmet Ali Kalkan, “Ufuklar Ardı Bizim” adlı şiir kitabıyla buna çâre oldu derken, bu defa da, değerli şâir dostum Abdullah Satoğlu’dan da, âdeta, susuzluğumu giderecek bir eser geldi.
İnsan, güzel şiire hasret kalınca ve eskilerdeki şiir lezzetini arayınca, ister istemez tetikte bekliyor!..Bu bekleyiş, yüksek bir hasret derecesine varınca da “Hızır yetişiyor” ve gönülleri şâd ediyor. Kim ne düşünürse düşünsün, Satoğlu’nun bu kitabının bana ulaşmasını, bu iyi niyetli bekleyişimde arıyorum!..
Yeni nesil şâirlerimizde, ne yazık ki, ‘tâkip an’anesi’ kalbolmuş vaziyettedir. Usta-çırak münâsebeti/irtibatı/istişâresi demeyeyim, alınanlar çok olur, -çünkü, artık, çıraklığı kimse beğenmiyor-fakat, çoğunda, en azından, ‘bir edebiyat dergisi tâkibi’ bile yok. Kaldı ki, ‘usta’ya iltifat etsin!..
Diyebilirim ki, pek çok kişi, ‘Ben yazdım, oldu’ ile kendini teselli etmektedir. Bunların; önündekilerden, yanındakilerden, karşısındakilerden ve tabiî ki, arkasındakilerden de fazlaca haberdâr olduklarını sanmıyorum.
Öye bir hâl ki; şiirden önce kitap çıkarmayı düşünüyorlar/hedefliyorlar.
Hâlbuki, bırakınız Ahmed Yesevî’yi, Yûnus Emre’yi, Ali Şîr Nevâyi’yi, Karacaoğlan’ı veya dîvân şâirlerimizi okumayı, Âkif’e, Yahya Kemal’e, Necip Fâzıl’a, Ârif Nihat Asya’ya, Orhan Seyfi’ye, Fazıl Hüsnü’ye, Mehmet Çınarlı’ya, Feyzi Halıcı’ya, Niyazi Yıldırım’a, Halil Soyuer’e, Gültekin Samancı’ya, Sezai Karakoç’a, Abdürrahim Karakoç’a, Bahattin Karakoç’a, Yavuz Bülent’e…yaklaşsalar, özümüze kavuşacaklar ve şiirimizin berrak mayasıyla mayalanacaklardır.
Hâliyle,Türk Dünyâsı edebiyatları ve hâricî edebiyatlarla irtibat da görünmüyor.
Dünyâ şirinin zirve ismi Yûnus Emre bile:
“Mevlâna Hüdavendgâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır”
Derken; bakmak için hâlâ ‘görklü nazar” aranıyorsa, az da olsa düşünmemiz gerekir.
Yanlışa da sebep olmak istemem; zîra, “tâkîp” derken, ‘taklit’ anlayanlar da çıkabilir. Velev ki, öyle olsun, tâkîp ve taklit ettiğin kişilerin bir de makamlarına bakılmalı değil mi?
Abdullah Satoğlu; gönlü zengin şâirlerimizdendir. Senelerin verdiği dostlukla, yazdıklarındaki dikkati ve hassasiyeti iyi bilirim. Derinlemesine titizdir!..
Son şiir kitabı “Lâli Lâle…Lâle”yi , teveccüh göstererek güzel bir takdimle, ikrâm mertebesinde lütfettiler. Memnun oldum, okumaktan haz duydum ve diyebilirim ki, şiir lezzetine doydum!..
Eser; önsöz yerine, “Lâle” başlığıyla ve Abdullah Satoğlu imzasıyla sunulmuştur. Bu; bir eserin, kısa ve öz olarak, şâirinin kaleminden anlatılışıdır:
“Arapça yazılı (Lâle) kelimesinin, ism-i Celâl harflerine benzemesinden, yâni (Allah) lâfza-i Celâl’indeki (elif-lâm-he) harflerinin, lâle kelimesinde de bulunmasından ve –belki de- Yaratıcı’nın, yarattıklarında tecelli etmesinin bir tezahürü olarak, ebced hesabında, (Allah), (lâle) ve (hilâl)in, 66 sayısını vermesinden dolayı, lâleye “cevâhir-i huruf” yâni, (harflerin cevâhiri) denilmiştir.
Ayrıca, yine eski yazı ile (lâle) tersinden okununca (hilâl) çıkmaktadır.
Hilâl de, İslâm’ın ve Osmanlı’nın sembolü olduğu içindir ki; câmilerimizde, çeşme, türbe, çini ve halılarımızda kutsî bir sembol olarak nakşedilmiştir.
İşte böyle bir İlâhî mânâ hâlesi içinde lâle;
Zamanın büyüklerine ârız olan merak saikasıyla, Sâdâbâd ve Çırağan şenlikleri ve Türk tarihinde müstesnâ bir safha teşkil eden “Lâle Devri”nin de (1718-1730) coşkunluğu ile Türk rûhunun, Türk zevkinin ve lekesiz bir aşkın sembolü olmuştur…”
Biraz daha hulâsa edersek; “Lâle; İslâm’ın ve Osmanlı’nın…Türk rûhunun, Türk zevkinin ve lekesiz bir aşkın sembolü”dür.
Şâir Satoğlu; arûz, hece ve serbest vezinlerde yazdığı şiirleriyle, dâimâ şiirin özüne nüfûz etme ve okura da âhenkle ve zarâfetle, içe tesir etme zevkini yaşatır.
Fikrî olarak; an’anevi Türk şiirinin Ahmet Yesevî’den îtibâren süregelen yapısını devam ettirerek kendi tarzını inşâ eder. An’aneden kopanların yuvarlandıkları mecrâ bellidir.
Dîğer taraftan, Satoğlu; Türkçe’nin de bozulmayan yâni uydurukçaya veya Batılı kelimelere iltifat göstermeden Türkiye/İstanbul Türkçesi’ne hassasiyet gösterir.
Birçok şâirin önemsiz gördüğü fakat benim çok önem verdiğim ‘noktalama işâretleri’nin kullanlmasında da, titiz davrandığına şâhit oldum. Bu da, örnek bir uygulamadır.
222 sayfalık “Lâle Lâle…Lâle”, Akçağ Yayınları arasında neşredilmiş ve eserin son bölümü (158-222 sayfaları arası) ise, “Abdullah Satoğlu ve Eserleri İçin Dediler ki”ye ayrılmıştır.
Şâir Satoğlu’nun, bâzıları bestelenen şiirlerindeki ana tema, hiç şüphesiz ki, İslâmî-millî bir kültür dâiresinin fikrî ve bediî tezâhürüdür. Bu kültür dâiresi, bütün Türk dünyâsını ihâta eder. Ancak, şunu diyebilirim ki, “Şâir hususiyeti” olarak, bunların da temelinde “lâle”, ana unsur olarak görülür.
Misâl olması bakımından, sekiz kıt’alık “Gönlümde Açan Lâleler” başlıklı şiirinin ilk dört kıt’asını sunuyorum.
“Solsa da ermez zevâle
Gönlümde açan lâleler.
Özenmiş ism-i Celâl’e
Gönlümde açan lâleler.
İsmi, “hande-i Mehtâb”tır
Sâdâbâd’da “Âfitâb”tır.
Renk renktir “reng-i Hicâb”tır
Gönlümde açan lâleler.
O’na “nûr-ı Cânân” denmiş
Hem “Âşûb-ı Cihân” denmiş.
Harfleri cevahirdenmiş
Gönlümde açan lâleler.
Dillerde hep “Gülbahar” var
Nerde “fevvâre-i Bahâr”?
Şâir Nedim’den yâdigâr
Gönlümde açan lâleler…”
Satoğlu, aynı zamanda bir Kayseri şâiridir. Şüphesiz ki, yurdumuzun birçok şehir ve ilçesi hakkında da şiirleri mevcuttur. Fakat; insanın doğup büyüdüğü yer başkadır ve memleketi Kayseri’ye vurgundur; ona, dâima hasret duyar ve onun târihî ve tabiî değerlerinden asla ayrılamaz.
“Bu Şehir: Kayseri” adını taşıyan on kıt’alık şiirinden birkaç kıt’a naklederek, Kayseri’de bir geziye çıkalım istiyorum:
“Surlarda izi var Sultan Mesut’un
Sinan’dır şu minare, bu sütun.
Gevher Nesibe’yle, Mahperi Hâtun
Eser bırakmış bir bir bu şehirde.
İnler at sesiyle Meşhet ovası
Keykubat’ın otağ yeri burası.
Titretir dağları yiğit nârası
Yatmada kaç cihangir bu şehirde.
Işık ışık kubbe kubbe mâzimiz
Şahlanır vecd ile Melik Gazi’miz.
Biz Kaptan-ı Derya, Şehit Nazım’ız
Ondan kan rengi nehir bu şehirde.
Osmanlı’dan kalma şu mangal, sedir.
Bünyan halısı bir çini kâsedir.
Doğan gün, Seyyid’den nur nur bûsedir
Gönül dergâhına gir bu şehirde…”
Kâbe yollarında Karanî’yiz biz
Muhabbet telinde Seyrânî’yiz biz.
İbrahim Tennûrî hayranıyız biz
Duygu, düşünce, fikir bu şehirde.
Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, birçok Türk –İslâm büyüğüne ve arkadaşlarına ithâfen yazdığı şiirlerinde de vefâsını gösterir: Mevlâna, Yûnus Emre, Seyyid Burhaneddin, Somuncu Baba/Şeyh Hâmid-i Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Mimar Sinan, Muin Feyzioğlu, Seyrânî… bunlardan bâzılarıdır.
“Vazgeçilmez” kabul ettiği “tutkusunu” ifade ettiği “Lâle Tutkusu” başlıklı şiiriyle sözü bitirelim:
“Lâleye tutkumu herkes soruyor
Sorulur mu böyle soru bir tanem?
Dört mevsim içimde tütüp duruyor
Lâlenin sarısı moru bir tanem.
Bana tarihimden yâdigâr kaldı
Diyorlar ki, “Lâle Devri” masaldı.
Lâleler gönlümce nârin, kutsaldı
Savurdu küllenen koru bir tanem…”
Güzel şiire her zaman ihtiyacımız vardır. Zîra; güzel şiir, hayatımıza ilâve bir tâzelik katar!..Hem huzur, hem de sükûnet verir; yeri gelince de coşturur…Bu, budur!..