"Bursa hakkında yazanlar için Uludağ bir simge ancak sınıflaşmanın en belirgin göstergesidir de. Sinema mekândaki değişim ve yaşamdaki akışı sergiliyorsa Uludağ’ın buna ne yönde ve ne kadar katkısı olmuştur?"1 -Mitolojide Uludağ 2 -Günümüze Gelirken Bursa 3-Yeşilçam'ın Beyaz Filmleri(1)Gelip yine de efsaneye bağlanır
Ne kadar anlatılsa da yaşanan
Aşklar birer efsanedir şimdi
Dağ dorukları birer efsanedir
Nasıl yazılır bir dağın tarihi(Ahmet Telli)Burada yaşamış burada uygarlıkları kurmuş kadim halkların bir toplamıdır Anadolu. Homeros’un İlyada destanında da kullandığı Assuwa, Hitit metinlerinde geçen bir kelimedir. Bugünkü Asya sözcüğünün kökenidir. Şems-abad Farsça, meşrık Arapça doğu demektir yani günlük güneşlik, güneşi bol yer. Anadolu sözünün kökeni ise “güneş doğan” anlamına gelirmiş. Eski Yunan kolonileri göç ettikleri topraklara “Anatolia” (Anatole) derlerdi. Bu da doğu, “doğu ülkesi” anlamına gelirdi. Yunanistan’ın dörtte uçünün kayalık, dağlık alanlardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda çok yerinde bir tanım. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon, Delos adasında doğmuştur ama ismi Grekçe değildi. Anadolu kökenliydi. Anadolu ve Ege’deki bazı Yunan halkları güneş tanrısı Apollo’ya tapınırlardı. Örneğin Lazpa Hititçe bir sözcüktür. Lesbos sözünün kökenidir. Lesvoslular da (Midilli) Apollon’a taparlarmış. Anadolu ile Ege de böyledir.İyonlar hellenliği kabul etmemiş, onlara göre Apollon ile Kreusa’nin birlikteliğinden doğmuşlardı. Asklepios tıp sağlık tanrısıdır Apollon’un oğludur Apollon’un ikiz kız kardeşi, vahşi doğa, avcılık, okçuluk tanrıçası Artemis’tir. Bunlar hep birbirine yakın tanrılar…Yunanistan’ın metinlerde geçen (MÖ. 5-4.Yy) ;Helen öncesi eski ahalisi Pelajlardı (Pelasg) Helenler gelince bu otokton (yerli) halk asimile olmuşlardı. Eski Yunanlılar da Hellen’in soyundan geldiklerine inanırlardı. Zeus insan soyuna ceza olsun diye tufan çıkartır. ;Prometheus oğlu Deukalion’dan bir gemi yapmasını ister. Deukalion ve karısı Pyyrha bir gemi yaparlar. Bu gemi Yunanistan’daki en yüksek yer olan Parnassos dağına oturur. Hellen’in(Deukalion’un oğlu) 3 ;oğlu olur: Dorus, Ksuthos ve Aiolas. Ksuthos iyonların, Aiolas ise Aiolialıların atasıdır. Yunanlıların efsanevi atası Deukalion’dur (Arkeolojiye göre MÖ. 3000’de Sümer’i büyük seller basmıştı).Yani burada da Olimpos’un tanrılarından çaldığı kutsal ateşi narteks içinde insana taşıyan Prometheus’un başka bir iyiliğine şahit olmuş oluyoruz. MÖ. 4.Yy’da Yunanlı şair Pindarus, “İnsanların da, tanrıların da anası topraktır” demişti. Büyük tufanda yokolan insan soyunu yeniden dünyaya kavuşturmak için toprağa erkek ve kadına dönüşen taşları eken yine Prometheus’un oğlu ile eşi.Yunan yazını Hesiodos’un yabancı kaynaklı bazı tanrılarını kullanmamış ve kaba saymıştır.Theogonia’da Olympos tanrılarına kadar birçok kuşak sayar Hesiodos ve en son “Devler ve Tanrılar Savaşı”yla Olympos’taki tanrıların saltanatını kurar. Bu savaş Teselya’nın (Makedonya) iki yüksek dağında cereyan eder: Othrys ve Olympos’ta…Tüm tanrıların anası toprak ana; ana tanrıça Gaia’dır. Hesiodos’a göre Prometheus, Titanların soyundan İapetus ile Klymene’nin oğludur. Aiskhylos’a göre bu kahramanı doğuran ana Gaia’dır. Zeus bir Titan ancak büyür güçlenir ve dünyaya hakimiyet kurmak ister. Babası Kronos’a kafa tutar. Kronos dahil tüm Titanları yeraltına (Tartaros) hapseder. İapetos’un zekâsını kıskanan Zeus, Prometheus ‘u da herhangi bir köle gibi (5. Yy’da kölelikle zorbalık yasal) Kafkas Dağı’nda zincire vurdurur. Tanrıların düzenine karşı gelmiş Prometheus bu yüzden ;“Prometheus Desmotes” (Zincire Vurulmuş Prometheus) adıyla anılır:“Bir gün bir rezene sapı içinde çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu. Bu tohum bütün sanatların anahtarı oldu bütün yolları açtı insanlara. Suçum bu işte benim tanrılara karşı, bu yüzden zincire vuruldum bu göklerin altında.”(Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4.Baskı, s.6).Çok katlı yapıları (insulae) ilk kuranlar Romalılardı mesela; Eski Roma’nın merkezi de bir tepede (Palatino) inşa edilmişti.ABD Eski Başkanı Ronald Wilson Reagan 1980 ve 1983’te, “Armageddon’u yaşayacak nesil biz olabiliriz” ;demişti.Müslümanlara göre kıyamet alametlerinin görüldüğü zaman dünyanın son günleri (ahir-i zaman)olarak kabul edilir. Hadislerde geçen Mercidabık, Halep’e bağlı (Azez) kasaba 3.Dünya savaşının geçeceğine inanılan yerlerden biridir. Armagedon ise, Kitabı Mukaddes’ın (eski ve yeni ahit) son kitabına ya da Vahiy’e ve Hazekiel’e göreyse (Tanah) (Tevrat ve Mezmur ya da Zebur) büyük bir deprem tarif edilmekte bazılarına göre nükleer bir savaştan kıyamet (evrenin sonu) olarak bahsedilmektedir.Ancak Melhame-i Kübra (Büyük Kıyım) çok ve büyük kanlı olayın kopacağı yer, Tel Aviv’in 55 Km. kuzeyindeki Megido Tepesi (Har Megiddo) eski bir kentin bulunduğu 30 metrelik bir höyük...Hristiyanlara göre kıyamet Tanrının Krallığı ile bitecek. Yahudilere göreyse “Gene” (Eden) ve “Ge-Hinnom” (Cennet ve Cehennem) hayatına geçilecek. Ancak bilimsel teorilere göre evren genişleyip soğuyacaktı (ısı ölümü ya da büyük donma). Zaten “Büyük Patlama” (Big Bang) sonucu oluşan evren soğumaya çalışmakta ve büyüdükçe ısısı düşmektedir. Kutup graviteleri eşdeğer düzeye inip donacaktır. Fakat bütün evrenlerin toplamı yani “Çoklu Evren” (Multiverse) teleskop ile görülen sadece 93 milyar ışık yılı genişliğinde bunun çok küçük bir kısmıydı…Tanrıların evi niye yüksek dağlar olmuştur? Profan dini ve kutsal olmayan her şey, bu entropi düzensizlik gelişigüzellik içinde tanrıya tanrısal inanca daha yakın olmak mı yoksa…Ya da tanrılar için yegane besin, bir tür nektar ya da bal özü olduğu rivayet edilen ambrosialar için önemli bir kaynak; renk renk, çeşit çeşit çiçek ve bitki orada bulunduklarından mı acaba, ama hayır.Ya da belki hepsi!Peru’daki “La Rinconada” dünyanın en yüksek rakımlı yerleşim birimidir. Dağ ikliminin hâkim olduğu 5.130 metre yükseklikteki bu kasabada 50 bin kişi yaşar. Ve insanların burada olmasının nedeni yakınında altın madenlerinin bulunmasıdır.Oysa Anadolu’nun doğusunda yeralan dağlık bölgeler ekseriyetle birer mahrumiyet bölgesi sayılırlar. Tevrat’ta Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra karaya oturduğu yer olarak Kuh-i Nuh da denilen Ağrı Dağı tasvir edilir. Yüksekliği 5.137 metredir. Ve tepesi buzul olan Anadolu’nun tek dağıdır.Ege uygarlığının kökü ve anası Sümer uygarlığıdır. “İsa’dan 5 bin yıl önce Sümer kentleri bir hayat ve kültür merkezi oldu.” der Halikarnas Balıkçısı (Sonsuzluk Sessiz Büyür, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, 2005, s.70-71)Gustave Le Bon’un, “Tanrı yaşayan hayattır” dediğini aktarır H.Balıkçısı (a.g.e., s.25)Avustralya yerlilerinin” Uluru” dediği “Ayers Rock Tepesi” kırmızı devasa bir tümsektir. Aborjinler bu tepeciği kutsal alan olarak kabul eder ve törensel ritüeller yaparlar. Mekânsal Determinizm, mekânın kültür ve insan biçimlenmesinde önemli rolü olduğunu kabul eder. Aborjinlerin Avustralya’ya yerleştiği 60 bin yıllık kültürel birikim bugünkü tıpbın da gelişiminin sonucudur.Pangea yani 180 milyon önce yeryüzü tek parçadan oluşuyormuş ikiye ayrılan yeryüzünün kuzeyi “Laurasis” ve güneyi “Gondwanaland” olarak adlandırılıyor. Uluru ise komşusu Kata Tjuta ile beraber yaklaşık 600 Milyon yıl önce oluşmuş.İbrahim ve kavmi Mısır’da köleyken Tanrı’nın tarafından 2 taş tablete yazılmış “On Emir” (Decalogus) M.Ö. 1200’de Sina Dağı’nda verilmiştir…Halikarnas Balıkçısı, strong>“İsa’nın doğuşundan bin yıl öncesine kadar dişi tanrılar (tanrıça) erkek tanrılara üstün sayılırdı” (a.g.e., s.27) der. İda Dağı, Zeus’un Hera ile evlendiği dağdır. Kocakatran Dağları’nın en yüksek yeri olan bu dağdan izlemiş Troya Savaşı’nı Zeus. Halikarnas Balıkçısı “Anadolu Efsaneleri” kitabında sözde yağmur ilk defa orada toprağa kavuşmuş diye yazar. Herakles susadığı için su istemiş ve Zeus küçük bir pınar fışkırtmış: Skamandros (bugünkü Küçük Menderes Nehri). İda’dan çıkar böylece Skamandros; nehri kazarak daha büyük bir pınar bulur Herakles de; bir adı da Ksanthos’tur ve kızıl su anlamına gelir. Gerdek için kızlar burada yıkanırmış rivayet bu ya güzellik tanrısı Afrodit bile saçlarını kızıla büründürmek için burada yıkanırmış.Zeus’un önerisiyle düzenlenen güzellik yarışmasında Paris (Truva Prensi) Afrodit’i seçince diğer tanrıçalar Hera ile Athena Truva savaşında Akha’lara yardım edecekti bu yüzden. Truva’ya adını veren Dardani Kralı Tron’dur…Oliympia, Eski Yunan diyasporası tarafından saygı gören 3 yerden birisidir ki diğer ikisi ise gemilerin İonia’ya açıldıkları liman sayılan “Delos Adası” ile kutsal tapınakların bulunduğu “Delphoi “ idi (David Stuttard, Antik Yunan Tarihi, YKY, 2016, s. 33). David Stuttard,“Çoğu Yunan’ın geçmişe ilişkin bilgisi, olguların hayallerle süslendiği ve gerçeklerin söylemlerle iç içe geçtiği sözlü geleneklere ve destanlara dayanıyordu. demektedir (a.g.e., s. 30).Mitoloji (söylence bilim), hangi toplumun hangi tanrılara taptığını bildirir. Grekler Zeus ve 11 tane Olimpos’lu tanrıya (Olympian) daha taparlardı. Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi” kitabında Yunan tanrılarının Herodot’a göre Homeros’un icadı olduğunu yazar. “Anadolu Efsaneleri” kitabında Hesiodos’u da ekler buna, Grek tanrıçalarını Hesiodos ile Homeros yarattı, der (Bilgi Yayınevi, 12. Basım, 2008, s. 117). İnsan soyu dünyaya gelmeden önce işte bu tanrılar kendi aralarında savaşırlar. Titanlar (devler) Atina yakınındaki Othrys Dağı’nda, Kronos’un oğulları da Selanik yakınındaki Olympos’ta (Mytikas Tepesi) yerleşmişlerdir. Tanrılar arasındaki bu savaş (Titanomakhia ) tam 11 yıl sürmüş. İlk olimpiyatlar da Olimpos (Olemp) tanrılarının yaşadığına inanılan bu dağda yapıldığından adını buradan almıştır.;“Stadion”(Stadyum) da Yunanca kökenli bir sözcük ve bir Yunan uzunluk ölçüsü birimidir (Bizdeki bir spor bakanı bir yerde ne yazık ki burasını Türkiye’deki Olimposlarla karıştırmıştır).Anadolu’da kurulan ilk merkezi devlet Hititlerse de bilinen en eski uygarlık Luvi Krallığı’dır (M.Ö. 2000-1400). Anadolu'daki Helen yer adlarının kökeni Luvice’dir. Bilge Umar "Olympos" sözcüğünün de eski Luwi/Pelosgos kültürünün yayılma alanı kapsamında karşımıza çıkan bir dağ adının Hellen ağzında büründüğü biçim olduğu kanısındadır. Apollon, Kibele, Afrodit, Artemis gibi birçok tanrı ve tanrıça ismi de sözcüklerin Yunanca telaffuzlarından türemiştir. Örneğin kökeni Etrüsklere dayanan Apollon’dan “Likyalı” ismi ile de bahsedilmektedir. Likyalı sıfatının kökeni ise, Luvi dilinde “Işık”(Lyk) anlamına gelmekteydi.Uludağ’ın ismi de antik çağda bilinen “Hep parlayan” anlamında Olympos’tu ve Luvi kaynaklı bir isimdi. Antik Yunan Tarihçi Herodot’un (MÖ. 484 – MÖ. 425) Mysia (Misya) için kullandığı sözcük “Mariandyn” (Mariyandin); yani Bursa Olimpos’u (Uludağ)civarı (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, s.174). Mysia, antik çağda Mysialıların yaşadığı bölgenin adı, Çanakkale, Balıkesir ve Bursa dolaylarıdır.Herodot, “Mysialılar kendi ülkelerinin başlıklarını giyiyorlardı, ellerinde küçük kalkanlar ve ateşte sertleştirilmiş demirden kargılar vardı. Olympos Dağı’na komşu oldukları için bunlara Olymposlular da denilir “ demektedir. (Herodotos Tarih, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 13. Basım, 2017, Kitap 7, Bölüm 74, s. 543)Azra Erhat da Olympos’un Yunanca bir kelime olmadığını belirtiyor. (Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 12. Basım, 2003, s.228) Erhat;“Yüksek Dağ” anlamında kullanıldığına ihtimal veriyor: “Dorukları gökte bulutlara karışan ulu dağların tanrılara konut olduğu inancı Yunan’a Sümer’den geçmiş olabilir” diyor.Yunanistan’daki Olympos Zeus’un merkezi buna karşın Apollon ve diğer tanrılar Parnassos ya da Helicon Dağı’nda toplanırlardı. Homeros tanrıların bu dağlarda şölenler düzenlediklerini ve konuşmak ve tartışmak için buraya geldiklerini yazmaktadır.Olympos adında efsanevi kişilikler de vardır. Örneğin, Girit’e adını veren Kres’in oğlu Kronos’un (Zeus’un Emaneti) diğer adı Kybele’nin kocasının adından gelen Mysia Olympos’u yani Uludağ’dır. Marsyas’ın oğlu ünlü flüt çalgıcısının adı da Olympos.Yunanistan ve Makedonya dışında, Olympos tanrılarının başka yüksek dağlarda da toplandıklarını, Anadolu’da sayısı 20’ye varan (İda Dağı gibi) Olimpos dağının bulunduğunu belirtir...Mysialılardan önce bölge Masa ülkesi halkı da Masalılar olarak biliniyor. Mısırlılarla yapılan savaşta Masalılar Hititleri desteklemiş ve Homeros’un İlyada destanında Mysialılar da Truva’nın müttefikleri arasında gösterilmişti. Mysialılar Truva’nın yıkılması üzerine Lidyalıların hâkimiyetine girmişlerdir.Mysia sınırları içinde kalan Uludağ’ın özellikle batı ve güney kısmı için kullanılan ismi Olympene idi. Lidyalılar civarda gürgen ağacı bolca yetiştiğinden bu ağacın adından dolayı bölgeye Mysia deniyordu. Antik Yunan Tarihçi ve Coğrafyacı Strabon (M.Ö. 64-M.S. 24), ;"Mysia isminin aslı Lydialılarda gürgen ağacına verilen isimden çıkmıştır. Olympos Dağı dolaylarında çok sayıda gürgen ağacı vardır." demektedir. (Geographika Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 8. Baskı, kitap XII.8.3, s. 73)Strabon, bölgede yaşayanlardan Olympeneli diye sözetmekte ayrıca bölgenin Pers egemenliği döneminde “Hellespont” satraplığına (eyalet) bağlanmasından dolayı “Hellespontlular” olarak anıldıklarını belirtmektedir (a.g.e, kitap XII. 4.10, s. 61). Mysialıların konuştukları dil Lidya ve Frigya dillerinin bir karışımıydı. Strabon’a göre Mysialılar dinsel inançlarından dolayı canlı varlıkları yemekten kaçınmakta, süt, peynir ve balla beslenmekteydi. Strabon, “Olympos dağları iyi bir şekilde iskân edildikten başka aynı zamanda tepelerinde sık ormanları ve haydut çetelerini barındıran, dağ tarafından korunmuş yerler de içermektedir” ;demektedir.(a.g.e., Kitap XII.8. 8, s.78)Mysia bölgesi Romalıların egemenliğine geçtikten sonra çok sık seyahat eden Roma İmparatoru Hadrianus“Hadrianutherae”;(Balıkesir),“Hadrianoutherai” (Dursunbey) ile birlikte Uludağ’da da bölgenin merkezi sayılan bugünkü Orhaneli’nin bulunduğu yerde “Hadrianoi” kentlerini kurmuştur. Bu dağlık ve ormanlık bölge Romalılar döneminde de bir tatil ve avlak yeri olarak kabul görmektedir. Bölgedeki önemli mabed ve diğer yapılar da bu bölgede toplanmış olup halk tarafından da kiliseler bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Zeus Kersoullos tapınağı ve Kızılkilise gibi. Günümüzde Orhaneli, Büyükorhan, Harmancık ve Keles ilçelerinin olduğu tarih ve kültürel yapısı birbirine benzeyen yerleşim bölgelerinin tamamı “Dağ Yöresi” olarak adlandırılmakta…Hititler döneminde de Mysia bölgesine Hititlerce Assuwa denmekteydi.Hititlerden sonra bir süre Lydialıların egemenliğinde kalan bölgedeki kabilelerin hepsinin Thrak kökenli olduklarının varsayıldığını belirten Strabon, “Mysia’yı, Bithynia’yla ;Aisepos Irmağı’nın [Gönen Çayı] denize döküldüğü yere, kıyıdan Olympos’a kadar olan alan içerisine yerleştirebiliriz.”diye de yazmaktadır. (a.g.e, Kitap XII. 4.5, s. 58)Pers egemenliğine geçtikten sonra Asya seferine başlayan Makedonya Kralı Büyük İskender (3.Aleksandros) Mysia’nın güneyindengeçmiş Bithynia’yı da Perslerden alarak "Paphlagonia ve Bithynia Satraplığı"na (Hellespontos Phrygia)bağlamıştı. Ancak Büyük İskender’in atadığı satrapı yenen Bithynia prenslerinden Bas, bölgedeki merkezi boşluktan yararlanarak siyasi, ekonomik ve askeri yönden güçlenmiş ve hükümdarlığı boyunca Makedonyalıları da Bithynia’dan uzak tutmayı başarmıştır. Onun oğlu Zipoites Bithynia üzerinde egemenlik kurmak isteyen, İskender'in generallerinden (Diadokhos) Lysimakhos'u da yenerek Nikaia’da (İznik) "Bithynia Krallığı"nı kurmuştur (M.Ö. 279).Bithynia Krallığı en parlak dönemini 1.Prusias döneminde yaşadı. Bithynia döneminde Bursa’dan kurucusundan dolayı “Prusa ad Olympium” (Uludağ Bursa’sı) diye bahsedilir. Bithynia Kralı 1.Prusias (M.Ö 283 - M.Ö 83) ele geçirdiği yerlere Bithyn kolonileri yerleştirerek sonra kendi adını vermiştir.Birbirinden ayırt edilmek için Gemlik’e “Prusias am Mare” (Denizin kenarındaki Prusa) ve Melen Çayı Kenarındaki Konuralp’e de “Prusias Pros Hypios” (Hypios ırmağının kenarındaki Prusias) adı verilmişti. Romalıların eline geçtikten sonra "Pontus et Bithynia" (Hellence Pontus kai Bithynia) adıyla anılmış, Roma’dan gönderilen Proconsul (Eyalet Valisi) tarafından yönetilmeye başlanmış ve Bizans’ın eline geçtikten sonra da İznik’e bağlanmıştır.Uludağ’daki manastırlar da 3.Yy’dan sonra kullanılmaya başlamıştı. Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul ettikten sonra azizler tarafından kurulmuşlardı. M.S. 303-308 yıllarında Hristiyanlara yönelik baskılar yoğunlaşınca Uludağ’daki mağaralar ve inşa edilen küçük evler de inziva yerleri olmuştur. 1.Theodosius (M.S. 347-395), 391'de Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilân etti ve İznik teslisini destekleyip Hristiyanlığı teşvik etmiştir.;Ancak 25 Mart 717 tarihinde imparatorluğunu ilan eden "Birinci İkonoplast (Putkırıcı) İmparator" unvanıyla anılan III. Leo İsauryalı (MS. 685-741) ikonların imha edilmesiyle ilgili olarak ferman çıkartarak heykel ve resimlerin yıkılıp kaldırılması emrini vermişti. Yaptığı uygulamalarla bütün kiliselerden tepki gördüğü gibi Doğu ve Batı kiliselerinin de arasını açmıştır.Uludağ’daki manastırlar 8.Yy’da en üst sayıya ulaşmıştır. Selanik ile Bafa Gölü’nün çevresi de manastırlar bölgesi haline gelmiştir.Bizans döneminde manastır ve kiliselerin çokluğundan dolayı Bursa’ya da “Theoupolis”(Tanrı Kenti) denmiştir. Bunda Uludağ’daki manastırların büyük payı vardır.“Agorlar Manastırı”(Monastere des Agaures) Bizans İmparatorluğu’nda, 8 ve 9.Yy’da ikonoklastlar ve ikonodullar arasında başgösteren çatışmalar boyunca büyük önem kazanmıştır. Çoğu Agaures (Agorlar) manastırına bağlı 147 manastırın varlığından söz edilmektedir. Günümüzde manastırlardan pek eser kalmamıştır.Osmanlı döneminde Bursa’nın fethiyle Uludağ’daki manastırlardan bazılarına dervişler yerleşmişler ve Uludağ’a da “Cebel-i Ruhbân”(Rahipler Dağı) ya da “Cebel-i Keşiş” (Keşiş Dağı) denmiştir. 17. yüzyılın önemli gezginlerinden Evliya Çelebi, seyahatnamesinde “Evsâf-ı mesîregâh-ı Cebel-i Ruhban, yani Keşiş Dağı” başlığı altında Uludağ’dan, “Bursa şehrinin cânib-i kıblesinde (kıble yönünde)şehre hâ'il (kapatan), eflâke ser çekmiş (gökyüzüne baş uzatmış) bir kûh-i bâlâdır (yüce dağdır)” diye söz etmekte,“Bu dağa Keşiş Dağı denmesinin sebebi, Ayasofya’ daki patrik ve rahiplerin perhiz ile uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” demektedir..Uludağ adını ise Osman Şevki Bey’in 1925’teki önerisiyle almış:“Bütün dünya bu dağa Olemp der. Biz ise Keşiş Dağı diyoruz. Garbî Anadolu'nun en yüksek tepesine çıktım. Etrafıma baktım; ne keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi altında mustaripti. Halk bu ismi sevmiyor; haklıdır. Olemp kelimesi de halkımızın diline uygun değildir. Biz buna, dağın bünyesine en uygun olan bir ismi verelim ve Uludağ diyelim.”1925’te Bursa Coğrafya Encümeni ile bir inceleme gezisine katılan Osman Şevki Bey’in hazırladığı raporda geçen bu öneri Mareşal Fevzi Çakmak’ın olumlu bulmasıyla değiştirilmiştir. Atatürk’ün 1935’te milletvekilliğine atadığı Şevki Bey Bursalı bir radyolog, besteci ve yazar. 1934’te çıkan soyadı kanunuyla Uludağ soyadını da almış. 1936’da “Uludağ Keşişleri, Dervişleri, Tapınakları”isimli bir de kitap yazmış. Bu kitapta manastırların yayılma alanını 3 bölgeye ayırmış 28 manastır hakkında da bilgi veriyordu.2011’de Uludağ’a adının verilişinin 85.yıldönümü sebebiyle düzenlenen 1.Uludağ Buluşmaları’na Osman Şevki Uludağ’ın torunu İrem Ela Yıldızeli de katılmış ve orada şöyle demişti:“Bursa şehrine varır varmaz karşımda yükselen dağ eteklerine dağılmış şehre hemen hayran kaldım. Dağın ilk kayakçıları İlhan ve Akın Bey’den kayak maceralarını dinleyip ateş etrafında dans ettik.”Ancak İrem Hanım dedesi Osman Şevki Bey’i“Uludağ’da Din Hayatı” başlıklı yazısını okumuş veya hatırlamış olsaydı bunları yazar mıydı acaba? Zira Osman Şevki Uludağ bu yazısında,“Uludağ’ın Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine gelinceye kadar Brusa’ya bakan ve genişliği her gün biraz daha artan keleş tepelerin ve tarlaların yerinde kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki Cumhuriyet köşkünün üst taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst taraflarda havlucu esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane ormanları sola doğru ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli kızık ve Hamamlı kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Brusa’ dan dağa bakanlar gördüklerine doyamazlardı.”demiştir.Bursa Fransız Kilisesi Rahibi Bernardin Menthon, Uludağ’daki manastırlarla ilgili ilk kapsamlı araştırmayı yapan kişidir. 1935’te “L’olympe de Bithynie” (Bitinya Olimposu) adlı bir kitap yazarak Keşiş Dağı olarak anılan Uludağ’ın Hristiyanlık kültüründeki yeri hakkında bilgiler vermiştir.Osman Şevki Uludağ,“Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercümei halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap olmuşlardır. Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’ larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur. Bu manastırlardan bu gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile kaybolmuştur.”diye yazmaktadır…Bayındırlık İşleri Müfettişliği görevi sırasında Fransız Hükümeti tarafından Anadolu'ya gönderilen Fransız arkeolog ve gezgini Charles Texier (1802-1871) de bölge hakkında kitaplar yazmış, gözlemlerini aktarmıştır. Bunlardan en ünlüsü, “Asie Mineure”(Küçük Asya)adlı kitaptır. Texier, bu kitapta Uludağ’daki manastırların yoğunluğundan söz ederek Uludağ’ı Yunanistan’daki Athos (Aynaroz) Dağı’na benzetmiş ve şöyle demiştir:“Eskiden söylendiği gibi, Olimpos zirvesinin, bir yayla oluşturan iki başı vardır. Doğu tarafındaki başında kuru taştan yapılmış bir yapının kalıntısı görülür. Bu bir ufak kilise ya da manastır olabilir. Şekil ve yapımından hangi devre ait olduğunu belirleyecek hiçbir özelliği yoktur… Bizans İmparatorları zamanında Olympos vadileri, başkentin gürültüsünden kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı oldu. Athos Dağı’nda olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva yerlerinin sayısı arttı. Dünyadan elini eteğini çekenlerin anılarını muhafaza ederek bugün de gururlu olan Olympos dağı, Türkler tarafından verilen Keşiş Dağı adını taşır.”Antik Yunan kentleri (polis) “Basileus” ya da “Tiran” (Tyrannos) adı verilen iktidar krallar tarafından yönetilirlerdi.MÖ. 6.Yy sonuna dek olan bu dönemden Homeros ve Hesiodos, kahramanlık çağı olarak bahsetmektedir. İlk çağlarda adalet ve özgürlüğün kurulacağı altın çağa dönüş inancı Chilistianism (Tanrısal Krallık) vardı. Homerik çağ ise, Halikarnas Balıkçısı’nın masumluk, çocukluk ve düş dönemi dediği dönemdir.Yunanlıların en önemli ve en eski “Theogonia”sını yazan Hesiodos’tur. Fenike, Sümer ve Babil gibi eski inanç ve efsaneleri aktarır Yunanlılarınkiyle kaynaştırır. Homeros’ta olduğu gibi Eski Yunan’daki mitoloji yazarlarına kaynak oluşturan tek din kitabı olarak kabul edilir. Hesiodos (MÖ. 8.Yy) didaktik (öğretici) şiirin öncüsü ve ilk ekonomi tarihçisi olarak da kabul edilir. Theogonia adlı eseri evrenin oluşumu ve tanrıların kökeni hakkında kaynak olarak yorumlanırken “İşler ve Günler” adlı eseriyle de çiftçilik yaşamını anlatır. Hesiodos,İş ve Günler’de çağların gittikçe kötüleştiğini “Altın Çağ” diye nitelediği bir barış bolluk döneminden sonra gümüş, bronz, kahramanlık ve demir çağının geldiğini belirtir. Ve işlerin zor ve insanların da çok çalışmaktan yıpranır hale geldiklerini dile getirir. Hesiodos’un bu konuda yazdıkları belki de diyalektik tarihin gelişimine ilişkin ilk gerçekçi varsayımlardı.Toplumsal gelişime ekonomik temelli yaklaşan Saint Simon,endüstri toplumuna ilişkin Hristiyanlık için “Yeni Hristiyanlık”yaklaşımı getirmişti. Dinsel düşüncenin yerini bilimsel düşünce almıştır (rasyonelleşme). Saint Simon’dan etkilenen tilmizi Auguste Comte de pozitivist toplumun bu yeni dinsel anlayışına “insanlık dini” olarak bakmıştır. Sosyolog Auguste Comte toplumsal gelişmeyi 3 aşamaya ayırmıştı: Teolojik, metafizik (ortaçağ) ve pozitif dönem. Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan sonra endüstri toplumuna ulaştı. Bilim Kurgu ile yaratılan efsaneler, fantastik dünya (ütopyalar) dünle yarının bir harmanlanışıydı elbette…M.Ö. 7.Yy’da dithyramboslarla (başta 1-2 dizeli şiirlerle) başlayan tragedyalar da mitolojiyle beslenirlerdi. Yunan tragedyasında diyaloglu bölümler epizod (perde) olarak adlandırılır. Thespis ve Aiskhylos (Esillos) MÖ. 6.Yy tragedyanın yaratıcıları oldular ve tragedya (3 ayrı bölümden oluştuğu için, trilogia) seyircide bir etki (katarsis) amaçlanarak tanrılara ve krallara övgüler yağdırılırdı.Tektanrıcı ve evren bilim hakkında görüş ortaya koyan Ksenophanes (M.Ö.570 – M.Ö. 475), Amerikalı Anarko-Primitivist Yazar John Zerzan’a göre, ilerleme inancını beyan eden ilk kişidir (Makinelerin Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, 1.Baskı, 2013, s. 53). Antik Yunan mitolojisi efsanevi yazımlara dayalı idi ve bu efsaneler içinde barbar devlerle uygar tanrı düzeni içinde sürekli bir çatışkı anlatılmaktaydı. İnanç günlük yaşamla iç içe idi ve eğitimde çok önemli bir yeri vardı. Ksenophanes tektanrıcılığı (monoteizm) savunarak Tanrı’nın insan ve diğer doğal varlıklara (antropomorfizm) benzetilmelerini şu sözlerle eleştirir: "Homeros ile Hesiodos, ölümlüler (insanlar) arasında suç sayılan, utanılan bütün şeyleri tanrılara da yüklemişlerdir. Tanrılar hırsızlık ederler, yalan söylerler, eşlerini aldatırlar.Bir tanrı vardır; bu, tanrılar ve insanların en ulusudur; ne biçimi, ne de düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek tanrı baştan aşağı işitmedir, baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir.” Sözlü (tanrısal) yasalar Thesmoi idi ve farklı çıkarlar yazılı hale gelmesine neden olmuştu. Nomos eski Yunan şehir devletinin (polis) egemenliğini ifade eden yasalar, hukuk düzenidir. Arapça olan namus sözcüğü de Yunancadan türemedir…Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından iki devlet ortaya çıktı der Herkül Millas: Yunanistan ve Türkiye. İkisi de hem birbirine hem Osmanlı’ya karşı savaştılar.Urla (İzmir) doğumlu Çağdaş Yunan Şair Yorgo Seferis’in 1945-1951 yıllarına ait günlükleri “Bir Şairin Günlüğü” adıyla ölümünden sonra bir kitapta toplanmıştı. 1949’da Bursa’ya da gelmiştir Seferis. Bu kitapta “Bithynia Olympos”u diyordu Uludağ’a:“1 Mayıs 1949: Bithynia Olympos’u; keşişleri eski zamanlara ait. Müziğin yaprakları; müzik nasıl da yuva yapıyor kendine;nasıl serpiliyor yapraklar onunla.” orgo Seferis (1945-1951 Bir Şairin Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004, s. 146)Nostos ve haymatlos bir yanda özlem eve dönme isteği bir yanda tabiiyetsizlik; vatandan uzak kalma duygusu yani. Yorgo Seferis, 1922’deki mübadele (değişim) trajedisinin yarattığı duyguyla şiirini de etkileyen sürekli bir kimlik arayışına girmişti. İonia’da hissettikleri, çocukluğu onu Odisseusvari nostos duygularıyla doldurmuştur…Çağdaş Yunan Şair Yannis Ritsos , “Yunan uygarlığını belirlemiş olan, hala da belirleyen işte budur; dinsel hoşgörü, bir de kimi etki ve etkenleri kabullenmekteki korkmazlık. Doğu ve Batı arasında bulunduğu için hem Doğu’dan hem Batı’dan kimi özellikleri almış, sindirmiş, birleştirmiştir. Bu yüzden hem Doğulular hem Batılılar için örnek olabilmektedir.” der (Herkül Millas, Çağdaş Yunan Edebiyatı, Dünya Yayıncılık, 2005, s, 76)Modern Yunan edebiyatının temellerini atan ve Yunan aydınlanmasının öncüsü Adamantios Korais’tir. İzmir doğumlu Korais Osmanlı bağımlılığını ve Ortodoks kilisesini eleştirmiştir. 1821 Yunan İsyanı’na giden süreçte yayınladığı “Hellen Nomarşisi cumhuriyetçi görüşleri dile getiriyordu.Apokalips’i(Vahiy kitabı) Yuanna sürgündeyken İsa’yı gördüğünü iddia ettiği küçük bir yunan adası olan Patmoz (batmaz) adasında yazmıştır. Ada’daki bir mağara da Hristiyanların haç merkezlerinden birisidir. ;D.H.Lawrence de 1931’de yayınlanan ;“Apocalypse” ;(Vahiy) adlı bir kitap yazdı. Batı uygarlığını şekillendiren politik, dini ve sosyal yapıları eleştiriyordu. Ona göre, akıl ve ruh arasındaki sürekli çatışkı, toplumun doğal dünyadan yabancılaşmasına neden olmuştur. Son kitabında Lawrence, insanların doğadan ve evrenden koptuğunu ileri sürerek, insana ve kozmosa dair umut aşılamaya çalışıyordu. Lawrence, Mina Urgan’a göre beden içgüdülerini yadsıyan sadece ruhu önemseyen Hristiyanlık ruhçuluğunu eleştiriyordu; “The Dark Gods” (Karanlık Tanrılar) dediği cinsel dürtüler gibi bedensel dürtülere egemen kozmik güçlere inanıyordu.Mina Urgan,”Lawrence, sanayileşmeyi yaşadığı çağın başlıca felaketi sayardı.”/strong>demektedir. (D.H.Lawrence, İnceleme, YKY, 2016, s. 9)Tetrarşi(4’lü yönetim), M.S. 3.Yy da Roma İmparatoru iocletianus’un ülkeyi daha kolay yönetilir hale getirmek için 2’ye bölüp başına birer Augustus (imparator) getirmesi ile ortaya çıkan yönetim şekli idi. Ve böylece ülkeyi bir Caesar (Kayser) daha kolay yönetebilecekti.Apollon’a(Güneş Tanrısı) tapan kendisi de ordusu gibi pagan olan 1.Constantinus Roma’daki kötü yönetime duyulan tepkiden faydalanarak Maxentius’la savaştı. Romalı iki tetrarkın karşılaşmasında Maxentius’a karşı zafer için Hristiyanlığı kullanacaktı (M.S. 312).Yunan kolonileri (kentleri) aslında birer “Paroskia” yani Yunan ticaret şirketleri tarafından kurulan ulusal yöre dışında yeralan ulus bilinç taşımakla birlikte ekonomik ve toplumsal niteliği olan sömürgeci ve burjuva işbölümüne dayalı insan topluluğundan oluşan (Selanik, İzmir, Odesa gibi) kolonilerdi. Bu kentlerden biri de adını kurucusu efsanevi kahraman Byzantas’tan alan Byzantion’du (İstanbul). 1. Constantinus bu Eski Yunan kolonisini imparatorluğun yeni başkenti ilan ederek (13 Mayıs 330) “Nova Roma” (Yeni Roma) adını vermişti.Ölümünden sonra adıyla;“Constantinopolis”olarak anılacaktır.1.Constantinus (M.S. 272- M.S. 337), Hristiyanlara hoşgörü gösterilmesini buyuran ve “inanç özgürlüğünü” dile getiren Milano Fermanı’nı (M.S. 313) yayınlar ve Roma İmparatorluğu'nda resmî din olacak Hristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile (İnanç Bildirgesi)Birinci İznik Konsili’ni toplar. Konsilde Athanasius’un karşı çıktığı İskenderiyeli Papaz Arius’un 3’lü teslisi (ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu)reddettiği teori tasfiye edilerek aforoz edilir. Paskalya Bayramı İznik Konsili’nde kararlaştırılmıştır (Her Pazar). İkinci İznik Konsili (7.konsil) ikona kırıcılığı konusunda 787’de tekrar toplanır.Osmanlı Devleti ulus yerine dinsel ayrım güttüğünden Ortodoks Yunanlılar kendilerini Hristiyan olarak tanımlardı. Merkezi İstanbul’daki Fener Rum Patriği olan Doğu Ortodoks Kilisesi 3 büyük Hristiyan mezhebinden birini oluşturur (diğer ikisi Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi). Yunanistan Ortodoks Kilisesi Doğu Ortodoks kiliselerinden birini oluşturur.Ve Doğu Ortodoks Kilisesi İznik, Konstantinopolisve Efes Konsili’ni tanıyan oryantal Ortodoks kilisesine karşıilk 7 konsildeki tanımlamaları kabul eder.Monistik Tekçilik evreni tek bir "ilke"ye dayandırarak açıklamaya çalışan öğretidir. Özellikle ruhu maddeye, maddeyi de ruha irca eden, diğer bir ifadeyle, ruh ile maddeyi özdeş sayan öğretilerdir. İznik Konsili’nde Arius’un aforoz edilmesi monofizizmin yani İsa’nın tanrının oğlu olduğunun temel akide olarak benimsenmesi İsa'nın varlığında, insanlıkla tanrısal özün birleştiği ile ilgili kararlar alınmıştı. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu İznik Konsili’nde de (M.S. 325’te) temel akide olarak benimsenmişti. Kutsal Ruh’un Tanrı olduğuna inanırlar. Aya Triada, kutsal üçlü demektir. Bazı Rum Ortodoks kiliselerine verilen addır. Transfigürasyon; Tanrı’nın oğlu İsa’nın dönüşümü gibi İsa’nın dirilip göğe yükselmesiydi. Tanrı’nın İsa’nın vücudunda beden bulduğuna ve yol gösterdiğine inanırlar. Ortodoks kilisesinde bu kavram “Teofani” (Hierosphainein), Batıda ise “Epifani”yani tanrıkudretinin tezahürü anlamına da gelmekte…Katolik evrensel manasına gelirken, Ortodoks, doğru inanç anlamındadır. Ortodoksların batı kiliselerinden farklı akideleri de (Paradhosis) vardır. Ortodokslar resimlerle yetinirler. İkonostaz, İkonlu duvar ve tablolarına denir.İsa, Meryem Ana ve diğer ermişlerin tahta üstüne yapılmış heykel ve resimlerine de ikon veya ikona derler. Yunanca sözcüklerdir.Ortodoksların ayinleri Yunanca olur. Keşişler manastırlarda yaşayıp hiç evlenmezlerdi fakat Ortodokslarda rahipler evlenebilirlerdi.Kitonik dünyevi,kozmik evrenseldir. Ekümenik ise, evrensel, ikamet eden dünya manasında yunanca bir sözcüktür. Bütün kiliseleri kapsayan kavramla Ortodoks kiliselerinde birliktelik ve eşitlik kastedilmektedir.Apostolik, 12 havariyle ilgili ve onların kurduğu kiliseler manasındadır.Agios aziz, agiaazize demektir. Taksiyarhisçağdaş Yunancada başmelek demektir. Başmeleklerin kimliği kesin olmamakla birlikte 4 büyük başmelek ismi geçmektedir: Michael, Gabriel, Raphael ve Uriel.Michael tanrının kendinden yarattığı ilk melek kabul edilir, ikonografide elinde kılıç ve ölü ruhları tartan teraziyle tasvir edilir.Ayazma Türkçeden türetilen bir sözcüktür soğuk su demektir. Ortodos hristiyanlar kutsal su anlamında ayazmalara hagia derler. İsa’ya inananların yıkanması (vaftiz)İsa ile bütünleşmek anlamına geliyor. Çocuğa vaftizde kutsal sayılan bir isim de konuyor. Benzer bir sözcük olan takdis öldükten sonra huzur içinde yatması için günahların bağışlanması için yapılan bir işlemdir.Noel doğuş demektir (Fransızca). Hristiyanlık inancına göre Noel yortusu paskalyadan sonra gelen ikinci önemli yortudur. İsa’nın,doğumunun kutlandığı bu yortu gününe Yunanca“Xristougenna”(Mesih doğdu) denir.Batı kilisesi 25 Aralık’ta kutlarken Noeli Ortodoks Kilisesi Julyen takvimini esas aldığı için 7 Ocak'ta kutlar. Teofani bayramını (Haçı suya atma bayramı) 6 Ocak yerine 19 Ocak'ta kutlar (Gregoryen takvimle Julyen takvim arasında 13 gün fark olduğundan).Uruc orucu 1 Ağustos-15 Ağustos (Uruc Günü) arasında Meryem ana adına tutulan oruçtur. İsa’nın dirilişinin kutlandığı Paskalya yortusu öncesinde olduğu gibi, Noel yortusundan önce de 15 Kasım’dan sonra 40 gün oruç tutulur. Paskalya dönemindeki 40 günlük oruca“Büyük Perhiz”denir.Rumlar kırk gün tutulan oruca“Megali Sarakosti"(Büyük Kırk Gün)derler.Kristoloji yani Mesih anlayışına göre enkarnasyon (hulul)tanrının cisimleşmesi ve insan biçiminde görülmesidir.“Golgota”(Calvary), İncil'deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan ve İsa'nın çarmıha gerildiği bir tepedir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişini(paskalya bayramı) mart-nisan ayında kutlarlar. Ortodokslar için en önemli kutsal bayramlardan (yortu) sayılan günlerde İsa, havarileri ve diğer azizler anılırlar. Hristiyanlar İsa’nın doğumu, vaftizi ve peygamberliğe başlangıcını 25 Aralık-6 Ocak arasında, göğe yükselişini (mihracı) ise Nisan’dan Temmuz’a kadar kutlarlar...(2)Uludağ’ıen güzel, İnegöl’dengörürsünHele bulutlar sarsın, tepesini örülsünLodoslu havalarda, sanki devler dirilirUludağ’ı uyanık ve ayakta görürsün(Yaşar Faruk İnal)Yaşar Faruk İnal, İnegöl doğumlu bir şair. Balkan göçmeni şair, tıpkı Rumeli kökenli diğer şairler, M. Niyazi Akıncıoğlu ve Uluğ Turanlıoğlu gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Bursa’nın tarihsel ve mistik dokusundan etkilenerek Bursa’yı dizelere döken, şiirleştiren bir şairdi.Bursa’nın kolay geçit vermez ve zirvesi çoğu zaman karlı Uludağ’ını Bursa’ya ait öteki zengin imgeler arasına katıp işliyordu. İnal,“Uludağ (2)”şiirinde Uludağ ile ilgili hislerini bu dizelerle ifade ediyordu. (Nilüfer Çiçeği Bursa Şiirler, 2007, s.21)Çocukluk yıllarımda Uludağ’ı Ankara dönüşlerinde İnegöl’e yaklaşırken bir Bursa habercisi gibi görürdüm.Bu sıra dağlar,bütün azamet ve haşmetiyle yolculuk boyunca İnegöl’den başlayarak ta Bursa’ya kadar eşlik ederdi.Pencereden kuzeye bakmak hatırıma bile gelmezdi çünkü sol yanım boylu boyunca karlı dağlar sıra sıra zirvelerle çevriliydi. Onlar bana ürkütücü de gelirlerdi ama güzeldi. İnegöllü öykücü Yazar Cemil Kavukçu’nun“Angelacoma'nın Duvarları”nı okuduğum zaman çok etkilenmiştim. Angelacoma,İnegöl'ünBizans dönemindekiadıydı. Yazarın İnegöl’de geçen çocukluk yıllarını anlatan bu kitap bana hemen Uludağ’ı anımsatmıştı. Bursa için Uludağ ilk sıradaki bir simgedir.Uludağ, kuzeybatı ve güneydoğu yönünde uzanan büyük bir dağ silsilesidir. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzananUludağ'ın uzunluğu40 km'yi genişliği ise 15–20 km'yi bulur.Bu dev kütlenin dokusu granit serpantin ve gnays ile kolemanit, krom ve volfram (tungsten) gibi madeni taş ve kayaçlardan (şist) oluşmuştur. Jeomorfolojik açıdan volkanik olmayan tektonik (fay hareketleriyle oluşmuş) bir dağ olan Uludağ, dağcılık açısından da masif yapılı bir sıradağ kütlesidir, yani tırmanması çok kolay fazla çıkıntılı olmayan yer yer düzlüklerden de oluşan yüzeylere sahiptir. Uludağ bu uygun topografyayla (yer şekilleri)daha sonra kurulmuş benzerleri için de Türkiye’de bir örnek, bir prototip kışlık turizm merkezi olmuştur.Yollar, patikalar, teleferik,telesiyej, kayak merkezi, yaylalar, vadiler, Sarılan, Çobankaya, teleferik ve telesiyej istasyonları, oteller, seyir tepesi…Bugün bunları içinde barındıran Uludağ’da, “Milli park” 1961’de ilan edildi. 2006’da ise 1600 hektarlık bir alan milli park alanının dışına çıkartıldı.Övülmeyi mi istemiyor, yoksa bunu hakketmiyor mu Uludağ? M.Ö.4.Yy’da kutsal Lykeion tepesi’nde bir okul (Akademia) kuran Aristo, sanatta doğayı taklit (mimesis) olarak kavramlaştırmıştı tiyatro sanatının temel özelliğini. İdil, kır huzurlu yaşam şiiri. Uludağ için yazılmış böyle şiir pek yok, mesela Ilgaz Dağı için yazılmış çok bilinir olmuş bir şiir var da acaba neden kutsiyet ve ululiyet atfedilmiş Uludağ’a şan verecek pek öyle şiir yazılmamıştır. Hapisteki çınar Nazım’dan, hemen akla düşen“Uludağ’a Dair”şiiri:Yedi yıldır Uludağ’la göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden,
ne ben,
lâkin birbirimizi yakından tanırız.Gerçekten yaşayan her şey gibi gülmesini ve kızmasını bilir.Bazan,
hele kışın, hele geceleri,
hele rüzgâr kıbleden estiği zaman,
karlı senaberlikleri, yaylaları, donmuş gölleriyle
uykusunun içinde şöyle bir kıpırdanır,
ve orda, en yukarda, en tepede oturan keşiş,
uzun sakalı darmadağın
ve etekleri savrularak,
rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya.Türkiyedeki linyit kullanan termik santrallerden biri de Orhaneli’de bulunuyor. 2006’da bölgede yapılan bir araştırmada solunum yolu hastalıklarına yol açtığı belirtilen santralde ama ne zaman 1998’de desülfirizasyon ünitesi ve elektrostatik filtre gibi çevreci sistemler ancak devreye sokulmuş, böylece doğaya salınan kükürtdioksit, toz ve küllerde bir nebze azaltılma olmuştur…5177 sayılı yasa kapsamında 2004’te, madenlerin yabancılara satış ve özelleştirilmesi ne yol açan maden yasası yürürlüğe girmişti…“İnsan, bir kez tarihi,ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir sisteme dönüştürdü mü; bu tarih makinesinin işleyebilmek için ihtiyaç duyduğu şey, insan yaşamının kalıntıları olur.”AndreyTarkovskiAlman Sosyolog Max Weber,“Şehir konusundaki pek çok tanımın yalnızca bir ortak boyutu var:Şehir, basit olarak,bir veya daha fazla ayrı evler kümesinden oluşur ama görece kapalı bir yerleşim bölgesidir. İktisadi tanımlamayla şehir,sakinlerinin hayatlarını tarımdan değil, esas itibariyle sanayi ve alışverişle kazandıkları bir yerleşim yeridir.”diyordu. ( Şehir,Modern Kentin Oluşumu,Yarın Yayınları, 11. Baskı, 2015, s. 73-74) Ancak Andre Malraux bilindiği gibi fonksiyonel şehircilik anlayışı yerine bir şehirde tarih, doğa ve kültür gibi kaliteli yaşam arttırıcı öğelere göre planlama yapılmasını önermektedir.Aslında çok açık kimliği var Bursa’nın: Tarihsel ve doğal kimlik.Bursa zengin bir kültürel birikim ve tarihsel dokuya sahip, bu dokusunda çeşitli uygarlıklardan izler taşır. M.Ö. 1200’lerde Frigler,M.Ö. 550’lerde Bithynia’lılar gelmiş M.Ö. 70’lerde Romalılar egemen olmuş. 1080’de Selçuklular, 1097’de Bizans, 1326’da da Osmanlı Devleti egemenliğine geçmiş.1402’de (Ankara Savaşı) Moğol istilasına uğrar. Milli Mücadele sırasında 2 yıl 2 ay 2 gün işgal altında kalır. Sonra Cumhuriyet’le eklenen tarihsel ve kültürel yapı.Yüksek mahalleleri doğal seyir terası.Uludağ eteklerinde hemen hepsi tarih dokulu taraça semtlerden mahallelerden oluşuyor: Yıldırım, Emirsultan, Yeşil, Tophane (Hisar), Muradiye ve Çekirge…Bursa hakkında yazanlar için Uludağ bir simge ancak sınıflaşmanın en belirgin göstergesidir de; Türkiye siyasetine egemen liberal sol-liberal muhafazakâr iki kutbu için rüştü ispat aracıdır da. O hale gelmiştir getirilmiştir Bursa’da Uludağ…Ülkenin bir yanında kardan kapanmış yerleşimlerin bilhassa Bahçesaray haberleri verilirken bir yandan da Uludağ’daki kayak ve eğlence haberlerinin verilmesi çelişkili gelirdi bana. Yıllar sonra haberlerin içeriği çok değişmişti, Bahçesaray’dan pek bahsedilmiyordu artık belki ama Uludağ’a kar yağdırmak için belediyelerin seferber olması ilginç geliyordu.Çünkü bütün çaba topu topu 3-5 metre genişlikte kar pisti içindi. Doğu Anadolu’da 8-10 metrelik karları kaldırmak yaşamsal bir sorun haline gelirken kimi için kış Uludağ’da kayak mevsimi demekti…2002’deki belediyeler kaçak yapılaşmayı önlemek için Uludağ orman alanı içinde kalan bölgeleri“mücavir alan” ilan edip yıkımlar yaparken, 2012’de 6831 Sayılı Orman Kanunu’nda yeniden değişiklikle kentsel dönüşüm ileri sürülerek2B yani “Orman vasfını kaybetmiş hazine arazileri”adı altında işgal edilmiş varsayılan arazilerin ormanlık vasfının ortadan kaldırılmasına ve 7 Şubat 2013’te de Maliye Bakanlığı’nın talimatıyla satışına onay verildi. Bu bölgeler uzun bir süre bazı sektlerin ve yabancıların işgaline uğramış olduğu kamuoyunda da tartışma yarattı ve yapılaşma İnkaya, Kirazlı ve Yiğitali (Congara) gibi dağ köylerinin çok daha yukarısına Milli Park sınırlarının 5 km yakınına (Hüseyinalan köyü) kadar yayıldı.Çiçek deyip geçmeBen sığmam diyorOvalar varken saksılara…(Hüsam Kurt)Ekoloji (Ecology), canlıların diğer canlılar ve çevresiyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Bitki ekolojisi, (plant Ecology), bitkiler arasındaki etkileşim, yaşadıkları ortamla ilişkilerini inceleyen bilim dalı, bitki sosyolojisi(plant sociology) ise bitki kuşaklarının yayılışını ve sınıflandırılmasını inceleyen vejetasyon bilimidir.Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Gürcan Güleryüz, “Uludağ, sadece kar cenneti olarak mı anılmalı? “diye soruyordu. Güleryüz’e göre, “Ne yazık ki, günümüze kadar ağırlıklı olarak bu yönü dikkate alınmıştır.Buna bağlı olarak da turizm yatırımları bu yönde olmuştur.Kış mevsiminde açık olan turistik tesisler, yaz sezonunda etkinlik göstermemişlerdir. Son yıllarda bir iki işletme doğa turizmine yönelik olarak yaz sezonunda da hizmet vermeye başlamıştır.”(Gürcan Güleryüz, Uludağ Alpin Çiçekleri, Uludağ Turizmini Geliştirme Derneği, 2000, s. 4)Alman Botanikçi ErnstMayr, Uludağ’da 7 ayrı bitkisel kuşak (zone) bulunduğunu ortaya koymuştu. Buna göre, Uludağ’da 350 metreye kadar olan rakımda defne, zeytin, ardıç, kızılçam (Akdeniz maki ve frigana bitki örtüsü), 350-700 metreler arasındaki kuşakta Anadolu Kestanesi (Castanea Sativa), erguvan, kayın, karaağaç, kızılcık, meşe, karaçam,700-1500 arasında sık Doğu Kayını (Fagus Orientalis) ve lokal olarak Sapsız Meşe (Quercus Petraea) ormanları, 1500-2100 metre arasında nemli Uludağ (Batı) Göknarı (Abies Bornmülleriana) ve gürgen, zirvelere doğru subalpin (1800-2200) ve alpin (2300-2500) kuşak çayır ve bodur çalı bitkileri yayılış gösteriyor…Uludağ’da farklı yüksekliklerde bazıları endemik renk renk çiçek ve şifalı bitki (fitoterapik) toplulukları boy gösteriyor. Bursa’ya bakan alçaktaki yamaçlarda ayrı yukarıdaki vadi ve yaylalarda ayrı Bursa Ovasına bakan zirve ve tepelerde ayrı bir güzellik, farklı renklerden oluşan bir tablo hâkimdi.Bursa ve Uludağ adeta bir renk kataloğu (pantone), bir renk cümbüşü gibiydi.Uludağ Üniversitesi Fen Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gönül Kaynak da Uludağ’daki çeşitliliğe dikkat çekerken başka ülkelerle karşılaştırmış. Türkiye’de 12 bin civarında bitki türüne karşılık bütün Avrupa florası 12 bin civarında; İtalya’da 5.600, Fransa’da 4.900, İngiltere’de 1.400, Hollanda’da 1300 ve Danimarka’da 1000 civarında bitki türü mevcut.Güleryüz, Uludağ’ı doğa turizmine açmak için hem bilimsel yönden hem de doğa turizmi açısından ele alınmasının bir gereklilik olduğunu vurguluyordu.Bir bilim insanı olarak jeomorfolojik yapısı ve bitki sosyolojisi hakkında bilgi veren Güleryüz, kar cennetinin yani Uludağ’ın öbür yüzüne de dikkat çekerek mart-ağustos arasındaki yaz döneminde adeta bir“çiçek cenneti”ne dönüştüğünü belirtiyordu. Uludağ’daki bitki örtüsü mutlaka korunmalıydı.Avrupa Alpin, Asya, İran ve Doğu Akdeniz ikliminin etkisindeki Uludağ’da farklı rakımlarda iklim, yerşekilleri ve bitki örtüsü değişiklik sergilemektedir. Türkiye’deki en önemli bitkisel alanlar arasında yer alan Uludağ’da kar örtüsünün yavaş yavaş kalkmasıyla adeta bir çiçek şenliği başlar. Uludağ’da bulunan toplam 1320 bitki türünden; Dön baba (Erodium Olympicum), Labada (Rumex Olympicus), Benli Yumak Otu (Festuca Punctoria), Bit Otu (Pedicularis Olympica), Yumuşak Tüylü SığırKuyruğu (Verbascum Bombyciferum), Bursa Sığır Kuyruğu (Verbascum Prusianum), Ulu Sığır Kuyruğu (verbascum Olympicum), Çöven(Gypsophila Olympica), Altuni Hindiba (CrepisAurea), Kirpikli Kanarya Otu (SenecioOlympicus), Obrizya (Aubrieta olympica),Geven (AstragalusSibthorpianus)gibi 33 tanesi sadece Uludağ’da yayılış gösterir.Kanarya Otu (Cineraria), Şincar (Onosma Velutinum),Kaz Otu (Arabis Drabiformis), Lefkoje (Matthiola Montana), Asyneuma Rigidum ve Asyneuma Virgatum, Kum Çamı (Jasione Supina), Dağ Karanfili (Dianthus Leucapheus ve Dianthus Recognitus),Kestere (StachysTmolea), Sarı Sarımsak (Allium Flavum), Dağ Soğanı (Allium Olympicum), Misk Soğanı (Muscari Bourgaei), Keten (Linum Olympicum), Çilek Otu (Patentilla Buscoana), Çok Çiçekli Gelincik (Papaver Pilosum), Tilki Kuyruğu (Alopecurus Lanatus), Ulu Yumak Otu (Festuca Cyllenica), Yavşan Otu(Veronica), Altuni Çiçekli Safran (Crocus Chrysanthus) gibi 171 tür bitki Uludağ’da endemiktir. Yani Uludağ’da da yetişebilen nadir taksonlardır (benzer özelliklere sahip türler).Bursa ve Uludağ’daki endemik bitkiler de tıpkı ilk tanımlandıkları coğrafi bölgelerin antik isimleriyle nitelendirildikleri gibi isimlendirilmişlerdir.“Flora Orientalis”in(Doğu Florası) yazarı İsviçreli Botanikçi Pierre Edmond Boissier (1810-1885), 1842’de geldiği Anadolu’da 3 ay kalarak Uludağ’ı da dolaşmış, çok sayıda bitki örneği toplamış ve isimlendirmiştir. Kurutulmuş bitki örnekleri Cenevre Boissier Herbaryumu’nda bulunmaktadır. Fransız Gezgin ve Doğa Bilimci Benjamin Balansa (1825-1891), 1857’de ailesiyle birlikte İzmir’e yerleşerek drog ticareti yapmış ve Avrupa’daki bazı herbaryum ve bitki koleksiyonlarına örnekler yollamıştı. Anadolu’da kaldığı 10 yıllık sürede yaptığı botanik seferlerinde topladığı 2858 örnekle bu kitabın hazırlanması sırasında da katkısı olmuştur.Ruhban George Wheler (1651-1724) Uludağ’a yaptığı gezide gördüğü bitkiler hakkında bilgiler vermiştir. 1700-1702’de yaptığı gezilerde Uludağ’dan bitki örnekleri toplayan Fransız Doğabilimci Joseph Pitton de Tournefort (1656-1708) da, Boissier'in Flora Orientalis'te çalışmalarından faydalandığı botanikçilerdendir. Fransız Eczacı Pierre Martin Remy Aucher-Eloy (1793-1838), 1833-1836 arasında 4 kez Uludağ’a çıkarak bitki örnekleri toplamıştır. İngiliz Arkeolog Frank Calvert’in (1828-1908) Bursa’dan topladığı örnekler “Flora of Turkey”de yeraldı. Ayrıca Sibthorb 1786 ve 1794’de, Clarke 1799 ve 1802’de,Thirke 1839 ve 42’de, Clementi 1849 ve 1850’de, Grisebach 1839’da, Barbey 1873’te, Bornmüller 1886-1899’da, Formanek 1890’da veNemetzde 1894-1897’de Uludağ’ı gezmiştir...Uludağ Göknarı (Abies Bornmülleriana) doğal olarak dünyada sadece Kızılırmak ile Uludağ arasındaki bölgede yetişmektedir ve adını Alman botanikçi JosephFriedrich NicolausBornmüller’den(1862-1948)almaktadır.Bornmüller, Weimar'daki Haussknech Herbaryumu'nda kuratörlük yapmış ve bitki örnekleri Flora of Turkey’de de yeralmıştır.Bursa ve Uludağ’da 1844 yılında Boissier tarafından toplanıp tanımlanan üç sığırkuyruğu türüne bölgenin antik dönemdeki isimleri verilmiştir. Yumuşak Tüylü Sığırkuyruğu“Verbascum Bombyciferum”, ipek böceği taşıyan anlamında “bombyciferum” olarak isimlendirilmiştir. Özgün bir Bursa çiçeğidir; bahar aylarında Bursa içindeki parkları yol, kenarlarını, tarihi alanları süsler. 550 metreye kadar yayılış gösterir. Beyaz tüyler içine gömülü sarıçiçekleriyle tanınıyor. Sığırkuyruğunun tüysüz türü ise Bursa Sığır Kuyruğu“Verbascum Prusianum”dur.Mayıs ile Ağustos ayları arasında 750-2100 rakımlarda volfram maden işletmesinin çevresinde yayılış göstermektedir. Ulu Sığır Kuyruğu“Verbascum olympicum”ise bir Uludağ çiçeği (endemiği) olup 1000-2300 metreler arasında Haziran ve Ağustos ayları arasında Oteller Bölgesi civarında ayrıca piknik yapılan alanlarda görülmektedir.Endemik bitkiler doğanın ve suların temizlenmesinde büyük katkı yapar. Doğadaki nitratı protein olarak organik maddeye dönüştürür. Nitratın suları kirletmesine ve azot emisyonuna (salınım) engel olur ve küresel ısınmanın önlenmesine katkıda bulunur.Ancak bütün bu Bursa ve Uludağ’a özgü türler tehlike altındadır.Uludağ’ın zirve bölgesindekar yağışlı günlerin ortalaması 66,7 gün, karla örtülü günlerin sayısı ise 179,2 gündür (a.g.e., s.10.) 6 ay boyuncakalan beyaz kar örtüsüile Bursa ovasını da besleyen UludağBursa’nın en temel su kaynağı.Dünyanın su kaynakları deniz dışında kalan yüzde 2’si buzullar, yüzde’ 1’i yer altı sularından oluşuyor. Bursa’yı dikine kesen derelerin kaynağı Uludağ’dır.Bursa topraklarının yüzde35’i dağlık ve yayla, yüzde 48’i platolarla, yüzde 17’si ovalarla kaplıdır. Bursa Ovası derelerin sürüklediği alüvyonlardan meydana gelmiştir. Arâzisi volkanik bir yapıya sâhiptir.Bursa kaplıcaları yer kabuğunun iki bin metre derinliğinden yeryüzüne çıkan sıcak su kaynaklarıdır.Bizanslıların bir “su kenti” haline getirdikleri Pythia’da (Çekirge) 1.Justinianus döneminde (M.S.6.Yy) büyük bir saray ve kaplıca yaptırılmıştır.Ve uzantısı olan radyoaktivitesi yüksek ( 55,4) kaplıcasıyla Kükürtlü semtiyle adeta önemli bir sağlık (balneoterapi) ve turizm merkezi olarak Uludağ ile bütünleşmiş gibidir…Alpin kuşağı Avrasya’nın (Asya ile Avrupa) güneyi boyunca uzanan bir sıra dağ sistemidir. Dünyanın ikinci büyük sismik (depremsel) alanıdır.Avrasya levhası ise dünyanın ana tektonik levhalarından birisidir. Alpin kuşağı bu levhanın güneyi boyunca uzanan sınırdır ve güneydeki Arap- Afrika-Hint levhalarının çarpışmasıyla oluşmaktadır.Uludağ’daki habitat (yaşam alanı) zengin bitki örtüsü çoğu ormanlık alan ve çayırlık, sulaklık, turbalık alanlar olmak üzere, tilki, çakal, yaban kedisi, porsuk, sincap, ayı, kurt, yaban domuzu, bukalemun, kaya kartalı, çalıkuşu, keklik saka, baykuş, bülbül gibi birçok hayvan türüne de ev sahipliği yapıyor.Apollo kelebeği (Parnassius apollo)ise adeta Uludağ’ın gözbebeği; Bursa’nın simgesi Uludağ’ın simgelerinden en başta gelenidir. Apollo kelebeği, dünyada da nadir görülen Türkiye’de sadece Uludağ’da yaşayabilen Uludağ’a özgü güzelliklerden biri. Uludağ’da 150 milyon yıldan bu yana varlığını sürdürüyor. Yüksek rakım şartlarına adapte olmuş, 1-2 bin metre yüksek dağlarda yaşayan ancak nesli tükenmekte olan bu kelebek türü sadece temmuz-ağustos aylarında 5 gün civarında uçuyor. Apollo kelebekleri 12 cm’ye kadar büyüyor ve ölmeden önce yavruların aynı şekilde beslenmesi için dam koruğu (sedum) bitkisine eşit aralıklarla 100adetcivarında yumurtabırakıyor.Uludağ’da nesli tehlike altındaki başka tür de Sakallı Akbaba(Gypaetus Barbatus)…Uludağ’da izcilik 1914 yılında Ceyhun Atuf Kansu'nun babası Nafi Atuf Kansu tarafından başlatılmış. Bursa Öğretmen Okulu Müdürü olarak göreve başladıktan sonra okulun öğrencilerinden izci birlikleri oluşturmuş ve ilk Uludağ kampını Kirazlıyayla'da şimdiki piknik alanı olan yerde kurmuş. Uludağ’da doğa yürüyüşleri (trekking) dinlenme (rekreasyon) ve eğlence (entertainment)yanı sıra dağcılık (climbing, bouldering,abseiling) ve kayak ( Snow board, Cross cauntry, Heli skiing) gibi dağ sporları da yaygın olarak yapılabilmekte ancak extrem ve pahalı sporlar elit zümrenin tekelinde görünmekte…Türkiye’deki ilk Dağcılık Kulübü (1932) Bursa Halkevi bünyesinde Bursa’da kurulmuş. Dağa kayakla çıkan ilk kişi Alex Abraham adlı bir Alman (1933) 29 Ekim 1963’te tamamlanıp hizmete açılan Teleferik de bir ilktir ve bir İsviçre şirketi(Von Roll AG) tarafından yapılmış. Yolculuk 3 hatta; 1.bölge Teferrüç-Kadıyayla arasında (375-1271 m.)10 dakika, ikinci bölge Kadıyayla-Sarıalan arasında (1231-1635 m.) 10 dakika ve 3.bölge Sarıalan-Çobankaya arasında (1635-1760 m.) 20 dakika olmak üzere toplamda 40 dakika sürmekteydi. Oteller bölgesinin eklenmesiyle, toplam 8.84 km ile 8’er kişilik gondol tipi 175 adet kabinle dünyanın en uzun teleferik hattı olacaktır…Bursa’da çekirge caddesi üzerindeki Ormancılık Müzesi bir ilk olmanın yanı sıra tek olma sıfatı da taşıyor. Bursa’daki orman varlığı göz önünde bulundurularak 1934’te açılan Orman Okulu -1950 arası lise düzeyinde Orman Okulu 1950’den sonra Orman Müdürlüğü olarak kullanıldıktan sonra 1989’da müzeye dönüştürülmüştür.Uludağ’daki“Büyük Otel”Atatürk’ün emriyle 1933’te açılmış. Cumhuriyetin ilk sanayi kurumlarının kurulduğu Bursa’da İpek-İş,Sümerbank Merinos ve Bursa Atatürk Stadyumu yıkılmalarıyla Bursa kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Uludağ’daki yapılaşma ile ilgili olarak 2008’deyapılan siyasi açıklamalardan sonra ilk hedef tahtasına konan kurum Büyük Otel olmuştu. Bu kadar çok filmde mekân olarak kullanılmış tarihi öneme sahip Büyük Otel’in yıkılmak istenmesi de düşündürücü…1963’te ödüllü Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmiyle büyük üne kavuşan Hülya Koçyiğit şöyle diyordu:“Henüz evli değildim. Sanırım 16 ya da 17 yaşındaydım. İlk defa Uludağ’a gittim. Öylesine bir kar vardı ki ilk defa görüyordum öylesine yoğun bir karı. O zamanlar öyle bugünkü gibi tesisler yok. Kayak evleri var daha çoğunlukla. Bir tek otel var, o da ‘Büyük Otel’…”(Yücel Sönmez, Hürriyet, 5 Şubat 2016)Uludağ gibi doğal ve tarihsel kimlik açısından korunması öncelikli alanlarda farklı kurumsal yönetim ve uygulamalar bilhassa planlama gibi önemli bir konuda topu turizmcilere ya da inşaat sektörüne atmak çevre konusunda istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Zira hem yapılaşmaktan yana olup hem de doğa ve çevreyi korumaya dönük sistemlerin pratikte pek geçerliliği yoktur. Tarihi yapıların tamamen yıkılıp yeniden yapılması ise tarihi koruma açısından uygun olmayıp hiçbir yerde tercih edilen bir yöntem de değildir. O yeri yeniden canlandırmak, hayata döndürmek (resüsitasyon) demek olmuyor.İlk özel işletmeler, Yeşilçam filmlerinde sık sık kullanılan Beceren Cafe 1963’te,“Beceren Otel”ise 1970’te açılmış.Beceren ilk modern teleskiyi de 1963 yılında kurmuş. Teleski, kayakçıyı T bar (çekici) denen ekipmanlarla pistin başına kadar götüren bir düzenek…Kasım Mart ayları Uludağ’ın ana-baba gibi olduğu dönem; okullar sömestr tatiline çıkınca doluluk oranı da bir hayli yükseliyor.Sadece Uludağ mı? Bu dönemde gazete sayfaları da reklam kokan boy boy Uludağ resimleriyle,tanıtım yazıları ve Uludağ haberleriyle dolup taşıyor; yılbaşı gibi tam cümbüş zamanı.Haber demişken…“Her güzelin kusuru olur”!..1988’de Basın yayın Yüksekokulu’ndan mezun olup yerel bir gazeteye müracaat etmişim. Amacım hem pratik yapmak hem bilgilerimi pekiştirmekti, kısacası mesleğe ısınmak. Bu gazetedeyken bir gün Uludağ’a gönderilecek, 27 yıl sonra Çobankaya’da yeniden kurulan bir Kızılay Kampı’nın açılışını haberleştirecektim.O zaman Milli Park Müdürü Yüksek Orman Mühendisi Sinan Karakuzu, Orman Bölge Şefi Cemal Gürpınar, Kamp Yöneticisi Ahmet Baytekin idi. Kızılay Şube Başkanı Recep Sezer’in de katıldığı yemekte hep birlikte Uludağ’a dair sohbet ettik.Haberin gazetede yayınlanmasından sonra Sinan Bey beni telefonla aramıştı“Her güzelin kusuru olur”demişti. Bir de teşekkür etmişti.Niçin mi?Başka bir gazetenin muhabiri de bana refakat etmiş ama farklı bir haber yazmıştı o yüzden. O gazetede çıkan haberde oteller bölgesinden bir dereye kirli suların karıştığı ve o derenin içme suyu kaynağı olarak kullanıldığı yazılmıştı.Halbuki kamp sakinlerinden birisi bahsi geçen dereye birlikte beni de götürmüştü. Ancak benim gazetemde sadece kampı öven yazım yayınlanmış ve bu konuda yazdığım haberse kayda değer bulunmamıştı. Açıkça muhabir olduğum gazete milli park yönetimine bir kıyak yapmış,haberi sadece “iddia” olarak kabullenmişti, belki de…1988 yılında genç bir gazeteci adayı olarak o yaşın verdiği deneyimsizlikle ipince kıyafetle Uludağ’ın çok farklı havasını hesaplamadan çıkmışım dağa.Orada hava Bursa’dan farklı, insanlar yakılan kamp ateşinin etrafında ısınıyorlar, hem de buz gibi bir hava. Tam üç gün hasta yattığımı anımsıyorum.Şimdi geri dönüp o yılları düşünüyorum da ne o kıyafetle giderdim Uludağ’a, ne o haberi es geçerdim. Sinan Bey’e gelince,ya haberi yediremedi kendisine ya da bu kadar çabasına karşılık Uludağ’ın güzelliğine bir halel gelmesini sindirememişti. Belki de…Bir gün Uludağ ile ilgili bir sürü poster ve broşür göndermiş. Merak üstüne sorduğum suale karşılık Yazı İşleri Müdürümüz,“Al, soba borusu gibi bir şey” deyip atmıştı önüme.Açar açmaz hepsi gazetede kapışıldı. Sonraki yıllara bazılarını saklamıştım, arada açıp bakardım onlara. Uludağ güzeldi gerçekten. Ve hep öyle de kalsın.(3)“Sinema geldi ve zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki zaman parçalarının dinamitiyle paramparça etti;şimdi bu dünyanın geniş bir alana dağılmış yıkıntıları arasında serüvenli yolculuklara çıkmaktayız.”(Walter Benjamin)Kentsel dönüşümlerin yaygınlık kazandığı bir zamanda tarihsel dokusu korunması gereken yerler hem turizme hem sinemaya hizmet veriyor. Uludağ doğal yapısıyla bunlardan bir tanesi; Türk sinemasında rakipsiz ve popülaritesi çok yüksek. Ünlülerin ve kalburüstü zümrenin pek alternatifi olmayan en itibarlı uğrak yeri; Yeşilçam için milli park kuruluşundan bu yana hem bir tatil mekânı hem de bir set ve işyeri…Yeşilçam’ın Bursa macerası 1930’larda başlıyor. İlk film“Aysel Bataklı Damın Kızı”1934’te Çalı’da çekilmiş.“Halıcı Kız”ise 1953’te; ikisinin de yönetmeni Muhsin Ertuğrul... 1945’te çekilen“Köroğlu”var; Mümtaz Ener ve Refik Kemal Arduman birlikte çekmiş,ama o İnegöl ilçesinde çekilmiş, Bütün bu filmlerin kıyıdan köşeden Uludağ ile ilişkili oldukları anlaşılmakta.Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası ise 1955’te başlıyor.3 boyutlu ve görsel efektleri bolca kullanan filmlerin yaygınlık kazandığı günümüzde saklama ve arşiv koşulları iyi olmayan sinemamızda filmlere ulaşmak kolay olmuyor.Bazılarını sinema-TV’den,bazılarını vcd’den izlemiştim, bunlar çok sınırlı. En büyük yardımcım bilgisayardı.Bilgisayar kanalıyla ulaşmaya çalıştığım filmlerin yüklü olmayanlarına ulaşamadım, bazılarında kısa tanıtımlarla(trailer) yetinmek zorunda kaldım, çünkü filmin bütünü (video stream) mevcut değildi ne yazık ki. Bulamadıklarım hakkında yazılanlara göz attım anımsamaya çalıştım.1980 öncesi filmler özellikle siyah beyaz çekilmiş eski filmlerde yer belirlemek çok zor oluyor, bazı filmlerde ise kolay. Örneğin“Çile”gibi restorasyonlu ve fazla eskice olmayan filmlerde görüntü hem çok kaliteli hem çok net idi. Bir film şeridi saniyede 16-25 kare akar bu yüzden restorasyon; çizilme ile renk bozulmalarından dolayı meydana gelen kusurların onarılması zahmetli bir işlemdir. 1980 sonrası çekilen filmleri daha önceki bir yazımda (Bursa: Beyaz Perdedeki Kent) ele almıştım; Yine bazısı kıyıdan köşeden Uludağ’yla ilgili, Bora Tekay’ın“Fasulye”(1999), Serdar Akar’ın“Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”(2000) ve Ezel Akay’ın“Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?”(2005)filminden o yazıda uzun uzun bahsetmiştim.Burada daha çok o yazıda eksik kalan 1980 öncesi yapımları da araştırdım. Bu filmlerin nereden bakılsa en yenisi en az 40 senelikti,dile kolay…Dekupaj film öncesi mekânlarda çalışma ve çekim öncesi ön hazırlıktır. Memduh Ün,“Yanlış mekânla doğru film yapılmaz. Mizansen ve oyuncu psikolojisinin mekâna uyması gerek.”der.(Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılap Kitabevi, 2006, s. 72) Ömer Kavur da, “Filmin mekânları başrol oyuncusu kadar önemlidir.”demiştir (a.g.e., s. 97). Mekân seçimi yönetmenin sinema anlayışını da belirliyordu. Örneğin Yavuz Özkan,“Filmin hikâyesinin aktarılmasında, hatta derinlik kazanmasında önemli bir işlevi de vardır.”(a.g.e., s. 170) demekte idi. Yani sinemada temel malzeme görsellikti.Sinemada da diğer (roman, öykü, tiyatro gibi) sanatsal metinlerde(kurmaca) olduğu gibi mekân öyküyü (anlatı) tamamlayan bir unsurdur.Ancak Polonyalı yönetmen ve senaryo yazarı Krzysztof Kieslowski,“Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şeyfilmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”demişti.Konvansiyonel sinema dikkati günlük sorunların dışına çıkartan uyuşturarak eğlendiren sinema anlayışı; belli bir dönem sinemamıza da egemen olmuş anlayıştır ve bir ölçüde hala da sürmektedir. Aşk romanları yazan Muazzez Tahsin Berkand ve Kerime Nadir gibi yazarlardan adapte öyküler ve Bülent Oran ile Safa Önal gibi birkaç senaryo yazarının çevresinde gelişen Yeşilçam sineması daha çok melodram (aşk) filmleri ağırlıktaydı. Hem ticari kaygılar, hem de sansür kurullarınca getirilen kısıtlamalardan dolayı milli rejime (resmi ideolojiye) aykırı görülen filmler yasaklandığından melodram sineması dışında konu çeşitliliği çok sınırlandırılmıştı.Ya aşk romanı kaleme alan muharrirler çok fazla Yeşilçam filmi izliyordu ya da sinema rejisörleri çok fazla aşk romanı okuyorlardı; senaryo olacak kadar uygun yazılıyordu eserler. Ne demişti Muazzez Tahsin Berkand,“Aşkın kudretine inanmak istemiyor, bunu edebiyatçılar tarafından romanlara sokulan bir kelime addediyorum.”(Muazzez Tahsin Berkand, Kezban, Elips Kitap, 1.Baskı, 2014 s.147). Tapınılacak ölçüde gösterişli iki beden ve kusursuz ruh (iç güzelliği)melodram sineması için en gerekli malzemelerdi,tabi bol bol gözyaşı için de. Türk jön ve mabudeleri için bir de çok etkileyici ses gerekti.Abdurrahman Palay ve Adalet Cimcoz gibi dublaj (seslendirme) sanatçıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Hollywood gibi endüstrileşemeyen sinemamız kendine özgü bir üslup, birkaç senarist ya da edebiyat uyarlamasıyla,birkaç yönetmen ve oyuncuyla birbirine benzer hızlı seri filmler çekerek Yeşilçam sinemasını yaratmış oldu…Oysa Federico Fellini’ye göre,“Yönetmenlik, bilinmeyen, tanınmayan dünyalar yaratmak”demek değil miydi?(Hakan Savaş, Sinema ve Varoluşçuluk, Altıkırkbeş Yayın, 2003, s.23)Başka bir kitapta ise Dziga Vertov’un(Roger Vadim’den alıntı; Bir Kent Gezmek, Bir Film İzlemek) bir sözü aktarılıyor.“Bir kent gezmek,bir film izlemek, bir dünyaya girmek ya da doğru bir ifadeyle bir dünya; anlatılan öyküye dair bir evren(diegese)yaratmaktır.”(Sinematografik Kentler, Derleyen Mehmet Öztürk, Agora kitaplığı, 2008, s. 430)Bursa veya İzmir genel olarak İstanbul yanında bir arka fon gibi kullanılmıştır. Hemen akla geliveren ilk yerler İzmir-Kordonboyu ile Bursa-Uludağ’dır. Hatta bazı filmlerde İstanbul dışına da taşmış havası katmak için olsa gerek Bursa ile ilgili görüntüler eklenmekte; Uludağ’da çekildiği pek anlaşılmayan bir sahnede Uludağ’dan söz edilmekte; film sanki Uludağ’da da çekilmiş gösterilmektedir. Ve 1973’te çekilen“Aşkımla Oynama”(Aram Gülyüz) filminde olduğu gibi filmde Uludağ’dan söz edilmekte ancak Kirazlıyayla’daki Sanatoryum görünmekle beraber alelade karlı dağ sahneleri dışında çekimin Uludağ’da yapıldığı pek anlaşılmaz.Fuat Uzkınay’ın ilk filmi çektiği 14 Kasım 1914’den bu yana 6000’den fazla filmin çekildiği ki Türkiye sineması 1966’da dünyanın en fazla (241) film çekilen 4. Ülkesi olmuştur. Bu yüzden Türk sineması hakkında eksiksiz bir derleme yapmak,bu konuda girişimde bulunmak hiç de kolay değildir.1960’lı yıllar Türk sinemasında “Altın yıllar” olmuştu. 1980’ler ise yıldız sistemi çökmüş ve yönetmen sinemasına geçiş dönemi olmuştur. İlginç ama 1980 sonlarında Bursa’da çekilen filmler de adeta bıçakla kesilmiş gibi bitiveriyor.90’larda da Bursa’da çekilmiş bir filme rastlamak mümkün değil.1990’lı yılların ilk yarısı video-VCD-DVD’lerin adeta altın çağı olmuştur.Türk sinemasında 1922-1949 arası özel yapım evleri dönemi, 1922-1930 arası ise Tiyatrocular dönemi kabul edilir.Geçiş döneminden (1939- 1952) sonraki dönem Sinemacılar dönemi (1952-1963) olarak adlandırılmaktadır. 2013’e gelindiğinde Türkiye’de 620 sinema binası, 2170 sinema perdesi ve 271.250 koltuk sayısından bahsedilmekte…Sinema mekândaki değişim ve yaşamdaki akışı sergiliyorsa Uludağ’ın buna ne yönde ve ne kadar katkısı olmuştur?Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası 1955’te başlıyor, demiştik. 1955 yapımı“Düşman Aşıklar”karlı sahneler görünen Uludağ'da çekilmiş ilk film. Daha önce oyunculuk da yapmış Memduh Ün’ün ilk yönetmenlik denemesi.Ün, Sinema Yazarı Pınar Tınaz Gürmen’e anlatıyor önce filmin hikâyesini:“Artık dünya çapında bir film çekebilirim duygusu geldi ‘Hacı Şakir Ailesi’nin Esrarı’ diye kitabını bulmuştum. Doğu’da geçen, kan davasını anlatan.Uludağ’da yapıyoruz çekimleri. Tabii dünya çapında bir film yapacağım için korkunç kaprisliyim. Oysa her tarafta görüntü aynı. Kar tutmuş çamlar, kayalar vb. Filmi Mehmet Muhtar tamamladı. “(Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 64-65).Ün, kaleme aldığı“Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor”adlı kitapla ilgili“Küçük Dünyaların Büyük Yönetmeni”başlıklı söyleşide de,“Film sinemalarda çok kötü iş yaptı. Bugün için filmi görmek olası değil,belki belediye depolarında çıkan yangınlarda yandı ya dagümüş çıkarmak içinkatillerin (!) elindebirçok negatif gibi yok oldu gitti.”diyordu. (Fatma Oran, Cumhuriyet Kitap, 2010,
Ne kadar anlatılsa da yaşanan
Aşklar birer efsanedir şimdi
Dağ dorukları birer efsanedir
Nasıl yazılır bir dağın tarihi(Ahmet Telli)Burada yaşamış burada uygarlıkları kurmuş kadim halkların bir toplamıdır Anadolu. Homeros’un İlyada destanında da kullandığı Assuwa, Hitit metinlerinde geçen bir kelimedir. Bugünkü Asya sözcüğünün kökenidir. Şems-abad Farsça, meşrık Arapça doğu demektir yani günlük güneşlik, güneşi bol yer. Anadolu sözünün kökeni ise “güneş doğan” anlamına gelirmiş. Eski Yunan kolonileri göç ettikleri topraklara “Anatolia” (Anatole) derlerdi. Bu da doğu, “doğu ülkesi” anlamına gelirdi. Yunanistan’ın dörtte uçünün kayalık, dağlık alanlardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda çok yerinde bir tanım. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon, Delos adasında doğmuştur ama ismi Grekçe değildi. Anadolu kökenliydi. Anadolu ve Ege’deki bazı Yunan halkları güneş tanrısı Apollo’ya tapınırlardı. Örneğin Lazpa Hititçe bir sözcüktür. Lesbos sözünün kökenidir. Lesvoslular da (Midilli) Apollon’a taparlarmış. Anadolu ile Ege de böyledir.İyonlar hellenliği kabul etmemiş, onlara göre Apollon ile Kreusa’nin birlikteliğinden doğmuşlardı. Asklepios tıp sağlık tanrısıdır Apollon’un oğludur Apollon’un ikiz kız kardeşi, vahşi doğa, avcılık, okçuluk tanrıçası Artemis’tir. Bunlar hep birbirine yakın tanrılar…Yunanistan’ın metinlerde geçen (MÖ. 5-4.Yy) ;Helen öncesi eski ahalisi Pelajlardı (Pelasg) Helenler gelince bu otokton (yerli) halk asimile olmuşlardı. Eski Yunanlılar da Hellen’in soyundan geldiklerine inanırlardı. Zeus insan soyuna ceza olsun diye tufan çıkartır. ;Prometheus oğlu Deukalion’dan bir gemi yapmasını ister. Deukalion ve karısı Pyyrha bir gemi yaparlar. Bu gemi Yunanistan’daki en yüksek yer olan Parnassos dağına oturur. Hellen’in(Deukalion’un oğlu) 3 ;oğlu olur: Dorus, Ksuthos ve Aiolas. Ksuthos iyonların, Aiolas ise Aiolialıların atasıdır. Yunanlıların efsanevi atası Deukalion’dur (Arkeolojiye göre MÖ. 3000’de Sümer’i büyük seller basmıştı).Yani burada da Olimpos’un tanrılarından çaldığı kutsal ateşi narteks içinde insana taşıyan Prometheus’un başka bir iyiliğine şahit olmuş oluyoruz. MÖ. 4.Yy’da Yunanlı şair Pindarus, “İnsanların da, tanrıların da anası topraktır” demişti. Büyük tufanda yokolan insan soyunu yeniden dünyaya kavuşturmak için toprağa erkek ve kadına dönüşen taşları eken yine Prometheus’un oğlu ile eşi.Yunan yazını Hesiodos’un yabancı kaynaklı bazı tanrılarını kullanmamış ve kaba saymıştır.Theogonia’da Olympos tanrılarına kadar birçok kuşak sayar Hesiodos ve en son “Devler ve Tanrılar Savaşı”yla Olympos’taki tanrıların saltanatını kurar. Bu savaş Teselya’nın (Makedonya) iki yüksek dağında cereyan eder: Othrys ve Olympos’ta…Tüm tanrıların anası toprak ana; ana tanrıça Gaia’dır. Hesiodos’a göre Prometheus, Titanların soyundan İapetus ile Klymene’nin oğludur. Aiskhylos’a göre bu kahramanı doğuran ana Gaia’dır. Zeus bir Titan ancak büyür güçlenir ve dünyaya hakimiyet kurmak ister. Babası Kronos’a kafa tutar. Kronos dahil tüm Titanları yeraltına (Tartaros) hapseder. İapetos’un zekâsını kıskanan Zeus, Prometheus ‘u da herhangi bir köle gibi (5. Yy’da kölelikle zorbalık yasal) Kafkas Dağı’nda zincire vurdurur. Tanrıların düzenine karşı gelmiş Prometheus bu yüzden ;“Prometheus Desmotes” (Zincire Vurulmuş Prometheus) adıyla anılır:“Bir gün bir rezene sapı içinde çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu. Bu tohum bütün sanatların anahtarı oldu bütün yolları açtı insanlara. Suçum bu işte benim tanrılara karşı, bu yüzden zincire vuruldum bu göklerin altında.”(Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4.Baskı, s.6).Çok katlı yapıları (insulae) ilk kuranlar Romalılardı mesela; Eski Roma’nın merkezi de bir tepede (Palatino) inşa edilmişti.ABD Eski Başkanı Ronald Wilson Reagan 1980 ve 1983’te, “Armageddon’u yaşayacak nesil biz olabiliriz” ;demişti.Müslümanlara göre kıyamet alametlerinin görüldüğü zaman dünyanın son günleri (ahir-i zaman)olarak kabul edilir. Hadislerde geçen Mercidabık, Halep’e bağlı (Azez) kasaba 3.Dünya savaşının geçeceğine inanılan yerlerden biridir. Armagedon ise, Kitabı Mukaddes’ın (eski ve yeni ahit) son kitabına ya da Vahiy’e ve Hazekiel’e göreyse (Tanah) (Tevrat ve Mezmur ya da Zebur) büyük bir deprem tarif edilmekte bazılarına göre nükleer bir savaştan kıyamet (evrenin sonu) olarak bahsedilmektedir.Ancak Melhame-i Kübra (Büyük Kıyım) çok ve büyük kanlı olayın kopacağı yer, Tel Aviv’in 55 Km. kuzeyindeki Megido Tepesi (Har Megiddo) eski bir kentin bulunduğu 30 metrelik bir höyük...Hristiyanlara göre kıyamet Tanrının Krallığı ile bitecek. Yahudilere göreyse “Gene” (Eden) ve “Ge-Hinnom” (Cennet ve Cehennem) hayatına geçilecek. Ancak bilimsel teorilere göre evren genişleyip soğuyacaktı (ısı ölümü ya da büyük donma). Zaten “Büyük Patlama” (Big Bang) sonucu oluşan evren soğumaya çalışmakta ve büyüdükçe ısısı düşmektedir. Kutup graviteleri eşdeğer düzeye inip donacaktır. Fakat bütün evrenlerin toplamı yani “Çoklu Evren” (Multiverse) teleskop ile görülen sadece 93 milyar ışık yılı genişliğinde bunun çok küçük bir kısmıydı…Tanrıların evi niye yüksek dağlar olmuştur? Profan dini ve kutsal olmayan her şey, bu entropi düzensizlik gelişigüzellik içinde tanrıya tanrısal inanca daha yakın olmak mı yoksa…Ya da tanrılar için yegane besin, bir tür nektar ya da bal özü olduğu rivayet edilen ambrosialar için önemli bir kaynak; renk renk, çeşit çeşit çiçek ve bitki orada bulunduklarından mı acaba, ama hayır.Ya da belki hepsi!Peru’daki “La Rinconada” dünyanın en yüksek rakımlı yerleşim birimidir. Dağ ikliminin hâkim olduğu 5.130 metre yükseklikteki bu kasabada 50 bin kişi yaşar. Ve insanların burada olmasının nedeni yakınında altın madenlerinin bulunmasıdır.Oysa Anadolu’nun doğusunda yeralan dağlık bölgeler ekseriyetle birer mahrumiyet bölgesi sayılırlar. Tevrat’ta Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra karaya oturduğu yer olarak Kuh-i Nuh da denilen Ağrı Dağı tasvir edilir. Yüksekliği 5.137 metredir. Ve tepesi buzul olan Anadolu’nun tek dağıdır.Ege uygarlığının kökü ve anası Sümer uygarlığıdır. “İsa’dan 5 bin yıl önce Sümer kentleri bir hayat ve kültür merkezi oldu.” der Halikarnas Balıkçısı (Sonsuzluk Sessiz Büyür, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, 2005, s.70-71)Gustave Le Bon’un, “Tanrı yaşayan hayattır” dediğini aktarır H.Balıkçısı (a.g.e., s.25)Avustralya yerlilerinin” Uluru” dediği “Ayers Rock Tepesi” kırmızı devasa bir tümsektir. Aborjinler bu tepeciği kutsal alan olarak kabul eder ve törensel ritüeller yaparlar. Mekânsal Determinizm, mekânın kültür ve insan biçimlenmesinde önemli rolü olduğunu kabul eder. Aborjinlerin Avustralya’ya yerleştiği 60 bin yıllık kültürel birikim bugünkü tıpbın da gelişiminin sonucudur.Pangea yani 180 milyon önce yeryüzü tek parçadan oluşuyormuş ikiye ayrılan yeryüzünün kuzeyi “Laurasis” ve güneyi “Gondwanaland” olarak adlandırılıyor. Uluru ise komşusu Kata Tjuta ile beraber yaklaşık 600 Milyon yıl önce oluşmuş.İbrahim ve kavmi Mısır’da köleyken Tanrı’nın tarafından 2 taş tablete yazılmış “On Emir” (Decalogus) M.Ö. 1200’de Sina Dağı’nda verilmiştir…Halikarnas Balıkçısı, strong>“İsa’nın doğuşundan bin yıl öncesine kadar dişi tanrılar (tanrıça) erkek tanrılara üstün sayılırdı” (a.g.e., s.27) der. İda Dağı, Zeus’un Hera ile evlendiği dağdır. Kocakatran Dağları’nın en yüksek yeri olan bu dağdan izlemiş Troya Savaşı’nı Zeus. Halikarnas Balıkçısı “Anadolu Efsaneleri” kitabında sözde yağmur ilk defa orada toprağa kavuşmuş diye yazar. Herakles susadığı için su istemiş ve Zeus küçük bir pınar fışkırtmış: Skamandros (bugünkü Küçük Menderes Nehri). İda’dan çıkar böylece Skamandros; nehri kazarak daha büyük bir pınar bulur Herakles de; bir adı da Ksanthos’tur ve kızıl su anlamına gelir. Gerdek için kızlar burada yıkanırmış rivayet bu ya güzellik tanrısı Afrodit bile saçlarını kızıla büründürmek için burada yıkanırmış.Zeus’un önerisiyle düzenlenen güzellik yarışmasında Paris (Truva Prensi) Afrodit’i seçince diğer tanrıçalar Hera ile Athena Truva savaşında Akha’lara yardım edecekti bu yüzden. Truva’ya adını veren Dardani Kralı Tron’dur…Oliympia, Eski Yunan diyasporası tarafından saygı gören 3 yerden birisidir ki diğer ikisi ise gemilerin İonia’ya açıldıkları liman sayılan “Delos Adası” ile kutsal tapınakların bulunduğu “Delphoi “ idi (David Stuttard, Antik Yunan Tarihi, YKY, 2016, s. 33). David Stuttard,“Çoğu Yunan’ın geçmişe ilişkin bilgisi, olguların hayallerle süslendiği ve gerçeklerin söylemlerle iç içe geçtiği sözlü geleneklere ve destanlara dayanıyordu. demektedir (a.g.e., s. 30).Mitoloji (söylence bilim), hangi toplumun hangi tanrılara taptığını bildirir. Grekler Zeus ve 11 tane Olimpos’lu tanrıya (Olympian) daha taparlardı. Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi” kitabında Yunan tanrılarının Herodot’a göre Homeros’un icadı olduğunu yazar. “Anadolu Efsaneleri” kitabında Hesiodos’u da ekler buna, Grek tanrıçalarını Hesiodos ile Homeros yarattı, der (Bilgi Yayınevi, 12. Basım, 2008, s. 117). İnsan soyu dünyaya gelmeden önce işte bu tanrılar kendi aralarında savaşırlar. Titanlar (devler) Atina yakınındaki Othrys Dağı’nda, Kronos’un oğulları da Selanik yakınındaki Olympos’ta (Mytikas Tepesi) yerleşmişlerdir. Tanrılar arasındaki bu savaş (Titanomakhia ) tam 11 yıl sürmüş. İlk olimpiyatlar da Olimpos (Olemp) tanrılarının yaşadığına inanılan bu dağda yapıldığından adını buradan almıştır.;“Stadion”(Stadyum) da Yunanca kökenli bir sözcük ve bir Yunan uzunluk ölçüsü birimidir (Bizdeki bir spor bakanı bir yerde ne yazık ki burasını Türkiye’deki Olimposlarla karıştırmıştır).Anadolu’da kurulan ilk merkezi devlet Hititlerse de bilinen en eski uygarlık Luvi Krallığı’dır (M.Ö. 2000-1400). Anadolu'daki Helen yer adlarının kökeni Luvice’dir. Bilge Umar "Olympos" sözcüğünün de eski Luwi/Pelosgos kültürünün yayılma alanı kapsamında karşımıza çıkan bir dağ adının Hellen ağzında büründüğü biçim olduğu kanısındadır. Apollon, Kibele, Afrodit, Artemis gibi birçok tanrı ve tanrıça ismi de sözcüklerin Yunanca telaffuzlarından türemiştir. Örneğin kökeni Etrüsklere dayanan Apollon’dan “Likyalı” ismi ile de bahsedilmektedir. Likyalı sıfatının kökeni ise, Luvi dilinde “Işık”(Lyk) anlamına gelmekteydi.Uludağ’ın ismi de antik çağda bilinen “Hep parlayan” anlamında Olympos’tu ve Luvi kaynaklı bir isimdi. Antik Yunan Tarihçi Herodot’un (MÖ. 484 – MÖ. 425) Mysia (Misya) için kullandığı sözcük “Mariandyn” (Mariyandin); yani Bursa Olimpos’u (Uludağ)civarı (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, s.174). Mysia, antik çağda Mysialıların yaşadığı bölgenin adı, Çanakkale, Balıkesir ve Bursa dolaylarıdır.Herodot, “Mysialılar kendi ülkelerinin başlıklarını giyiyorlardı, ellerinde küçük kalkanlar ve ateşte sertleştirilmiş demirden kargılar vardı. Olympos Dağı’na komşu oldukları için bunlara Olymposlular da denilir “ demektedir. (Herodotos Tarih, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 13. Basım, 2017, Kitap 7, Bölüm 74, s. 543)Azra Erhat da Olympos’un Yunanca bir kelime olmadığını belirtiyor. (Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 12. Basım, 2003, s.228) Erhat;“Yüksek Dağ” anlamında kullanıldığına ihtimal veriyor: “Dorukları gökte bulutlara karışan ulu dağların tanrılara konut olduğu inancı Yunan’a Sümer’den geçmiş olabilir” diyor.Yunanistan’daki Olympos Zeus’un merkezi buna karşın Apollon ve diğer tanrılar Parnassos ya da Helicon Dağı’nda toplanırlardı. Homeros tanrıların bu dağlarda şölenler düzenlediklerini ve konuşmak ve tartışmak için buraya geldiklerini yazmaktadır.Olympos adında efsanevi kişilikler de vardır. Örneğin, Girit’e adını veren Kres’in oğlu Kronos’un (Zeus’un Emaneti) diğer adı Kybele’nin kocasının adından gelen Mysia Olympos’u yani Uludağ’dır. Marsyas’ın oğlu ünlü flüt çalgıcısının adı da Olympos.Yunanistan ve Makedonya dışında, Olympos tanrılarının başka yüksek dağlarda da toplandıklarını, Anadolu’da sayısı 20’ye varan (İda Dağı gibi) Olimpos dağının bulunduğunu belirtir...Mysialılardan önce bölge Masa ülkesi halkı da Masalılar olarak biliniyor. Mısırlılarla yapılan savaşta Masalılar Hititleri desteklemiş ve Homeros’un İlyada destanında Mysialılar da Truva’nın müttefikleri arasında gösterilmişti. Mysialılar Truva’nın yıkılması üzerine Lidyalıların hâkimiyetine girmişlerdir.Mysia sınırları içinde kalan Uludağ’ın özellikle batı ve güney kısmı için kullanılan ismi Olympene idi. Lidyalılar civarda gürgen ağacı bolca yetiştiğinden bu ağacın adından dolayı bölgeye Mysia deniyordu. Antik Yunan Tarihçi ve Coğrafyacı Strabon (M.Ö. 64-M.S. 24), ;"Mysia isminin aslı Lydialılarda gürgen ağacına verilen isimden çıkmıştır. Olympos Dağı dolaylarında çok sayıda gürgen ağacı vardır." demektedir. (Geographika Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 8. Baskı, kitap XII.8.3, s. 73)Strabon, bölgede yaşayanlardan Olympeneli diye sözetmekte ayrıca bölgenin Pers egemenliği döneminde “Hellespont” satraplığına (eyalet) bağlanmasından dolayı “Hellespontlular” olarak anıldıklarını belirtmektedir (a.g.e, kitap XII. 4.10, s. 61). Mysialıların konuştukları dil Lidya ve Frigya dillerinin bir karışımıydı. Strabon’a göre Mysialılar dinsel inançlarından dolayı canlı varlıkları yemekten kaçınmakta, süt, peynir ve balla beslenmekteydi. Strabon, “Olympos dağları iyi bir şekilde iskân edildikten başka aynı zamanda tepelerinde sık ormanları ve haydut çetelerini barındıran, dağ tarafından korunmuş yerler de içermektedir” ;demektedir.(a.g.e., Kitap XII.8. 8, s.78)Mysia bölgesi Romalıların egemenliğine geçtikten sonra çok sık seyahat eden Roma İmparatoru Hadrianus“Hadrianutherae”;(Balıkesir),“Hadrianoutherai” (Dursunbey) ile birlikte Uludağ’da da bölgenin merkezi sayılan bugünkü Orhaneli’nin bulunduğu yerde “Hadrianoi” kentlerini kurmuştur. Bu dağlık ve ormanlık bölge Romalılar döneminde de bir tatil ve avlak yeri olarak kabul görmektedir. Bölgedeki önemli mabed ve diğer yapılar da bu bölgede toplanmış olup halk tarafından da kiliseler bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Zeus Kersoullos tapınağı ve Kızılkilise gibi. Günümüzde Orhaneli, Büyükorhan, Harmancık ve Keles ilçelerinin olduğu tarih ve kültürel yapısı birbirine benzeyen yerleşim bölgelerinin tamamı “Dağ Yöresi” olarak adlandırılmakta…Hititler döneminde de Mysia bölgesine Hititlerce Assuwa denmekteydi.Hititlerden sonra bir süre Lydialıların egemenliğinde kalan bölgedeki kabilelerin hepsinin Thrak kökenli olduklarının varsayıldığını belirten Strabon, “Mysia’yı, Bithynia’yla ;Aisepos Irmağı’nın [Gönen Çayı] denize döküldüğü yere, kıyıdan Olympos’a kadar olan alan içerisine yerleştirebiliriz.”diye de yazmaktadır. (a.g.e, Kitap XII. 4.5, s. 58)Pers egemenliğine geçtikten sonra Asya seferine başlayan Makedonya Kralı Büyük İskender (3.Aleksandros) Mysia’nın güneyindengeçmiş Bithynia’yı da Perslerden alarak "Paphlagonia ve Bithynia Satraplığı"na (Hellespontos Phrygia)bağlamıştı. Ancak Büyük İskender’in atadığı satrapı yenen Bithynia prenslerinden Bas, bölgedeki merkezi boşluktan yararlanarak siyasi, ekonomik ve askeri yönden güçlenmiş ve hükümdarlığı boyunca Makedonyalıları da Bithynia’dan uzak tutmayı başarmıştır. Onun oğlu Zipoites Bithynia üzerinde egemenlik kurmak isteyen, İskender'in generallerinden (Diadokhos) Lysimakhos'u da yenerek Nikaia’da (İznik) "Bithynia Krallığı"nı kurmuştur (M.Ö. 279).Bithynia Krallığı en parlak dönemini 1.Prusias döneminde yaşadı. Bithynia döneminde Bursa’dan kurucusundan dolayı “Prusa ad Olympium” (Uludağ Bursa’sı) diye bahsedilir. Bithynia Kralı 1.Prusias (M.Ö 283 - M.Ö 83) ele geçirdiği yerlere Bithyn kolonileri yerleştirerek sonra kendi adını vermiştir.Birbirinden ayırt edilmek için Gemlik’e “Prusias am Mare” (Denizin kenarındaki Prusa) ve Melen Çayı Kenarındaki Konuralp’e de “Prusias Pros Hypios” (Hypios ırmağının kenarındaki Prusias) adı verilmişti. Romalıların eline geçtikten sonra "Pontus et Bithynia" (Hellence Pontus kai Bithynia) adıyla anılmış, Roma’dan gönderilen Proconsul (Eyalet Valisi) tarafından yönetilmeye başlanmış ve Bizans’ın eline geçtikten sonra da İznik’e bağlanmıştır.Uludağ’daki manastırlar da 3.Yy’dan sonra kullanılmaya başlamıştı. Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul ettikten sonra azizler tarafından kurulmuşlardı. M.S. 303-308 yıllarında Hristiyanlara yönelik baskılar yoğunlaşınca Uludağ’daki mağaralar ve inşa edilen küçük evler de inziva yerleri olmuştur. 1.Theodosius (M.S. 347-395), 391'de Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilân etti ve İznik teslisini destekleyip Hristiyanlığı teşvik etmiştir.;Ancak 25 Mart 717 tarihinde imparatorluğunu ilan eden "Birinci İkonoplast (Putkırıcı) İmparator" unvanıyla anılan III. Leo İsauryalı (MS. 685-741) ikonların imha edilmesiyle ilgili olarak ferman çıkartarak heykel ve resimlerin yıkılıp kaldırılması emrini vermişti. Yaptığı uygulamalarla bütün kiliselerden tepki gördüğü gibi Doğu ve Batı kiliselerinin de arasını açmıştır.Uludağ’daki manastırlar 8.Yy’da en üst sayıya ulaşmıştır. Selanik ile Bafa Gölü’nün çevresi de manastırlar bölgesi haline gelmiştir.Bizans döneminde manastır ve kiliselerin çokluğundan dolayı Bursa’ya da “Theoupolis”(Tanrı Kenti) denmiştir. Bunda Uludağ’daki manastırların büyük payı vardır.“Agorlar Manastırı”(Monastere des Agaures) Bizans İmparatorluğu’nda, 8 ve 9.Yy’da ikonoklastlar ve ikonodullar arasında başgösteren çatışmalar boyunca büyük önem kazanmıştır. Çoğu Agaures (Agorlar) manastırına bağlı 147 manastırın varlığından söz edilmektedir. Günümüzde manastırlardan pek eser kalmamıştır.Osmanlı döneminde Bursa’nın fethiyle Uludağ’daki manastırlardan bazılarına dervişler yerleşmişler ve Uludağ’a da “Cebel-i Ruhbân”(Rahipler Dağı) ya da “Cebel-i Keşiş” (Keşiş Dağı) denmiştir. 17. yüzyılın önemli gezginlerinden Evliya Çelebi, seyahatnamesinde “Evsâf-ı mesîregâh-ı Cebel-i Ruhban, yani Keşiş Dağı” başlığı altında Uludağ’dan, “Bursa şehrinin cânib-i kıblesinde (kıble yönünde)şehre hâ'il (kapatan), eflâke ser çekmiş (gökyüzüne baş uzatmış) bir kûh-i bâlâdır (yüce dağdır)” diye söz etmekte,“Bu dağa Keşiş Dağı denmesinin sebebi, Ayasofya’ daki patrik ve rahiplerin perhiz ile uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” demektedir..Uludağ adını ise Osman Şevki Bey’in 1925’teki önerisiyle almış:“Bütün dünya bu dağa Olemp der. Biz ise Keşiş Dağı diyoruz. Garbî Anadolu'nun en yüksek tepesine çıktım. Etrafıma baktım; ne keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi altında mustaripti. Halk bu ismi sevmiyor; haklıdır. Olemp kelimesi de halkımızın diline uygun değildir. Biz buna, dağın bünyesine en uygun olan bir ismi verelim ve Uludağ diyelim.”1925’te Bursa Coğrafya Encümeni ile bir inceleme gezisine katılan Osman Şevki Bey’in hazırladığı raporda geçen bu öneri Mareşal Fevzi Çakmak’ın olumlu bulmasıyla değiştirilmiştir. Atatürk’ün 1935’te milletvekilliğine atadığı Şevki Bey Bursalı bir radyolog, besteci ve yazar. 1934’te çıkan soyadı kanunuyla Uludağ soyadını da almış. 1936’da “Uludağ Keşişleri, Dervişleri, Tapınakları”isimli bir de kitap yazmış. Bu kitapta manastırların yayılma alanını 3 bölgeye ayırmış 28 manastır hakkında da bilgi veriyordu.2011’de Uludağ’a adının verilişinin 85.yıldönümü sebebiyle düzenlenen 1.Uludağ Buluşmaları’na Osman Şevki Uludağ’ın torunu İrem Ela Yıldızeli de katılmış ve orada şöyle demişti:“Bursa şehrine varır varmaz karşımda yükselen dağ eteklerine dağılmış şehre hemen hayran kaldım. Dağın ilk kayakçıları İlhan ve Akın Bey’den kayak maceralarını dinleyip ateş etrafında dans ettik.”Ancak İrem Hanım dedesi Osman Şevki Bey’i“Uludağ’da Din Hayatı” başlıklı yazısını okumuş veya hatırlamış olsaydı bunları yazar mıydı acaba? Zira Osman Şevki Uludağ bu yazısında,“Uludağ’ın Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine gelinceye kadar Brusa’ya bakan ve genişliği her gün biraz daha artan keleş tepelerin ve tarlaların yerinde kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki Cumhuriyet köşkünün üst taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst taraflarda havlucu esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane ormanları sola doğru ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli kızık ve Hamamlı kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Brusa’ dan dağa bakanlar gördüklerine doyamazlardı.”demiştir.Bursa Fransız Kilisesi Rahibi Bernardin Menthon, Uludağ’daki manastırlarla ilgili ilk kapsamlı araştırmayı yapan kişidir. 1935’te “L’olympe de Bithynie” (Bitinya Olimposu) adlı bir kitap yazarak Keşiş Dağı olarak anılan Uludağ’ın Hristiyanlık kültüründeki yeri hakkında bilgiler vermiştir.Osman Şevki Uludağ,“Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercümei halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap olmuşlardır. Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’ larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur. Bu manastırlardan bu gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile kaybolmuştur.”diye yazmaktadır…Bayındırlık İşleri Müfettişliği görevi sırasında Fransız Hükümeti tarafından Anadolu'ya gönderilen Fransız arkeolog ve gezgini Charles Texier (1802-1871) de bölge hakkında kitaplar yazmış, gözlemlerini aktarmıştır. Bunlardan en ünlüsü, “Asie Mineure”(Küçük Asya)adlı kitaptır. Texier, bu kitapta Uludağ’daki manastırların yoğunluğundan söz ederek Uludağ’ı Yunanistan’daki Athos (Aynaroz) Dağı’na benzetmiş ve şöyle demiştir:“Eskiden söylendiği gibi, Olimpos zirvesinin, bir yayla oluşturan iki başı vardır. Doğu tarafındaki başında kuru taştan yapılmış bir yapının kalıntısı görülür. Bu bir ufak kilise ya da manastır olabilir. Şekil ve yapımından hangi devre ait olduğunu belirleyecek hiçbir özelliği yoktur… Bizans İmparatorları zamanında Olympos vadileri, başkentin gürültüsünden kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı oldu. Athos Dağı’nda olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva yerlerinin sayısı arttı. Dünyadan elini eteğini çekenlerin anılarını muhafaza ederek bugün de gururlu olan Olympos dağı, Türkler tarafından verilen Keşiş Dağı adını taşır.”Antik Yunan kentleri (polis) “Basileus” ya da “Tiran” (Tyrannos) adı verilen iktidar krallar tarafından yönetilirlerdi.MÖ. 6.Yy sonuna dek olan bu dönemden Homeros ve Hesiodos, kahramanlık çağı olarak bahsetmektedir. İlk çağlarda adalet ve özgürlüğün kurulacağı altın çağa dönüş inancı Chilistianism (Tanrısal Krallık) vardı. Homerik çağ ise, Halikarnas Balıkçısı’nın masumluk, çocukluk ve düş dönemi dediği dönemdir.Yunanlıların en önemli ve en eski “Theogonia”sını yazan Hesiodos’tur. Fenike, Sümer ve Babil gibi eski inanç ve efsaneleri aktarır Yunanlılarınkiyle kaynaştırır. Homeros’ta olduğu gibi Eski Yunan’daki mitoloji yazarlarına kaynak oluşturan tek din kitabı olarak kabul edilir. Hesiodos (MÖ. 8.Yy) didaktik (öğretici) şiirin öncüsü ve ilk ekonomi tarihçisi olarak da kabul edilir. Theogonia adlı eseri evrenin oluşumu ve tanrıların kökeni hakkında kaynak olarak yorumlanırken “İşler ve Günler” adlı eseriyle de çiftçilik yaşamını anlatır. Hesiodos,İş ve Günler’de çağların gittikçe kötüleştiğini “Altın Çağ” diye nitelediği bir barış bolluk döneminden sonra gümüş, bronz, kahramanlık ve demir çağının geldiğini belirtir. Ve işlerin zor ve insanların da çok çalışmaktan yıpranır hale geldiklerini dile getirir. Hesiodos’un bu konuda yazdıkları belki de diyalektik tarihin gelişimine ilişkin ilk gerçekçi varsayımlardı.Toplumsal gelişime ekonomik temelli yaklaşan Saint Simon,endüstri toplumuna ilişkin Hristiyanlık için “Yeni Hristiyanlık”yaklaşımı getirmişti. Dinsel düşüncenin yerini bilimsel düşünce almıştır (rasyonelleşme). Saint Simon’dan etkilenen tilmizi Auguste Comte de pozitivist toplumun bu yeni dinsel anlayışına “insanlık dini” olarak bakmıştır. Sosyolog Auguste Comte toplumsal gelişmeyi 3 aşamaya ayırmıştı: Teolojik, metafizik (ortaçağ) ve pozitif dönem. Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan sonra endüstri toplumuna ulaştı. Bilim Kurgu ile yaratılan efsaneler, fantastik dünya (ütopyalar) dünle yarının bir harmanlanışıydı elbette…M.Ö. 7.Yy’da dithyramboslarla (başta 1-2 dizeli şiirlerle) başlayan tragedyalar da mitolojiyle beslenirlerdi. Yunan tragedyasında diyaloglu bölümler epizod (perde) olarak adlandırılır. Thespis ve Aiskhylos (Esillos) MÖ. 6.Yy tragedyanın yaratıcıları oldular ve tragedya (3 ayrı bölümden oluştuğu için, trilogia) seyircide bir etki (katarsis) amaçlanarak tanrılara ve krallara övgüler yağdırılırdı.Tektanrıcı ve evren bilim hakkında görüş ortaya koyan Ksenophanes (M.Ö.570 – M.Ö. 475), Amerikalı Anarko-Primitivist Yazar John Zerzan’a göre, ilerleme inancını beyan eden ilk kişidir (Makinelerin Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, 1.Baskı, 2013, s. 53). Antik Yunan mitolojisi efsanevi yazımlara dayalı idi ve bu efsaneler içinde barbar devlerle uygar tanrı düzeni içinde sürekli bir çatışkı anlatılmaktaydı. İnanç günlük yaşamla iç içe idi ve eğitimde çok önemli bir yeri vardı. Ksenophanes tektanrıcılığı (monoteizm) savunarak Tanrı’nın insan ve diğer doğal varlıklara (antropomorfizm) benzetilmelerini şu sözlerle eleştirir: "Homeros ile Hesiodos, ölümlüler (insanlar) arasında suç sayılan, utanılan bütün şeyleri tanrılara da yüklemişlerdir. Tanrılar hırsızlık ederler, yalan söylerler, eşlerini aldatırlar.Bir tanrı vardır; bu, tanrılar ve insanların en ulusudur; ne biçimi, ne de düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek tanrı baştan aşağı işitmedir, baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir.” Sözlü (tanrısal) yasalar Thesmoi idi ve farklı çıkarlar yazılı hale gelmesine neden olmuştu. Nomos eski Yunan şehir devletinin (polis) egemenliğini ifade eden yasalar, hukuk düzenidir. Arapça olan namus sözcüğü de Yunancadan türemedir…Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından iki devlet ortaya çıktı der Herkül Millas: Yunanistan ve Türkiye. İkisi de hem birbirine hem Osmanlı’ya karşı savaştılar.Urla (İzmir) doğumlu Çağdaş Yunan Şair Yorgo Seferis’in 1945-1951 yıllarına ait günlükleri “Bir Şairin Günlüğü” adıyla ölümünden sonra bir kitapta toplanmıştı. 1949’da Bursa’ya da gelmiştir Seferis. Bu kitapta “Bithynia Olympos”u diyordu Uludağ’a:“1 Mayıs 1949: Bithynia Olympos’u; keşişleri eski zamanlara ait. Müziğin yaprakları; müzik nasıl da yuva yapıyor kendine;nasıl serpiliyor yapraklar onunla.” orgo Seferis (1945-1951 Bir Şairin Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004, s. 146)Nostos ve haymatlos bir yanda özlem eve dönme isteği bir yanda tabiiyetsizlik; vatandan uzak kalma duygusu yani. Yorgo Seferis, 1922’deki mübadele (değişim) trajedisinin yarattığı duyguyla şiirini de etkileyen sürekli bir kimlik arayışına girmişti. İonia’da hissettikleri, çocukluğu onu Odisseusvari nostos duygularıyla doldurmuştur…Çağdaş Yunan Şair Yannis Ritsos , “Yunan uygarlığını belirlemiş olan, hala da belirleyen işte budur; dinsel hoşgörü, bir de kimi etki ve etkenleri kabullenmekteki korkmazlık. Doğu ve Batı arasında bulunduğu için hem Doğu’dan hem Batı’dan kimi özellikleri almış, sindirmiş, birleştirmiştir. Bu yüzden hem Doğulular hem Batılılar için örnek olabilmektedir.” der (Herkül Millas, Çağdaş Yunan Edebiyatı, Dünya Yayıncılık, 2005, s, 76)Modern Yunan edebiyatının temellerini atan ve Yunan aydınlanmasının öncüsü Adamantios Korais’tir. İzmir doğumlu Korais Osmanlı bağımlılığını ve Ortodoks kilisesini eleştirmiştir. 1821 Yunan İsyanı’na giden süreçte yayınladığı “Hellen Nomarşisi cumhuriyetçi görüşleri dile getiriyordu.Apokalips’i(Vahiy kitabı) Yuanna sürgündeyken İsa’yı gördüğünü iddia ettiği küçük bir yunan adası olan Patmoz (batmaz) adasında yazmıştır. Ada’daki bir mağara da Hristiyanların haç merkezlerinden birisidir. ;D.H.Lawrence de 1931’de yayınlanan ;“Apocalypse” ;(Vahiy) adlı bir kitap yazdı. Batı uygarlığını şekillendiren politik, dini ve sosyal yapıları eleştiriyordu. Ona göre, akıl ve ruh arasındaki sürekli çatışkı, toplumun doğal dünyadan yabancılaşmasına neden olmuştur. Son kitabında Lawrence, insanların doğadan ve evrenden koptuğunu ileri sürerek, insana ve kozmosa dair umut aşılamaya çalışıyordu. Lawrence, Mina Urgan’a göre beden içgüdülerini yadsıyan sadece ruhu önemseyen Hristiyanlık ruhçuluğunu eleştiriyordu; “The Dark Gods” (Karanlık Tanrılar) dediği cinsel dürtüler gibi bedensel dürtülere egemen kozmik güçlere inanıyordu.Mina Urgan,”Lawrence, sanayileşmeyi yaşadığı çağın başlıca felaketi sayardı.”/strong>demektedir. (D.H.Lawrence, İnceleme, YKY, 2016, s. 9)Tetrarşi(4’lü yönetim), M.S. 3.Yy da Roma İmparatoru iocletianus’un ülkeyi daha kolay yönetilir hale getirmek için 2’ye bölüp başına birer Augustus (imparator) getirmesi ile ortaya çıkan yönetim şekli idi. Ve böylece ülkeyi bir Caesar (Kayser) daha kolay yönetebilecekti.Apollon’a(Güneş Tanrısı) tapan kendisi de ordusu gibi pagan olan 1.Constantinus Roma’daki kötü yönetime duyulan tepkiden faydalanarak Maxentius’la savaştı. Romalı iki tetrarkın karşılaşmasında Maxentius’a karşı zafer için Hristiyanlığı kullanacaktı (M.S. 312).Yunan kolonileri (kentleri) aslında birer “Paroskia” yani Yunan ticaret şirketleri tarafından kurulan ulusal yöre dışında yeralan ulus bilinç taşımakla birlikte ekonomik ve toplumsal niteliği olan sömürgeci ve burjuva işbölümüne dayalı insan topluluğundan oluşan (Selanik, İzmir, Odesa gibi) kolonilerdi. Bu kentlerden biri de adını kurucusu efsanevi kahraman Byzantas’tan alan Byzantion’du (İstanbul). 1. Constantinus bu Eski Yunan kolonisini imparatorluğun yeni başkenti ilan ederek (13 Mayıs 330) “Nova Roma” (Yeni Roma) adını vermişti.Ölümünden sonra adıyla;“Constantinopolis”olarak anılacaktır.1.Constantinus (M.S. 272- M.S. 337), Hristiyanlara hoşgörü gösterilmesini buyuran ve “inanç özgürlüğünü” dile getiren Milano Fermanı’nı (M.S. 313) yayınlar ve Roma İmparatorluğu'nda resmî din olacak Hristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile (İnanç Bildirgesi)Birinci İznik Konsili’ni toplar. Konsilde Athanasius’un karşı çıktığı İskenderiyeli Papaz Arius’un 3’lü teslisi (ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu)reddettiği teori tasfiye edilerek aforoz edilir. Paskalya Bayramı İznik Konsili’nde kararlaştırılmıştır (Her Pazar). İkinci İznik Konsili (7.konsil) ikona kırıcılığı konusunda 787’de tekrar toplanır.Osmanlı Devleti ulus yerine dinsel ayrım güttüğünden Ortodoks Yunanlılar kendilerini Hristiyan olarak tanımlardı. Merkezi İstanbul’daki Fener Rum Patriği olan Doğu Ortodoks Kilisesi 3 büyük Hristiyan mezhebinden birini oluşturur (diğer ikisi Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi). Yunanistan Ortodoks Kilisesi Doğu Ortodoks kiliselerinden birini oluşturur.Ve Doğu Ortodoks Kilisesi İznik, Konstantinopolisve Efes Konsili’ni tanıyan oryantal Ortodoks kilisesine karşıilk 7 konsildeki tanımlamaları kabul eder.Monistik Tekçilik evreni tek bir "ilke"ye dayandırarak açıklamaya çalışan öğretidir. Özellikle ruhu maddeye, maddeyi de ruha irca eden, diğer bir ifadeyle, ruh ile maddeyi özdeş sayan öğretilerdir. İznik Konsili’nde Arius’un aforoz edilmesi monofizizmin yani İsa’nın tanrının oğlu olduğunun temel akide olarak benimsenmesi İsa'nın varlığında, insanlıkla tanrısal özün birleştiği ile ilgili kararlar alınmıştı. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu İznik Konsili’nde de (M.S. 325’te) temel akide olarak benimsenmişti. Kutsal Ruh’un Tanrı olduğuna inanırlar. Aya Triada, kutsal üçlü demektir. Bazı Rum Ortodoks kiliselerine verilen addır. Transfigürasyon; Tanrı’nın oğlu İsa’nın dönüşümü gibi İsa’nın dirilip göğe yükselmesiydi. Tanrı’nın İsa’nın vücudunda beden bulduğuna ve yol gösterdiğine inanırlar. Ortodoks kilisesinde bu kavram “Teofani” (Hierosphainein), Batıda ise “Epifani”yani tanrıkudretinin tezahürü anlamına da gelmekte…Katolik evrensel manasına gelirken, Ortodoks, doğru inanç anlamındadır. Ortodoksların batı kiliselerinden farklı akideleri de (Paradhosis) vardır. Ortodokslar resimlerle yetinirler. İkonostaz, İkonlu duvar ve tablolarına denir.İsa, Meryem Ana ve diğer ermişlerin tahta üstüne yapılmış heykel ve resimlerine de ikon veya ikona derler. Yunanca sözcüklerdir.Ortodoksların ayinleri Yunanca olur. Keşişler manastırlarda yaşayıp hiç evlenmezlerdi fakat Ortodokslarda rahipler evlenebilirlerdi.Kitonik dünyevi,kozmik evrenseldir. Ekümenik ise, evrensel, ikamet eden dünya manasında yunanca bir sözcüktür. Bütün kiliseleri kapsayan kavramla Ortodoks kiliselerinde birliktelik ve eşitlik kastedilmektedir.Apostolik, 12 havariyle ilgili ve onların kurduğu kiliseler manasındadır.Agios aziz, agiaazize demektir. Taksiyarhisçağdaş Yunancada başmelek demektir. Başmeleklerin kimliği kesin olmamakla birlikte 4 büyük başmelek ismi geçmektedir: Michael, Gabriel, Raphael ve Uriel.Michael tanrının kendinden yarattığı ilk melek kabul edilir, ikonografide elinde kılıç ve ölü ruhları tartan teraziyle tasvir edilir.Ayazma Türkçeden türetilen bir sözcüktür soğuk su demektir. Ortodos hristiyanlar kutsal su anlamında ayazmalara hagia derler. İsa’ya inananların yıkanması (vaftiz)İsa ile bütünleşmek anlamına geliyor. Çocuğa vaftizde kutsal sayılan bir isim de konuyor. Benzer bir sözcük olan takdis öldükten sonra huzur içinde yatması için günahların bağışlanması için yapılan bir işlemdir.Noel doğuş demektir (Fransızca). Hristiyanlık inancına göre Noel yortusu paskalyadan sonra gelen ikinci önemli yortudur. İsa’nın,doğumunun kutlandığı bu yortu gününe Yunanca“Xristougenna”(Mesih doğdu) denir.Batı kilisesi 25 Aralık’ta kutlarken Noeli Ortodoks Kilisesi Julyen takvimini esas aldığı için 7 Ocak'ta kutlar. Teofani bayramını (Haçı suya atma bayramı) 6 Ocak yerine 19 Ocak'ta kutlar (Gregoryen takvimle Julyen takvim arasında 13 gün fark olduğundan).Uruc orucu 1 Ağustos-15 Ağustos (Uruc Günü) arasında Meryem ana adına tutulan oruçtur. İsa’nın dirilişinin kutlandığı Paskalya yortusu öncesinde olduğu gibi, Noel yortusundan önce de 15 Kasım’dan sonra 40 gün oruç tutulur. Paskalya dönemindeki 40 günlük oruca“Büyük Perhiz”denir.Rumlar kırk gün tutulan oruca“Megali Sarakosti"(Büyük Kırk Gün)derler.Kristoloji yani Mesih anlayışına göre enkarnasyon (hulul)tanrının cisimleşmesi ve insan biçiminde görülmesidir.“Golgota”(Calvary), İncil'deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan ve İsa'nın çarmıha gerildiği bir tepedir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişini(paskalya bayramı) mart-nisan ayında kutlarlar. Ortodokslar için en önemli kutsal bayramlardan (yortu) sayılan günlerde İsa, havarileri ve diğer azizler anılırlar. Hristiyanlar İsa’nın doğumu, vaftizi ve peygamberliğe başlangıcını 25 Aralık-6 Ocak arasında, göğe yükselişini (mihracı) ise Nisan’dan Temmuz’a kadar kutlarlar...(2)Uludağ’ıen güzel, İnegöl’dengörürsünHele bulutlar sarsın, tepesini örülsünLodoslu havalarda, sanki devler dirilirUludağ’ı uyanık ve ayakta görürsün(Yaşar Faruk İnal)Yaşar Faruk İnal, İnegöl doğumlu bir şair. Balkan göçmeni şair, tıpkı Rumeli kökenli diğer şairler, M. Niyazi Akıncıoğlu ve Uluğ Turanlıoğlu gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Bursa’nın tarihsel ve mistik dokusundan etkilenerek Bursa’yı dizelere döken, şiirleştiren bir şairdi.Bursa’nın kolay geçit vermez ve zirvesi çoğu zaman karlı Uludağ’ını Bursa’ya ait öteki zengin imgeler arasına katıp işliyordu. İnal,“Uludağ (2)”şiirinde Uludağ ile ilgili hislerini bu dizelerle ifade ediyordu. (Nilüfer Çiçeği Bursa Şiirler, 2007, s.21)Çocukluk yıllarımda Uludağ’ı Ankara dönüşlerinde İnegöl’e yaklaşırken bir Bursa habercisi gibi görürdüm.Bu sıra dağlar,bütün azamet ve haşmetiyle yolculuk boyunca İnegöl’den başlayarak ta Bursa’ya kadar eşlik ederdi.Pencereden kuzeye bakmak hatırıma bile gelmezdi çünkü sol yanım boylu boyunca karlı dağlar sıra sıra zirvelerle çevriliydi. Onlar bana ürkütücü de gelirlerdi ama güzeldi. İnegöllü öykücü Yazar Cemil Kavukçu’nun“Angelacoma'nın Duvarları”nı okuduğum zaman çok etkilenmiştim. Angelacoma,İnegöl'ünBizans dönemindekiadıydı. Yazarın İnegöl’de geçen çocukluk yıllarını anlatan bu kitap bana hemen Uludağ’ı anımsatmıştı. Bursa için Uludağ ilk sıradaki bir simgedir.Uludağ, kuzeybatı ve güneydoğu yönünde uzanan büyük bir dağ silsilesidir. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzananUludağ'ın uzunluğu40 km'yi genişliği ise 15–20 km'yi bulur.Bu dev kütlenin dokusu granit serpantin ve gnays ile kolemanit, krom ve volfram (tungsten) gibi madeni taş ve kayaçlardan (şist) oluşmuştur. Jeomorfolojik açıdan volkanik olmayan tektonik (fay hareketleriyle oluşmuş) bir dağ olan Uludağ, dağcılık açısından da masif yapılı bir sıradağ kütlesidir, yani tırmanması çok kolay fazla çıkıntılı olmayan yer yer düzlüklerden de oluşan yüzeylere sahiptir. Uludağ bu uygun topografyayla (yer şekilleri)daha sonra kurulmuş benzerleri için de Türkiye’de bir örnek, bir prototip kışlık turizm merkezi olmuştur.Yollar, patikalar, teleferik,telesiyej, kayak merkezi, yaylalar, vadiler, Sarılan, Çobankaya, teleferik ve telesiyej istasyonları, oteller, seyir tepesi…Bugün bunları içinde barındıran Uludağ’da, “Milli park” 1961’de ilan edildi. 2006’da ise 1600 hektarlık bir alan milli park alanının dışına çıkartıldı.Övülmeyi mi istemiyor, yoksa bunu hakketmiyor mu Uludağ? M.Ö.4.Yy’da kutsal Lykeion tepesi’nde bir okul (Akademia) kuran Aristo, sanatta doğayı taklit (mimesis) olarak kavramlaştırmıştı tiyatro sanatının temel özelliğini. İdil, kır huzurlu yaşam şiiri. Uludağ için yazılmış böyle şiir pek yok, mesela Ilgaz Dağı için yazılmış çok bilinir olmuş bir şiir var da acaba neden kutsiyet ve ululiyet atfedilmiş Uludağ’a şan verecek pek öyle şiir yazılmamıştır. Hapisteki çınar Nazım’dan, hemen akla düşen“Uludağ’a Dair”şiiri:Yedi yıldır Uludağ’la göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden,
ne ben,
lâkin birbirimizi yakından tanırız.Gerçekten yaşayan her şey gibi gülmesini ve kızmasını bilir.Bazan,
hele kışın, hele geceleri,
hele rüzgâr kıbleden estiği zaman,
karlı senaberlikleri, yaylaları, donmuş gölleriyle
uykusunun içinde şöyle bir kıpırdanır,
ve orda, en yukarda, en tepede oturan keşiş,
uzun sakalı darmadağın
ve etekleri savrularak,
rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya.Türkiyedeki linyit kullanan termik santrallerden biri de Orhaneli’de bulunuyor. 2006’da bölgede yapılan bir araştırmada solunum yolu hastalıklarına yol açtığı belirtilen santralde ama ne zaman 1998’de desülfirizasyon ünitesi ve elektrostatik filtre gibi çevreci sistemler ancak devreye sokulmuş, böylece doğaya salınan kükürtdioksit, toz ve küllerde bir nebze azaltılma olmuştur…5177 sayılı yasa kapsamında 2004’te, madenlerin yabancılara satış ve özelleştirilmesi ne yol açan maden yasası yürürlüğe girmişti…“İnsan, bir kez tarihi,ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir sisteme dönüştürdü mü; bu tarih makinesinin işleyebilmek için ihtiyaç duyduğu şey, insan yaşamının kalıntıları olur.”AndreyTarkovskiAlman Sosyolog Max Weber,“Şehir konusundaki pek çok tanımın yalnızca bir ortak boyutu var:Şehir, basit olarak,bir veya daha fazla ayrı evler kümesinden oluşur ama görece kapalı bir yerleşim bölgesidir. İktisadi tanımlamayla şehir,sakinlerinin hayatlarını tarımdan değil, esas itibariyle sanayi ve alışverişle kazandıkları bir yerleşim yeridir.”diyordu. ( Şehir,Modern Kentin Oluşumu,Yarın Yayınları, 11. Baskı, 2015, s. 73-74) Ancak Andre Malraux bilindiği gibi fonksiyonel şehircilik anlayışı yerine bir şehirde tarih, doğa ve kültür gibi kaliteli yaşam arttırıcı öğelere göre planlama yapılmasını önermektedir.Aslında çok açık kimliği var Bursa’nın: Tarihsel ve doğal kimlik.Bursa zengin bir kültürel birikim ve tarihsel dokuya sahip, bu dokusunda çeşitli uygarlıklardan izler taşır. M.Ö. 1200’lerde Frigler,M.Ö. 550’lerde Bithynia’lılar gelmiş M.Ö. 70’lerde Romalılar egemen olmuş. 1080’de Selçuklular, 1097’de Bizans, 1326’da da Osmanlı Devleti egemenliğine geçmiş.1402’de (Ankara Savaşı) Moğol istilasına uğrar. Milli Mücadele sırasında 2 yıl 2 ay 2 gün işgal altında kalır. Sonra Cumhuriyet’le eklenen tarihsel ve kültürel yapı.Yüksek mahalleleri doğal seyir terası.Uludağ eteklerinde hemen hepsi tarih dokulu taraça semtlerden mahallelerden oluşuyor: Yıldırım, Emirsultan, Yeşil, Tophane (Hisar), Muradiye ve Çekirge…Bursa hakkında yazanlar için Uludağ bir simge ancak sınıflaşmanın en belirgin göstergesidir de; Türkiye siyasetine egemen liberal sol-liberal muhafazakâr iki kutbu için rüştü ispat aracıdır da. O hale gelmiştir getirilmiştir Bursa’da Uludağ…Ülkenin bir yanında kardan kapanmış yerleşimlerin bilhassa Bahçesaray haberleri verilirken bir yandan da Uludağ’daki kayak ve eğlence haberlerinin verilmesi çelişkili gelirdi bana. Yıllar sonra haberlerin içeriği çok değişmişti, Bahçesaray’dan pek bahsedilmiyordu artık belki ama Uludağ’a kar yağdırmak için belediyelerin seferber olması ilginç geliyordu.Çünkü bütün çaba topu topu 3-5 metre genişlikte kar pisti içindi. Doğu Anadolu’da 8-10 metrelik karları kaldırmak yaşamsal bir sorun haline gelirken kimi için kış Uludağ’da kayak mevsimi demekti…2002’deki belediyeler kaçak yapılaşmayı önlemek için Uludağ orman alanı içinde kalan bölgeleri“mücavir alan” ilan edip yıkımlar yaparken, 2012’de 6831 Sayılı Orman Kanunu’nda yeniden değişiklikle kentsel dönüşüm ileri sürülerek2B yani “Orman vasfını kaybetmiş hazine arazileri”adı altında işgal edilmiş varsayılan arazilerin ormanlık vasfının ortadan kaldırılmasına ve 7 Şubat 2013’te de Maliye Bakanlığı’nın talimatıyla satışına onay verildi. Bu bölgeler uzun bir süre bazı sektlerin ve yabancıların işgaline uğramış olduğu kamuoyunda da tartışma yarattı ve yapılaşma İnkaya, Kirazlı ve Yiğitali (Congara) gibi dağ köylerinin çok daha yukarısına Milli Park sınırlarının 5 km yakınına (Hüseyinalan köyü) kadar yayıldı.Çiçek deyip geçmeBen sığmam diyorOvalar varken saksılara…(Hüsam Kurt)Ekoloji (Ecology), canlıların diğer canlılar ve çevresiyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Bitki ekolojisi, (plant Ecology), bitkiler arasındaki etkileşim, yaşadıkları ortamla ilişkilerini inceleyen bilim dalı, bitki sosyolojisi(plant sociology) ise bitki kuşaklarının yayılışını ve sınıflandırılmasını inceleyen vejetasyon bilimidir.Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Gürcan Güleryüz, “Uludağ, sadece kar cenneti olarak mı anılmalı? “diye soruyordu. Güleryüz’e göre, “Ne yazık ki, günümüze kadar ağırlıklı olarak bu yönü dikkate alınmıştır.Buna bağlı olarak da turizm yatırımları bu yönde olmuştur.Kış mevsiminde açık olan turistik tesisler, yaz sezonunda etkinlik göstermemişlerdir. Son yıllarda bir iki işletme doğa turizmine yönelik olarak yaz sezonunda da hizmet vermeye başlamıştır.”(Gürcan Güleryüz, Uludağ Alpin Çiçekleri, Uludağ Turizmini Geliştirme Derneği, 2000, s. 4)Alman Botanikçi ErnstMayr, Uludağ’da 7 ayrı bitkisel kuşak (zone) bulunduğunu ortaya koymuştu. Buna göre, Uludağ’da 350 metreye kadar olan rakımda defne, zeytin, ardıç, kızılçam (Akdeniz maki ve frigana bitki örtüsü), 350-700 metreler arasındaki kuşakta Anadolu Kestanesi (Castanea Sativa), erguvan, kayın, karaağaç, kızılcık, meşe, karaçam,700-1500 arasında sık Doğu Kayını (Fagus Orientalis) ve lokal olarak Sapsız Meşe (Quercus Petraea) ormanları, 1500-2100 metre arasında nemli Uludağ (Batı) Göknarı (Abies Bornmülleriana) ve gürgen, zirvelere doğru subalpin (1800-2200) ve alpin (2300-2500) kuşak çayır ve bodur çalı bitkileri yayılış gösteriyor…Uludağ’da farklı yüksekliklerde bazıları endemik renk renk çiçek ve şifalı bitki (fitoterapik) toplulukları boy gösteriyor. Bursa’ya bakan alçaktaki yamaçlarda ayrı yukarıdaki vadi ve yaylalarda ayrı Bursa Ovasına bakan zirve ve tepelerde ayrı bir güzellik, farklı renklerden oluşan bir tablo hâkimdi.Bursa ve Uludağ adeta bir renk kataloğu (pantone), bir renk cümbüşü gibiydi.Uludağ Üniversitesi Fen Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gönül Kaynak da Uludağ’daki çeşitliliğe dikkat çekerken başka ülkelerle karşılaştırmış. Türkiye’de 12 bin civarında bitki türüne karşılık bütün Avrupa florası 12 bin civarında; İtalya’da 5.600, Fransa’da 4.900, İngiltere’de 1.400, Hollanda’da 1300 ve Danimarka’da 1000 civarında bitki türü mevcut.Güleryüz, Uludağ’ı doğa turizmine açmak için hem bilimsel yönden hem de doğa turizmi açısından ele alınmasının bir gereklilik olduğunu vurguluyordu.Bir bilim insanı olarak jeomorfolojik yapısı ve bitki sosyolojisi hakkında bilgi veren Güleryüz, kar cennetinin yani Uludağ’ın öbür yüzüne de dikkat çekerek mart-ağustos arasındaki yaz döneminde adeta bir“çiçek cenneti”ne dönüştüğünü belirtiyordu. Uludağ’daki bitki örtüsü mutlaka korunmalıydı.Avrupa Alpin, Asya, İran ve Doğu Akdeniz ikliminin etkisindeki Uludağ’da farklı rakımlarda iklim, yerşekilleri ve bitki örtüsü değişiklik sergilemektedir. Türkiye’deki en önemli bitkisel alanlar arasında yer alan Uludağ’da kar örtüsünün yavaş yavaş kalkmasıyla adeta bir çiçek şenliği başlar. Uludağ’da bulunan toplam 1320 bitki türünden; Dön baba (Erodium Olympicum), Labada (Rumex Olympicus), Benli Yumak Otu (Festuca Punctoria), Bit Otu (Pedicularis Olympica), Yumuşak Tüylü SığırKuyruğu (Verbascum Bombyciferum), Bursa Sığır Kuyruğu (Verbascum Prusianum), Ulu Sığır Kuyruğu (verbascum Olympicum), Çöven(Gypsophila Olympica), Altuni Hindiba (CrepisAurea), Kirpikli Kanarya Otu (SenecioOlympicus), Obrizya (Aubrieta olympica),Geven (AstragalusSibthorpianus)gibi 33 tanesi sadece Uludağ’da yayılış gösterir.Kanarya Otu (Cineraria), Şincar (Onosma Velutinum),Kaz Otu (Arabis Drabiformis), Lefkoje (Matthiola Montana), Asyneuma Rigidum ve Asyneuma Virgatum, Kum Çamı (Jasione Supina), Dağ Karanfili (Dianthus Leucapheus ve Dianthus Recognitus),Kestere (StachysTmolea), Sarı Sarımsak (Allium Flavum), Dağ Soğanı (Allium Olympicum), Misk Soğanı (Muscari Bourgaei), Keten (Linum Olympicum), Çilek Otu (Patentilla Buscoana), Çok Çiçekli Gelincik (Papaver Pilosum), Tilki Kuyruğu (Alopecurus Lanatus), Ulu Yumak Otu (Festuca Cyllenica), Yavşan Otu(Veronica), Altuni Çiçekli Safran (Crocus Chrysanthus) gibi 171 tür bitki Uludağ’da endemiktir. Yani Uludağ’da da yetişebilen nadir taksonlardır (benzer özelliklere sahip türler).Bursa ve Uludağ’daki endemik bitkiler de tıpkı ilk tanımlandıkları coğrafi bölgelerin antik isimleriyle nitelendirildikleri gibi isimlendirilmişlerdir.“Flora Orientalis”in(Doğu Florası) yazarı İsviçreli Botanikçi Pierre Edmond Boissier (1810-1885), 1842’de geldiği Anadolu’da 3 ay kalarak Uludağ’ı da dolaşmış, çok sayıda bitki örneği toplamış ve isimlendirmiştir. Kurutulmuş bitki örnekleri Cenevre Boissier Herbaryumu’nda bulunmaktadır. Fransız Gezgin ve Doğa Bilimci Benjamin Balansa (1825-1891), 1857’de ailesiyle birlikte İzmir’e yerleşerek drog ticareti yapmış ve Avrupa’daki bazı herbaryum ve bitki koleksiyonlarına örnekler yollamıştı. Anadolu’da kaldığı 10 yıllık sürede yaptığı botanik seferlerinde topladığı 2858 örnekle bu kitabın hazırlanması sırasında da katkısı olmuştur.Ruhban George Wheler (1651-1724) Uludağ’a yaptığı gezide gördüğü bitkiler hakkında bilgiler vermiştir. 1700-1702’de yaptığı gezilerde Uludağ’dan bitki örnekleri toplayan Fransız Doğabilimci Joseph Pitton de Tournefort (1656-1708) da, Boissier'in Flora Orientalis'te çalışmalarından faydalandığı botanikçilerdendir. Fransız Eczacı Pierre Martin Remy Aucher-Eloy (1793-1838), 1833-1836 arasında 4 kez Uludağ’a çıkarak bitki örnekleri toplamıştır. İngiliz Arkeolog Frank Calvert’in (1828-1908) Bursa’dan topladığı örnekler “Flora of Turkey”de yeraldı. Ayrıca Sibthorb 1786 ve 1794’de, Clarke 1799 ve 1802’de,Thirke 1839 ve 42’de, Clementi 1849 ve 1850’de, Grisebach 1839’da, Barbey 1873’te, Bornmüller 1886-1899’da, Formanek 1890’da veNemetzde 1894-1897’de Uludağ’ı gezmiştir...Uludağ Göknarı (Abies Bornmülleriana) doğal olarak dünyada sadece Kızılırmak ile Uludağ arasındaki bölgede yetişmektedir ve adını Alman botanikçi JosephFriedrich NicolausBornmüller’den(1862-1948)almaktadır.Bornmüller, Weimar'daki Haussknech Herbaryumu'nda kuratörlük yapmış ve bitki örnekleri Flora of Turkey’de de yeralmıştır.Bursa ve Uludağ’da 1844 yılında Boissier tarafından toplanıp tanımlanan üç sığırkuyruğu türüne bölgenin antik dönemdeki isimleri verilmiştir. Yumuşak Tüylü Sığırkuyruğu“Verbascum Bombyciferum”, ipek böceği taşıyan anlamında “bombyciferum” olarak isimlendirilmiştir. Özgün bir Bursa çiçeğidir; bahar aylarında Bursa içindeki parkları yol, kenarlarını, tarihi alanları süsler. 550 metreye kadar yayılış gösterir. Beyaz tüyler içine gömülü sarıçiçekleriyle tanınıyor. Sığırkuyruğunun tüysüz türü ise Bursa Sığır Kuyruğu“Verbascum Prusianum”dur.Mayıs ile Ağustos ayları arasında 750-2100 rakımlarda volfram maden işletmesinin çevresinde yayılış göstermektedir. Ulu Sığır Kuyruğu“Verbascum olympicum”ise bir Uludağ çiçeği (endemiği) olup 1000-2300 metreler arasında Haziran ve Ağustos ayları arasında Oteller Bölgesi civarında ayrıca piknik yapılan alanlarda görülmektedir.Endemik bitkiler doğanın ve suların temizlenmesinde büyük katkı yapar. Doğadaki nitratı protein olarak organik maddeye dönüştürür. Nitratın suları kirletmesine ve azot emisyonuna (salınım) engel olur ve küresel ısınmanın önlenmesine katkıda bulunur.Ancak bütün bu Bursa ve Uludağ’a özgü türler tehlike altındadır.Uludağ’ın zirve bölgesindekar yağışlı günlerin ortalaması 66,7 gün, karla örtülü günlerin sayısı ise 179,2 gündür (a.g.e., s.10.) 6 ay boyuncakalan beyaz kar örtüsüile Bursa ovasını da besleyen UludağBursa’nın en temel su kaynağı.Dünyanın su kaynakları deniz dışında kalan yüzde 2’si buzullar, yüzde’ 1’i yer altı sularından oluşuyor. Bursa’yı dikine kesen derelerin kaynağı Uludağ’dır.Bursa topraklarının yüzde35’i dağlık ve yayla, yüzde 48’i platolarla, yüzde 17’si ovalarla kaplıdır. Bursa Ovası derelerin sürüklediği alüvyonlardan meydana gelmiştir. Arâzisi volkanik bir yapıya sâhiptir.Bursa kaplıcaları yer kabuğunun iki bin metre derinliğinden yeryüzüne çıkan sıcak su kaynaklarıdır.Bizanslıların bir “su kenti” haline getirdikleri Pythia’da (Çekirge) 1.Justinianus döneminde (M.S.6.Yy) büyük bir saray ve kaplıca yaptırılmıştır.Ve uzantısı olan radyoaktivitesi yüksek ( 55,4) kaplıcasıyla Kükürtlü semtiyle adeta önemli bir sağlık (balneoterapi) ve turizm merkezi olarak Uludağ ile bütünleşmiş gibidir…Alpin kuşağı Avrasya’nın (Asya ile Avrupa) güneyi boyunca uzanan bir sıra dağ sistemidir. Dünyanın ikinci büyük sismik (depremsel) alanıdır.Avrasya levhası ise dünyanın ana tektonik levhalarından birisidir. Alpin kuşağı bu levhanın güneyi boyunca uzanan sınırdır ve güneydeki Arap- Afrika-Hint levhalarının çarpışmasıyla oluşmaktadır.Uludağ’daki habitat (yaşam alanı) zengin bitki örtüsü çoğu ormanlık alan ve çayırlık, sulaklık, turbalık alanlar olmak üzere, tilki, çakal, yaban kedisi, porsuk, sincap, ayı, kurt, yaban domuzu, bukalemun, kaya kartalı, çalıkuşu, keklik saka, baykuş, bülbül gibi birçok hayvan türüne de ev sahipliği yapıyor.Apollo kelebeği (Parnassius apollo)ise adeta Uludağ’ın gözbebeği; Bursa’nın simgesi Uludağ’ın simgelerinden en başta gelenidir. Apollo kelebeği, dünyada da nadir görülen Türkiye’de sadece Uludağ’da yaşayabilen Uludağ’a özgü güzelliklerden biri. Uludağ’da 150 milyon yıldan bu yana varlığını sürdürüyor. Yüksek rakım şartlarına adapte olmuş, 1-2 bin metre yüksek dağlarda yaşayan ancak nesli tükenmekte olan bu kelebek türü sadece temmuz-ağustos aylarında 5 gün civarında uçuyor. Apollo kelebekleri 12 cm’ye kadar büyüyor ve ölmeden önce yavruların aynı şekilde beslenmesi için dam koruğu (sedum) bitkisine eşit aralıklarla 100adetcivarında yumurtabırakıyor.Uludağ’da nesli tehlike altındaki başka tür de Sakallı Akbaba(Gypaetus Barbatus)…Uludağ’da izcilik 1914 yılında Ceyhun Atuf Kansu'nun babası Nafi Atuf Kansu tarafından başlatılmış. Bursa Öğretmen Okulu Müdürü olarak göreve başladıktan sonra okulun öğrencilerinden izci birlikleri oluşturmuş ve ilk Uludağ kampını Kirazlıyayla'da şimdiki piknik alanı olan yerde kurmuş. Uludağ’da doğa yürüyüşleri (trekking) dinlenme (rekreasyon) ve eğlence (entertainment)yanı sıra dağcılık (climbing, bouldering,abseiling) ve kayak ( Snow board, Cross cauntry, Heli skiing) gibi dağ sporları da yaygın olarak yapılabilmekte ancak extrem ve pahalı sporlar elit zümrenin tekelinde görünmekte…Türkiye’deki ilk Dağcılık Kulübü (1932) Bursa Halkevi bünyesinde Bursa’da kurulmuş. Dağa kayakla çıkan ilk kişi Alex Abraham adlı bir Alman (1933) 29 Ekim 1963’te tamamlanıp hizmete açılan Teleferik de bir ilktir ve bir İsviçre şirketi(Von Roll AG) tarafından yapılmış. Yolculuk 3 hatta; 1.bölge Teferrüç-Kadıyayla arasında (375-1271 m.)10 dakika, ikinci bölge Kadıyayla-Sarıalan arasında (1231-1635 m.) 10 dakika ve 3.bölge Sarıalan-Çobankaya arasında (1635-1760 m.) 20 dakika olmak üzere toplamda 40 dakika sürmekteydi. Oteller bölgesinin eklenmesiyle, toplam 8.84 km ile 8’er kişilik gondol tipi 175 adet kabinle dünyanın en uzun teleferik hattı olacaktır…Bursa’da çekirge caddesi üzerindeki Ormancılık Müzesi bir ilk olmanın yanı sıra tek olma sıfatı da taşıyor. Bursa’daki orman varlığı göz önünde bulundurularak 1934’te açılan Orman Okulu -1950 arası lise düzeyinde Orman Okulu 1950’den sonra Orman Müdürlüğü olarak kullanıldıktan sonra 1989’da müzeye dönüştürülmüştür.Uludağ’daki“Büyük Otel”Atatürk’ün emriyle 1933’te açılmış. Cumhuriyetin ilk sanayi kurumlarının kurulduğu Bursa’da İpek-İş,Sümerbank Merinos ve Bursa Atatürk Stadyumu yıkılmalarıyla Bursa kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Uludağ’daki yapılaşma ile ilgili olarak 2008’deyapılan siyasi açıklamalardan sonra ilk hedef tahtasına konan kurum Büyük Otel olmuştu. Bu kadar çok filmde mekân olarak kullanılmış tarihi öneme sahip Büyük Otel’in yıkılmak istenmesi de düşündürücü…1963’te ödüllü Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmiyle büyük üne kavuşan Hülya Koçyiğit şöyle diyordu:“Henüz evli değildim. Sanırım 16 ya da 17 yaşındaydım. İlk defa Uludağ’a gittim. Öylesine bir kar vardı ki ilk defa görüyordum öylesine yoğun bir karı. O zamanlar öyle bugünkü gibi tesisler yok. Kayak evleri var daha çoğunlukla. Bir tek otel var, o da ‘Büyük Otel’…”(Yücel Sönmez, Hürriyet, 5 Şubat 2016)Uludağ gibi doğal ve tarihsel kimlik açısından korunması öncelikli alanlarda farklı kurumsal yönetim ve uygulamalar bilhassa planlama gibi önemli bir konuda topu turizmcilere ya da inşaat sektörüne atmak çevre konusunda istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Zira hem yapılaşmaktan yana olup hem de doğa ve çevreyi korumaya dönük sistemlerin pratikte pek geçerliliği yoktur. Tarihi yapıların tamamen yıkılıp yeniden yapılması ise tarihi koruma açısından uygun olmayıp hiçbir yerde tercih edilen bir yöntem de değildir. O yeri yeniden canlandırmak, hayata döndürmek (resüsitasyon) demek olmuyor.İlk özel işletmeler, Yeşilçam filmlerinde sık sık kullanılan Beceren Cafe 1963’te,“Beceren Otel”ise 1970’te açılmış.Beceren ilk modern teleskiyi de 1963 yılında kurmuş. Teleski, kayakçıyı T bar (çekici) denen ekipmanlarla pistin başına kadar götüren bir düzenek…Kasım Mart ayları Uludağ’ın ana-baba gibi olduğu dönem; okullar sömestr tatiline çıkınca doluluk oranı da bir hayli yükseliyor.Sadece Uludağ mı? Bu dönemde gazete sayfaları da reklam kokan boy boy Uludağ resimleriyle,tanıtım yazıları ve Uludağ haberleriyle dolup taşıyor; yılbaşı gibi tam cümbüş zamanı.Haber demişken…“Her güzelin kusuru olur”!..1988’de Basın yayın Yüksekokulu’ndan mezun olup yerel bir gazeteye müracaat etmişim. Amacım hem pratik yapmak hem bilgilerimi pekiştirmekti, kısacası mesleğe ısınmak. Bu gazetedeyken bir gün Uludağ’a gönderilecek, 27 yıl sonra Çobankaya’da yeniden kurulan bir Kızılay Kampı’nın açılışını haberleştirecektim.O zaman Milli Park Müdürü Yüksek Orman Mühendisi Sinan Karakuzu, Orman Bölge Şefi Cemal Gürpınar, Kamp Yöneticisi Ahmet Baytekin idi. Kızılay Şube Başkanı Recep Sezer’in de katıldığı yemekte hep birlikte Uludağ’a dair sohbet ettik.Haberin gazetede yayınlanmasından sonra Sinan Bey beni telefonla aramıştı“Her güzelin kusuru olur”demişti. Bir de teşekkür etmişti.Niçin mi?Başka bir gazetenin muhabiri de bana refakat etmiş ama farklı bir haber yazmıştı o yüzden. O gazetede çıkan haberde oteller bölgesinden bir dereye kirli suların karıştığı ve o derenin içme suyu kaynağı olarak kullanıldığı yazılmıştı.Halbuki kamp sakinlerinden birisi bahsi geçen dereye birlikte beni de götürmüştü. Ancak benim gazetemde sadece kampı öven yazım yayınlanmış ve bu konuda yazdığım haberse kayda değer bulunmamıştı. Açıkça muhabir olduğum gazete milli park yönetimine bir kıyak yapmış,haberi sadece “iddia” olarak kabullenmişti, belki de…1988 yılında genç bir gazeteci adayı olarak o yaşın verdiği deneyimsizlikle ipince kıyafetle Uludağ’ın çok farklı havasını hesaplamadan çıkmışım dağa.Orada hava Bursa’dan farklı, insanlar yakılan kamp ateşinin etrafında ısınıyorlar, hem de buz gibi bir hava. Tam üç gün hasta yattığımı anımsıyorum.Şimdi geri dönüp o yılları düşünüyorum da ne o kıyafetle giderdim Uludağ’a, ne o haberi es geçerdim. Sinan Bey’e gelince,ya haberi yediremedi kendisine ya da bu kadar çabasına karşılık Uludağ’ın güzelliğine bir halel gelmesini sindirememişti. Belki de…Bir gün Uludağ ile ilgili bir sürü poster ve broşür göndermiş. Merak üstüne sorduğum suale karşılık Yazı İşleri Müdürümüz,“Al, soba borusu gibi bir şey” deyip atmıştı önüme.Açar açmaz hepsi gazetede kapışıldı. Sonraki yıllara bazılarını saklamıştım, arada açıp bakardım onlara. Uludağ güzeldi gerçekten. Ve hep öyle de kalsın.(3)“Sinema geldi ve zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki zaman parçalarının dinamitiyle paramparça etti;şimdi bu dünyanın geniş bir alana dağılmış yıkıntıları arasında serüvenli yolculuklara çıkmaktayız.”(Walter Benjamin)Kentsel dönüşümlerin yaygınlık kazandığı bir zamanda tarihsel dokusu korunması gereken yerler hem turizme hem sinemaya hizmet veriyor. Uludağ doğal yapısıyla bunlardan bir tanesi; Türk sinemasında rakipsiz ve popülaritesi çok yüksek. Ünlülerin ve kalburüstü zümrenin pek alternatifi olmayan en itibarlı uğrak yeri; Yeşilçam için milli park kuruluşundan bu yana hem bir tatil mekânı hem de bir set ve işyeri…Yeşilçam’ın Bursa macerası 1930’larda başlıyor. İlk film“Aysel Bataklı Damın Kızı”1934’te Çalı’da çekilmiş.“Halıcı Kız”ise 1953’te; ikisinin de yönetmeni Muhsin Ertuğrul... 1945’te çekilen“Köroğlu”var; Mümtaz Ener ve Refik Kemal Arduman birlikte çekmiş,ama o İnegöl ilçesinde çekilmiş, Bütün bu filmlerin kıyıdan köşeden Uludağ ile ilişkili oldukları anlaşılmakta.Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası ise 1955’te başlıyor.3 boyutlu ve görsel efektleri bolca kullanan filmlerin yaygınlık kazandığı günümüzde saklama ve arşiv koşulları iyi olmayan sinemamızda filmlere ulaşmak kolay olmuyor.Bazılarını sinema-TV’den,bazılarını vcd’den izlemiştim, bunlar çok sınırlı. En büyük yardımcım bilgisayardı.Bilgisayar kanalıyla ulaşmaya çalıştığım filmlerin yüklü olmayanlarına ulaşamadım, bazılarında kısa tanıtımlarla(trailer) yetinmek zorunda kaldım, çünkü filmin bütünü (video stream) mevcut değildi ne yazık ki. Bulamadıklarım hakkında yazılanlara göz attım anımsamaya çalıştım.1980 öncesi filmler özellikle siyah beyaz çekilmiş eski filmlerde yer belirlemek çok zor oluyor, bazı filmlerde ise kolay. Örneğin“Çile”gibi restorasyonlu ve fazla eskice olmayan filmlerde görüntü hem çok kaliteli hem çok net idi. Bir film şeridi saniyede 16-25 kare akar bu yüzden restorasyon; çizilme ile renk bozulmalarından dolayı meydana gelen kusurların onarılması zahmetli bir işlemdir. 1980 sonrası çekilen filmleri daha önceki bir yazımda (Bursa: Beyaz Perdedeki Kent) ele almıştım; Yine bazısı kıyıdan köşeden Uludağ’yla ilgili, Bora Tekay’ın“Fasulye”(1999), Serdar Akar’ın“Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”(2000) ve Ezel Akay’ın“Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?”(2005)filminden o yazıda uzun uzun bahsetmiştim.Burada daha çok o yazıda eksik kalan 1980 öncesi yapımları da araştırdım. Bu filmlerin nereden bakılsa en yenisi en az 40 senelikti,dile kolay…Dekupaj film öncesi mekânlarda çalışma ve çekim öncesi ön hazırlıktır. Memduh Ün,“Yanlış mekânla doğru film yapılmaz. Mizansen ve oyuncu psikolojisinin mekâna uyması gerek.”der.(Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılap Kitabevi, 2006, s. 72) Ömer Kavur da, “Filmin mekânları başrol oyuncusu kadar önemlidir.”demiştir (a.g.e., s. 97). Mekân seçimi yönetmenin sinema anlayışını da belirliyordu. Örneğin Yavuz Özkan,“Filmin hikâyesinin aktarılmasında, hatta derinlik kazanmasında önemli bir işlevi de vardır.”(a.g.e., s. 170) demekte idi. Yani sinemada temel malzeme görsellikti.Sinemada da diğer (roman, öykü, tiyatro gibi) sanatsal metinlerde(kurmaca) olduğu gibi mekân öyküyü (anlatı) tamamlayan bir unsurdur.Ancak Polonyalı yönetmen ve senaryo yazarı Krzysztof Kieslowski,“Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şeyfilmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”demişti.Konvansiyonel sinema dikkati günlük sorunların dışına çıkartan uyuşturarak eğlendiren sinema anlayışı; belli bir dönem sinemamıza da egemen olmuş anlayıştır ve bir ölçüde hala da sürmektedir. Aşk romanları yazan Muazzez Tahsin Berkand ve Kerime Nadir gibi yazarlardan adapte öyküler ve Bülent Oran ile Safa Önal gibi birkaç senaryo yazarının çevresinde gelişen Yeşilçam sineması daha çok melodram (aşk) filmleri ağırlıktaydı. Hem ticari kaygılar, hem de sansür kurullarınca getirilen kısıtlamalardan dolayı milli rejime (resmi ideolojiye) aykırı görülen filmler yasaklandığından melodram sineması dışında konu çeşitliliği çok sınırlandırılmıştı.Ya aşk romanı kaleme alan muharrirler çok fazla Yeşilçam filmi izliyordu ya da sinema rejisörleri çok fazla aşk romanı okuyorlardı; senaryo olacak kadar uygun yazılıyordu eserler. Ne demişti Muazzez Tahsin Berkand,“Aşkın kudretine inanmak istemiyor, bunu edebiyatçılar tarafından romanlara sokulan bir kelime addediyorum.”(Muazzez Tahsin Berkand, Kezban, Elips Kitap, 1.Baskı, 2014 s.147). Tapınılacak ölçüde gösterişli iki beden ve kusursuz ruh (iç güzelliği)melodram sineması için en gerekli malzemelerdi,tabi bol bol gözyaşı için de. Türk jön ve mabudeleri için bir de çok etkileyici ses gerekti.Abdurrahman Palay ve Adalet Cimcoz gibi dublaj (seslendirme) sanatçıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Hollywood gibi endüstrileşemeyen sinemamız kendine özgü bir üslup, birkaç senarist ya da edebiyat uyarlamasıyla,birkaç yönetmen ve oyuncuyla birbirine benzer hızlı seri filmler çekerek Yeşilçam sinemasını yaratmış oldu…Oysa Federico Fellini’ye göre,“Yönetmenlik, bilinmeyen, tanınmayan dünyalar yaratmak”demek değil miydi?(Hakan Savaş, Sinema ve Varoluşçuluk, Altıkırkbeş Yayın, 2003, s.23)Başka bir kitapta ise Dziga Vertov’un(Roger Vadim’den alıntı; Bir Kent Gezmek, Bir Film İzlemek) bir sözü aktarılıyor.“Bir kent gezmek,bir film izlemek, bir dünyaya girmek ya da doğru bir ifadeyle bir dünya; anlatılan öyküye dair bir evren(diegese)yaratmaktır.”(Sinematografik Kentler, Derleyen Mehmet Öztürk, Agora kitaplığı, 2008, s. 430)Bursa veya İzmir genel olarak İstanbul yanında bir arka fon gibi kullanılmıştır. Hemen akla geliveren ilk yerler İzmir-Kordonboyu ile Bursa-Uludağ’dır. Hatta bazı filmlerde İstanbul dışına da taşmış havası katmak için olsa gerek Bursa ile ilgili görüntüler eklenmekte; Uludağ’da çekildiği pek anlaşılmayan bir sahnede Uludağ’dan söz edilmekte; film sanki Uludağ’da da çekilmiş gösterilmektedir. Ve 1973’te çekilen“Aşkımla Oynama”(Aram Gülyüz) filminde olduğu gibi filmde Uludağ’dan söz edilmekte ancak Kirazlıyayla’daki Sanatoryum görünmekle beraber alelade karlı dağ sahneleri dışında çekimin Uludağ’da yapıldığı pek anlaşılmaz.Fuat Uzkınay’ın ilk filmi çektiği 14 Kasım 1914’den bu yana 6000’den fazla filmin çekildiği ki Türkiye sineması 1966’da dünyanın en fazla (241) film çekilen 4. Ülkesi olmuştur. Bu yüzden Türk sineması hakkında eksiksiz bir derleme yapmak,bu konuda girişimde bulunmak hiç de kolay değildir.1960’lı yıllar Türk sinemasında “Altın yıllar” olmuştu. 1980’ler ise yıldız sistemi çökmüş ve yönetmen sinemasına geçiş dönemi olmuştur. İlginç ama 1980 sonlarında Bursa’da çekilen filmler de adeta bıçakla kesilmiş gibi bitiveriyor.90’larda da Bursa’da çekilmiş bir filme rastlamak mümkün değil.1990’lı yılların ilk yarısı video-VCD-DVD’lerin adeta altın çağı olmuştur.Türk sinemasında 1922-1949 arası özel yapım evleri dönemi, 1922-1930 arası ise Tiyatrocular dönemi kabul edilir.Geçiş döneminden (1939- 1952) sonraki dönem Sinemacılar dönemi (1952-1963) olarak adlandırılmaktadır. 2013’e gelindiğinde Türkiye’de 620 sinema binası, 2170 sinema perdesi ve 271.250 koltuk sayısından bahsedilmekte…Sinema mekândaki değişim ve yaşamdaki akışı sergiliyorsa Uludağ’ın buna ne yönde ve ne kadar katkısı olmuştur?Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası 1955’te başlıyor, demiştik. 1955 yapımı“Düşman Aşıklar”karlı sahneler görünen Uludağ'da çekilmiş ilk film. Daha önce oyunculuk da yapmış Memduh Ün’ün ilk yönetmenlik denemesi.Ün, Sinema Yazarı Pınar Tınaz Gürmen’e anlatıyor önce filmin hikâyesini:“Artık dünya çapında bir film çekebilirim duygusu geldi ‘Hacı Şakir Ailesi’nin Esrarı’ diye kitabını bulmuştum. Doğu’da geçen, kan davasını anlatan.Uludağ’da yapıyoruz çekimleri. Tabii dünya çapında bir film yapacağım için korkunç kaprisliyim. Oysa her tarafta görüntü aynı. Kar tutmuş çamlar, kayalar vb. Filmi Mehmet Muhtar tamamladı. “(Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 64-65).Ün, kaleme aldığı“Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor”adlı kitapla ilgili“Küçük Dünyaların Büyük Yönetmeni”başlıklı söyleşide de,“Film sinemalarda çok kötü iş yaptı. Bugün için filmi görmek olası değil,belki belediye depolarında çıkan yangınlarda yandı ya dagümüş çıkarmak içinkatillerin (!) elindebirçok negatif gibi yok oldu gitti.”diyordu. (Fatma Oran, Cumhuriyet Kitap, 2010,