(Bu yazı; bir şiir tahlili değil, mukayeseli sosyo-kültürel konulu bir makaledir.M.H.K.)
Bu başlık, son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl Kısakürek tarafından 1947 yılında yazılan “Destan” şiirinden alınmış bir mısrâdır.
Şâir; zamanının hâlini dikkatle müşâhede altına alıyor ve:
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:”
Mısrâlarıyla başlayıp, döneminin sosyal, siyâsî ve kültürel yapısına derinlemesine bir neşter vurarak haykırıyor. Yaşadığı evden sokağa, sokaktan meydanlara, barlara, pazaryerlerine kadar titiz ve ayrıntılı bir resim çiziyor; işi, “siyaset”e, “ilim”e ve “sanat”a getirerek şöyle diyor:
“(...) Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbülllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.”
Cumhuriyet idâresinin kuruluşunun henüz yirminci dördüncü yılıdır. İkinci Cihân Harbi ve şâibeli 1946 seçimlerinin sonrasıdır. Şâir, endîşelerini, büyük bir cesâret ve açıklıkla ortaya döküyor ve naklettiğimiz bu mısralarından önce, bâzı tespitlerde de bulunarak, “Durun...” diye başladığı şiirine, “Durun, durun...” diye vurgu yaparak şöyle devam ediyor:
“Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden...”
Ve devam ediyor tasvirlere:
“-Alevler içinde ev...”
“- Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum..”
“- Evde cinâyet, tramvay arabasında zina..”
“- Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil..”
“- Şarap...sebil...”
“- Kumar”..ve “ sarhoş kusmuğu..”
“- Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma..” Çünkü; “pabuc”unuz, “dama” atıldı.
“- Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul...”
Tabiî ki, dünya kurulalı beri bu tür hâdiseler her zaman olmuştur, dünyanın her yerinde daha fazlası da vardır, sen ne demek istiyorsun gibi, yavan ve sathî müdafaalara da lütfen girişmeyelim.
Mâdemki, fert ve cemiyet olarak, her geçen gün biraz daha iyiye yürümeyi hedef alıyoruz, dönüp de, kötüleri numûne almaya lüzûm yoktur diyerek devam edelim ve soralım:
Bu örneklerde, yetmiş bir sene evvelin - biraz da şâir mübalâğası olsa da- bir Türkiye panoramasıyla karşı karşıyayız. Kirlenmenin her çeşidi sıralanmış...
Şimdi düşünelim, geçen zaman içinde hangisine çâre bulunup çözüm getirilebildik, derman olunabildik? Yapılan tenkitlerden hisse alındı mı? Bunları nasıl olsa başkaları yaptı, bize ne mi diyelim?
Yaşadığımız cemiyet, şâyet aynı cemiyetin devamı ise, ve umûmî mânâda bu cemiyetin büyük ve şanlı âilesini Türk teşkil ediyorsak, muhakemeyi ve tahlili adamakıllı düzgün yapmak zorundayız.
Evet, yapılanlardan ibret alındı mı, yoksa, bütün bunlar daha artarak ve yenileri de ilâveli olarak devam mı etti?
Meselâ; “karanlık kubbemiz”deki “çatırdılar” dindi mi?
Meselâ; -mübalâğasız- evlerin içindeki alevler söndü mü?
Toprak, acaba, çirkeflikten kurtuldu; gökyüzü, yüzümüzü güldürüp ışıttı mı?
Cinâyetler, hele de kadınlara yapılanlar zulümler, dizginlenebildi mi?
Zînâ, “tramvay arabasında” mı, yoksa, kanunla, resmîleştirilip, meşrûlaştırıldı mı?
Hele, şu “ispinoz kafesin”ndeki “arslan hakikate” dikkatlice bakınız!..
”Dalkavuk kefesinde tartılan vatana” bakınız!..
Ve ondan sonra: “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti”, demeyiniz bakalım!..
O hâlde son dönemlerimizin bâzı hâdiselerini kısaca gözden geçirelim:
Meselâ: Bir ülkede, beş yıl içersinde bin 134 kadın katlediliyorsa...Ve bu cinâyetler hiç durmadan devam ediyorsa...
Meselâ: Bir zât, “Ankara, Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız” diyebiliyor ve bu zât, bu sözünün hemen akabinde muhatap olduğu ülkede resmî seviye karşılanabiliyorsa...
Meselâ: Bir başka zât: “A. Öcalan terörist değil, terörist olan Türkiye Devleti’dir.” diyebiliyorsa ve bu zât, muhatap aldığı Devlet erkanıyla el ele, Diyarbakır meydanında halay çekip türkü söyleyebiliyorsa...Ve...aynı zât için, T.C.nin son başbakanı Van meydanında: “Hepimiz Şivan Perver’iz, Ahmet Kaya’yız!” diye haytırabiliyorsa...
Meselâ: T.C. nin bir başka Başbakanı, A. Öcalan’a “sayın” diye hitap edebiliyorsa...
Meselâ: Adalar Denizi/Ege Denizi’ndeki onbeşin üzerindeki Türk adası bir başka devletin mensuplarınca işgal ediliyor ve ona ses çıkarılmıyorsa...
Meselâ: Müslüman Boşnak kadınlarına yapmadıkları zulüm bırakmayan, tecâvüz eden Sırbistan’dan, nasıl kesildiğini bilmediğimiz beş bin ton et ithal ediliyorsa...
Meselâ: Bunca verimli topraklarımıza rağmen, buğdaydan sarmısağa birçok mahsul yabancı ülkelerden ithâl ediliyorsa...
Meselâ: Yine bunca verimli topraklarımıza rağmen, kurban zamanında bile yabancı devletlerden canlı hayvan ithâl ediliyorsa...
Meselâ: Zamanının bir başbakan yardımcısı: ”Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmış olmayı suç olmaktan çıkardık” diyebiliyorsa...
Meselâ: “Tecâvüz adası” olarak bilinen, onlarca mâsûm Müslüman Türk kızının intiharına sebep olan Akdamar adasındaki kiliseyi, (2.600.000.00 TL) iki milyon altı yüz bin Türk Lirası harcayarak “kendi paramızla” tamir ettirip, orası, her yıl âyin görünümü altında siyâsî bir buluşma mekânı hâline getirilmişse...
Meselâ: Bir astsubayımız, hâmile eşine , erik almak için giderken arkadan ensesinde kahpece vuruluyorsa...
Meselâ: Birilerinin harcadığı elektrik bedeli, mâsûm kişilerin cebinden çıkıyorsa...
Meselâ: Siyâsî ve akademik hüviyetli bir kişi, “Türk dediğin bir sentezdir...Türk diye bir ırk yoktur” diyor/diyebiliyorsa ve bu kişi, selâhiyetliler tarafından himâye görüyor/görebiliyorsa...
Türk ve İslâm düşmanlarına, iç ve dış bölücü hâinlere, Türkiye’yi işgale yeltenebilecek kadar gözü dönmüş din istimarcılarına, vatan satıcılarına pâyeler verilip itibar gördüğü zamanlarda, ecdâdın/atanın/babanın “iskeleti kan terlemez mi?”
Bölücübaşı/bebek kaatiline “sayın” diye hitap edildiği zamanlarda, bu “iskelet” ne yapar, “şehit” denilip peşlerinden gözyaşı dökülen gencecik insanlar ne yapar?
Oğuzhan’dan, Alp-Arslan’dan Mustafa Kemal’e kadar, Süleyman Şah ne yapar, Fâtih Sultan Mehmed ne yapar, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman...ne yapar?
“MEZARDA BABAMIN İSKELETİNİN KAN TERLEMESİ” için bunlardan biri bile yetmez mi?
Ah, keşke, beşbin değil, bir milyon -beş milyon kişiyle Kerkük'e girebilseydik!..
Ah, keşke, sâdece Emevî Câmisi'nde birkaç kişiyle değil de, dünyayı bir huzur mekânı yapıp, her câmide, huşûyla ve gönül hoşluğu ile, binlerce-milyonlarca kişiyle namaz kılabilseydik!..
O Kerkük dediğimiz mekân, binlerce senelik Türk yurdu ise, ve Saddam rejimi dâhil, bugüne kadar zulüm altındaysa, oraya, sulh zamanında, hangi eli uzatabildik, yardımı yapabildik?
Kerkük'te tapu dâireleri yağmalanırken, milletler arası hangi p(u)rotestolarda bulunduk, hangi yolları aşındırdık, hangi kükreyişle haykırıp mitingler yaptık? Kimlerle temas kurup istişârelerde bulunduk?
25 Temmuz 1992'de Özal'ın isteğiyle,Talabani ve Barzani'ye Kırmızı Türk pasaport verilip Amerika yolunun açılmasından bugüne, Türkiye, bu zatlardan, bırakınız samimî davranışı, ihânetten başka ne gördü?
“MEZARDA BABAMIN İSKELETİNİN KAN TERLEMESİ” için bunlardan biri yetmez mi?
“Hakkari Yüksekova’da bir astsubayımızın eşi ve 11 aylık emzikli bebeği PKK’lı hâinlerin yola döşedikleri bombanın infilak etmesiyle şehid oldular.” (01 Ağustos 2018) haberi, keşke, son uyarıcımız olsaydı!..
PİSA ölçümlerinde, çocuklarımız dünya değerlerinin en gerilerindeyse...
Bırakınız ilk sıraları, ilk dörtyüz içersinde bulunan bir üniversitemiz olabilseydi...
S(ı)tadyumlara akıtılan paralar karşılığında, hiç değilse birkaç Avrupa veya dünya şampiyonluklarımız olsaydı...
Satılan limanlarımız, fabrikalarımız ve topraklarımız hangi “millî üretim”le Türk milletinin hizmetinde bulunmaktadır? Tüpraş gitti, Türk Telekom gitti, Petkim gitti, Erdemir gitti...Şeker Fabrikaları’nın çoğu gitti...Ziraati ve hayvancılığı bile dışa bağlı bir Türkiye’de yeni bir üretim hamlesi görünmüyorsa, başka türlü düşünülmesi mümkün müdür?
Hiç ara vermeden yabancılara -İngiliz-Rus-Arap-Alman v.s.- satılan verimli ziraat arazilerimiz her gün biraz daha azalıyorsa...
Bâzı il ve ilçelerde, aslında “muhâcir-ensâr” kelimelerinin arkasına sığınan/saklanan mülteci/ sığınmacı nüfus, yerli nüfusu geçmiş ise...
Ya devlet erkanının, birbirine, “hâin, şerefsiz, terbiyesiz, diktatör bozuntusu, alçak, darbeci, kumpasçı, kandan beslenenler, morg bekçileri...” gibi, nezâketten ve güzel numûne olmaktan uzak hitâpları her ân artarak devam ediyorsa...
Belediye otobüsüne binen Gaazi’ye: ”Benim için mi gazi oldun şerefsiz?” gibi sözlerin dendiği günlerde yaşıyorsak...
Peki...
“MEZARDA BABAMIN KAN TERLEMESİ” için bunlardan biri yetmez mi, ne dersiniz?
1947’lerin sosyo-kültürel, adâlet, ilim, sanat ve siyâset tablosu mu, yoksa, ikibinlerinki mi daha ‘iç açıcı’dır?
Hangisi daha ‘iç acıtıcı’, ‘yürek paralayıcı’, ‘baş döndürücü’ ve ‘kahrettirici’dir, lütfen söyleyiniz!..